Uzun süre evimden, yalnızlığımdan uzak kaldım. Gittiği yere kendini de götüren insanlardan olmadığım için, alışılmış yaşamım, kaygılarım, beklentilerim bıraktığım yerde, bıraktığım gibi kaldı. Farklı yaşamların, farklı düşünce dünyaları olan insanların -çocuklarım da olsa- arasına karışıp kayboldum. Bu kendini kaybediş biraz sersemletti beni. Öncelikli konularım, peşine düştüğüm önemli saydığım gündemlerim, neredeyse otomatikleşmiş yaşam biçimim birdenbire kesintiye uğrayıverince, yalpaladım. Bu yalpalama düşünce sistemimi de etkiledi. Neyi, nasıl düşüneceğimi bilemez duruma düştüm bir yandan, bir yandan da kimi konularda hayata bakışımı yeniden sorgulamam gerektiği düşüncesine kapıldım. Bütün bu karmaşa sonucunda "düşünce sistemim köreldi" yanılsamasına kapıldım.
Oysa, körelen düşünce sistemim değil, içine girdiğim yeni yaşamın etkisiyle, olaylara bakışımdaki tek yanlılığı sezmem; kendimi kaptırıp gittiğim, çok önemli saydığım kimi olayların, kimileri için hiç önemli olmadığının farkına varmam; sonunda kaybettiğim kendimi, değişmiş olarak yeniden bulma girişimlerimdi, beni bir süreliğine yazmaktan ve düşünce üretmekten alıkoyan.
"İnsanın kendini bulması için, önce kaybetmesi gerekir." demiş adını anımsayamadığım bir düşünür. Kendi yaşamımda doğruladığım bir söz bu. Aylar boyu, 4+4+4 tartışmaları içinde bulmuştum kendimi. Yazılı, görsel medyada yazılanlar, yapılan tartışmaların peşine düştüm. Sosyal paylaşım sitelerindeki paylaşımları adım adım izledim. Sonunda, ulaşılan nokta, 'it ürür kervan yürür' biçiminde sonuçlandı. Kafa patlattım ama hiç bir işe yaramadı. Bir avuç din tüccarının ortaya attığı bu zırvalığa nasıl olsa bir gün son verilecek. Klişe deyişle, yanlış hesap Bağdat'tan dönecek. Oysa, asıl mesele hayatın içindeki vehâmeti görmekte. Bir gün 4 yaşındaki torunumu kreşe bıraktım. Kreşin kapısına gelir gelmez torunum; uslu, efendi, sessiz ve boş boş bakan bir çocuğa dönüştü. Bir robottan farksızdı. Ben de ağlamak üzere gelen bir babaanneye dönüştüm ânında. İstanbul'un Kurtuluş semtinde, aileler çocuklarını daracık apartman dairelerindeki 'kreş'lere -kafeslere- bırakmak zorundalar. Çocukların gezip oynayabilecekleri bir bahçe, birbirleriyle çarpışmadan dolaşabilecekleri bir fiziki ortam yok. Öğretmen adı altında görev yapan gardiyanlar tarafından gün boyu gözetim altında tutuluyorlar. 'Yaramazlık' yapanlar çarpı, 'uslu' olanlar yıldız' la ödüllendiriliyor. Hitler'in eğitim anlayışı harfiyyen uygulamada. Denetlenme gibi bir sorunları da yok bu 'kafes'lerin sahiplerinin.
Kendi torunum, faşistçe bir eğitimden geçerken, ben çok bilmiş kadın, oturup 4+4+4'ü tartışabiliyorum. Sen önce kendi başını düz, demezler mi adama! Diğer yandan, umut verici gelişmeler de var. Ama, kendimi din tüccarlarını izlemeye adamış ben, bu güzel gelişmeleri görmezden gelebiliyorum. Kızımın oğlu da 4 yaşında ve o farklı bir eğitim uygulayan başka bir kreşe gidiyor. Resmi eğitim sisteminin ve pek çok özel okulun garabetliklerini gören kimi veliler ve kimi girişimciler farklı arayışlar içine girmişler. Bunlardan biri Montosseri okulları. Bu sistemde çocukların, kapitalist düşünce sisteminden arındırılmış, hırslı ve yarışmacı zihniyetten uzak, bireysel gelişimlerini özgürce tamamlayan, kendi haklarının bilincine varıp, başkalarının haklarına da saygı gösteren bireyler olarak yetiştirilmesi amaçlanıyor. Gördüğüm kadarıyla, uygulamaları da bu yönde. Şimdilik yalnızca kreş düzeyinde hizmet veriyorlar; ama, seneye birinci sınıfı da açmayı düşünüyorlarmış.
Yukarıda, bir avuç din tüccarının ortaya attığı 4+4+4 zırvalığına bir gün nasıl olsa son verilecek, dememin nedeni, medyumluğumdan değil; toplumdaki bu kıpırdanışlardan, yeni oluşumlardan, bilinçli velilerin yeni eğitim yöntemleri arayışlarından yola çıkarak ortaya attığım bir görüştür.
İnsanın, bakış açısını değiştirebilmesi, kendini yenileyebilmesi için, ara ara kendini kaybetmesi gerekiyor. Arada bir kaybolursam, bilinsin ki nedeni: düşüncelerimde özgürleşebilme isteğimdir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder