15 Nisan 2013 Pazartesi

EĞİTİM ÜZERİNE/OKULSUZ TOPLUM



Günümüzde kurumsallaşmış resmî eğitim anlayışından çocuklarının zarar gördüğüne inan pek çok bilinçli anababa, alternatif eğitim hizmetleri verebilen yeni okul arayışları içinde. Batı ülkelerinde, çoktan aile okulları oluşturulmuş durumda. Ülkemizde ise, farklı arayışlara girenlerin artış göstermesiyle birlikte "başka bir okul mümkün" sloganıyla yola çıkan kişi ve gruplarca 'yeni' okullar açılmakta ama henüz denenmemiş, sonuçları görülmemiş olduğundan bu alternatif okullara da kuşkuyla bakılmaktadır. Özellikle şu son yıllarda 4+4+4 gibi, velilerin karşı olduğu sistemin dayatılması, okulların İmam Hatipleştirilmesi, fiziki koşullarının kötülüğü gibi nedenler yüzünden devlet okullarının verdiği eğitime kuşkuyla bakanlar çoğalmaktadır. Çocuklarının, diğer bazı nedenlerin yanı sıra, yoksul çocuklarla aynı ortamda bulunmasından rahatsızlık duyan bir kesim ise, özel okullara yönelmektedir. Bütün bunlardan yola çıkarak, konuya açıklık getirmek amacıyla bu yazımda sizlere; kurumsallaşmış eğitime, yalnız okullara değil Batı dünyasında toplumun töresine, kurumlarına, yaşam biçimine karşı köktenci eleştiriler getiren Ivan Illıch'in "Okulsuz Toplum" adlı eserinden, eğitimde radikal değişimler yapılması gerektiğini savunan diğer düşünürlerin görüşlerinden söz edeceğim.

"Okulların artması, silahlanmanın artması kadar tehlikelidir," diyen Ivan Illıch, yalnız devlet okullarına değil, alternatif eğitim sunduğunu ileri süren okullara da karşıdır ve tüm kurumları eleştirmektedir: "Çağdaş insanı, kurumlar kuşatmıştır: Hastanede kurumların elinde doğar, cenazesi kurumlar aracılığı ile kaldırılır. Öyle ki bunlardan yoksun kalmak bile bir yoksulluk göstergesi olmuştur. Kurumlar, işlemleriyle çevreyi yaşanmaz kılmak bir yana kendilerini mitleştirerek ve mistifiye ederek insanların kafalarını da işlemez kılmaktadır. İlerleme, kalkınma adına sonu gelmez üretim, bitmez tükenmez tüketim, hep en üstü düzey kâr, verim ve para önerilmektedir" Okulun, 'gizli müfredat' yoluyla   tüm bu kurumlaşmaya, tartışılmayan bu yaşam tarzına yataklık etmesi nedeniyle sorgulanması gerektiğini ve yalnız kurumların değil, toplumun töresi okulsuzlaştırılmalı görüşünü savunur. Okul yoluyla evrensel eğitimin uygulanamayacağını ileri süren Illıch, "Çocukları okullu yapmanın amacı, özü ve süreci karıştırmak içindir. Bunlar bir kez karıştı mı, artık yeni sonuç egemen sınıfların çıkarına, onların 'iyi'liğine olur; Öğrenmeyi öğretimle karıştırmak, eğitimi ilerlemeyle derecelendirmek, yeterliliği diploma ile belgelemek ve yeni bir şey söyleyebilme yeteneğini akıcı konuşma ile karıştırmak..."  Modern toplum, uzmanca planlanmış paketlerin tüketimine dayanır. Okul "her yönüyle çocuğun" sorumluluğunu üstlenerek bireyi bu toplum için hazırlar. Araba kullanmayı, cinsel eğitimi, giyinmeyi, kişilik problemleriyle uğraşmayı ve bir sürü ilgili şeyi öğretmeye çalışırken okul aynı zamanda bütün bunları yapmanın doğru ve uzmanca bir yolu olduğunu ve kişinin başkalarının uzmanlığına dayanması gerektiğini de öğretir. Okuldaki öğrenciler özgürlük talep ettiklerinde, özgürlüğün sadece otoriteler tarafından verildiği ve "uzmanca" kullanılması gerektiği yolundaki dersi alırlar. Bu bağımlılık kişinin hareket etme yeteneğini yok eden bir yabancılaşma yaratır. Etkinlik artık bireye değil uzmana ve kuruma aittir.

Yoksulların, okulların kendilerine toplumsal ilerleme sağlayacağına ve okul eğitimi süreci içindeki bu ilerlemenin kişisel yeteneklerine bağlı olduğuna inanmaları istenir. Yoksullar, bu inanç temelinde okul eğitimini desteklemeye hazırdırlar. Fakat zenginler her zaman için yoksullardan daha uzun süre okul eğitimi görecekleri için, okul eğitimi sadece kurulu toplumsal farklılıkların yeni bir ölçüm aracı haline gelir. Yoksulların kendileri de okul standartlarının doğruluğuna inandıkları için; okul, toplumsal bölünmenin daha da güçlü bir aracı olmuştur. Yoksullar okula gitmedikleri için yoksul olduklarına inandırılırlar. Yoksullara ilerleme fırsatı verildiği söylenir ve onlar da buna inanırlar. Toplumsal konum, okul eğitimi aracılığıyla başarı ve başarısızlık olarak tercüme edilir.

Sosyal refah kurumlarının profesyonel hiyerarşileri bir kez toplumu kendi yönetimlerinin ahlaki açıdan gerekli olduğuna inandırmayagörsünler, bunların yarattığı yıkımı tonlarca para dökseniz de temizleyemezsiniz. ABD kentlerindeki yoksullar, kendi deneyimlerinden "okullu" bir toplumda üstüne kurulduğu toplumsal yasaların aldatmacasını gayet güzel gösterebilirler. Bütün bunların yanı sıra, "Okullar yapıları gereği ayrıcalıkların, sorunlu olmayanlar dışındaki bir kesim üzerinde yoğunlaşması için direnir. Özel müfredat, özel sınıflar, özel dersler hep daha pahalıya, daha büyük ayrımlara neden olur," diyor Illıch. Zenginlerle yoksulların genellikle ayrı okullarda okudukları bir gerçektir. Kaldı ki aynı okullarda okusalar bile, yoksul bir öğrencinin zenginlerle aynı düzeyi tutturabilmesi güçtür. Çünkü; orta sınıf çocuğuna sağlanmış olan eğitsel olanakların çoğuna erişemezler; entellektüel aile yapısı, dili doğru kullanma, evde bulunan kitaplar, tatil gezilerinden kendilik duygusuna dek değişen bu olanakları yoktur. Bu nedenle yoksul öğrenci ilerleme ya da öğrenme için yalnızca okulla yetinmek zorunda kalacağından ister istemez geri kalacaktır. İşin çelişkili yanı, herkesin okula gitmesinin gerekli olduğu inancı en çok da, daha az kişinin okuldan yaralandığı/yararlanacağı ülkelerde daha çok tutulup benimsenmektedir.

Okul içinde yoksulun toplumsal ve ekonomik dezavantajları başarısızlık olarak nitelendirilir. Okul olmasa okuldan atılma da olmayacaktır. Francisco Ferrer gibi İllich de, okulu bir iktidar fahişesi olarak görür. İktidar okulun, kişilerde kendi kimlik kavramları üzerinde etkisi olduğuna inanır; yani eğitim, kişilere kendi kişisel yeteneklerini ve karakter özelliklerini öğretir, insanlar kendilerini aptal ya da zeki, değerli ya da başarısız olarak düşünmeyi öğrenirler. Uygun bir kimlik kavramının, kabul edilmeye ve toplumsal bağlamda işlev görme yeteneğine dayandığı varsayılınca okulun psikolojik gücü açıkça ortaya çıkar. Okuldan atılma, okulun kurumların en yardımsever ve demokratik olanı-kişiye bütün fırsatları verdiği, ama onun başarısız olduğu şeklinde yorumlanır. Atılanın elinden bu başarısızlığı kabul etmekten ve artık ilerlemek için yapabileceği çok az şeyin kaldığı sonucuna varmaktan başka bir şey gelmez. Okul tarafından reddedilmek, boyun eğme, ilgisizlik ve sonunda tümüyle çaresizliğe ve toplumsal durgunluğa yol açar.
Okul, çağdaşlaşmış işçi sınıfının dünya dini durumunu almıştır ve teknolojik çağın yoksullarına boş yere kurtuluş vaadinde bulunmaktadır. Ulus-devletler vatandaşlarını birbiri ardına dizilen diplomalar için öğretim basamaklarını tırmanmaya mahkum etmiştir. Çağdaş devlet, okuldan kaçanlarla uğraşan iyi niyetli görevlileri ve işe-giriş koşullarıyla eğitimcilerin yargılarını sağlamlaştırma görevini üstlenmiştir; tıpkı, Egizisyon Mahkemesi ve Amerika'yı fethe çıkan serüvenci fatihleri aracılığı ile Tanrıbilimcilerin yargılarını sağlamlaştıran İspanya kralları gibi.

Okul öğrenimi aracılığıyla ne öğrenim bir adım ilerleyebilir ne de eşitlik; çünkü, eğitimciler öğretimi paketler halinde belgelendirmekte ısrarlılar. Okulda, öğrenmeyle birlikte toplumsal rollerin dağıtımı bir potada eritilir. Gene de öğrenme yeni bir beceri, içgörü edinmek anlamına gelir; oysa, sınıf geçme başkalarının belirlediği bir görüşe bağlıdır. Öğrenme çoğu kez bir öğretimin sonucudur, ama iş pazarında bir yer ya da katagori için seçim yalnızca okula kaç yıl gidildiğine bağlıdır. Okul sisteminin dayandığı bir yanılsama ise öğrenmenin öğretim yoluyla olduğudur. Öğretimin belirli koşullarda kimi şeyleri öğrenmeye katkısı olduğu doğrudur; ama, çoğu insan bilgilerinin çoğunu okul dışında edinir. Öğrenmenin çoğu kendiliğinden gelir, hatta en planlı öğrenme bile bir öğretimin sonucu değildir.

Öğrenciler, öğrendiklerinin çoğunu öğretmenlerine bağlamazlar. Gerek 'çalışkan' öğrenciler gerekse 'tembeller' hepsi, papağan gibi ezberlemeye, okuyup çalışıp sınavları atlatmaya bakarlar; ya sopa korkusuyla ya da peşinde koştukları havucu kapmak için... Öğretmenin otoriter bakışı altında birçok değer, tek bir değer haline gelir. Ahlaka uygunluk, yasaya uygunluk ve kişisel değerler arasındaki ayrımlar silinir ve sonunda yok olur. Okulun yavaş yavaş öğrettiği, işlediği değerler hep ölçülebilir şeylerdir. Okul, genç insanları öyle bir dünyaya sokar ki orada her şey ölçülebilir, imgelemleri, hatta insanın kendisi bile... Ama, kişisel gelişme ölçülebilir bir şey değildir. Disiplinli muhalefet için dedeğişme ne bir güce, ne müfredata vurularak ölçülebilir ne de başkasının başarısıyla karşılaştırılabilir. Gerçek öğrenme ölçülemez, yeniden yaratımdır. Kendi kişisel gelişimlerinin, başkalarının standartlarıyla ölçümüne boyun eğen kişiler, çok geçmez aynı ölçekleri kendilerine uygulamaya başlarlar. Sonuna dek okullandırılan insanlar ölçülmeyen yaşantıların ellerinden kayıp gitmesine ses çıkarmazlar. Onlar için ölçülmeyen şey önemsiz, hatta tehdit edicidir. Çocukların ve gençlerin yaşamları çalınmamalıdır. Öğretim adı altında, kendi "olmayı" kendi şeylerini "yapma"yı öğrenmemişlerdir, yalnızca yapılanı ve yapılabilecek olanı değerlendirirler. Hepimiz hem üretim yanından, hem tüketim yanından okul olayına bulaşmış durumdayız. Bâtıl bir inanç gibi iyi şeyler öğrenebileceğimize ve başkalarının da öğrenmesini sağlayabileceğimize inanmış durumdayız.Oysa, bizim gerek duyduğumuz yapılar, insana öğrenmek ve başkalarının öğrenmelerine katkıda bulunmak yoluyla kendini tanımlama olanağı verebilenlerdir.

Bu görüşlerin sahibi Illıch, daha önceki yazılarımda görüşlerine yer verdiğim (Çocukluğun Yokoluşu) Neil Postman gibi, çocukluğun Rönasans döneminde gerçekleştirilen bir kurgu olduğu görüşündedir.Kurgu sonucu varedilen çocukluk anlayışının, okullaşmayı da beraberinde getirdiği için sorgulanması gerektiğine inanır. Postman'ın aksine, okulların yaygınlaştırılmasını değil, ortadan kaldırılmasını savunur. Dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul kesimlerde çocukluğun hiç varolmadığını (ülkemizde de varolmadığına inanıyorum) ileri sürer ve çocukluk kurgusunu doğru bulmaz.

18.yüzyılın sonu 19. yüzyılın başlarında monarşiden cumhuriyet yönetimine geçildiğinde William Godwin, kitlesel okul eğitimi üzerine sert eleştirilerde bulunmuştur. Çünkü Godwin, modern devletin yükselişiyle, bu devlete vatandaş yetiştirecek milli eğitim sistemlerinin gelişmesinin, insan aklının dogmatik olarak denetlenmesine ve bastırılmasına yol açabileceğine inanıyordu. 1783'te, okulunun dağıttığı bir broşürde, insan gücünün iki temel hedefinin yönetim ve eğitim olduğunu öne sürdü. "Herhangi bir yönetim biçimi meşruiyetini, halkın kendisini tanıması ve kabul etmesinden alır. Kamuoyunun eğitim yoluyla denetlenmesi sürekli destek anlamına gelir. Dolayısıyla insan aklının tam olarak gelişmesinin okul duvarları içinde engellendiği herhangi bir toplumda despotizm ve haksızlık rahatlıkla varolmaya devam edebilir."  Godwin, politik kurumların zenginlerin iktidarı gasp etmesini onayladığını ve zengin ile yoksul arasındaki farklılıkları şiddetlendirme eğilimlerinin farkındaydı. Yasama, haksız yasalar ve vergilendirme sistemleri ile zenginlerin mülkiyetini korumaktaydı. Yasa, hükümet tarafından ekonomik gücü elinde tutanların yararına olacak şekilde yürürlüğe konulmakta ve hükümet zenginliğin gücünü toplumsal ve politik güce dönüştürerek arttırmaktaydı.

Godwin ayrıca, kitlesel okul eğitiminin, büyük ve merkezileşmiş devletlerin gelişiminin, milli zafer uğruna girilecek maceralar, vatanseverlik ve uluslararası alanda ekonomik ve kültürel rekabet gibi bireye son derece az faydası dokunacak değerlerin yüceltilmesine neden olacağına inanıyordu. Milli eğitim, şovenist vatanseverliğin, devletin politik ve ekonomik iktidarının desteklenmesinde kullanılacaktı. Godwin'e göre,  anayasalar ve yasaları sürekli kılmaya yönelik diğer politik kurumlar, insanların hayatın nasıl düzenlenmesi gerektiği konusundaki anlayışlarının gelişmesini sadece engelleyebilirdi. Godwin, ülkedeki yasaları öğreten bir milli eğitime karşı çıkıyordu. İnsanların çoğunun, bazı suçların kamuya zararlı olduğunu anlayabileceğini ileri sürüyordu. Akıl dışı olan ve anlaşılmaktan çok öğrenilmesi dayatılan bu yasalar genellikle toplumdaki bazı özel kesimlere avantajlar sağlayan yasalardı. İnsanlar muhakeme güçlerini ve doğa anlayışlarını sürekli olarak geliştirdikleri için doğal yönetim yasalarını kavrayış biçimleri de sürekli olarak değişmekteydi. Anayasalar ve yasaları sürekli kılmaya yönelik diğer politik kurumlar, insanların hayatını nasıl düzenlenmesi gerektiği konusundaki anlayışlarının gelişmesini sadece engelleyebilirdi. Kısacası Godwin'e göre çocuk, devlet okuluna girdiği andan itibaren otoriteye boyun eğmek, doğal olarak başkalarının isteğini yerine getirmek yönünde eğitilir ve bunun sonucunda yetişkin yaşamda yönetici sınıfın işine yarayan düşünce alışkanlıklarına sahip olur.

Godwin'in 18.yy'da belirttiği bütün sakıncalara, Nazi Almanya'sında yaşananlar bir örnek oluşturmuştur. Okullar, özel bir ideolojinin ve toprakların genişletilmesine dayalı bir milliyetçiliğin yayılması ve ülke liderlerinin yüceltilmesi için kullanıldı. Naziler, zorunlu ırk biyolojisi eğitimini devreye sokarak ve Alman tarihi ve edebiyatına ayrı bir önem vererek okul müfredatı programına değişiklikler getirdiler. Karakter ve disiplin oluşturmak üzere ve askeri antreman hazırlığı olarak günde beş saatlik beden eğitimini zorunlu kılınmıştır. Büyük oranda propaganda amaçlı ders kitapları okutulmaya başlandı. 1935'te Eğitim Bakanlığı'nın emri ile Alman ırkına mensup olmaktan ötürü gurur duymalarını sağlamak üzere altı yaşından itibaren ırk öğretiminin başlatılması için özel buyruklar verildi.
Egemen güçlerin, eğitimi çıkarlarına uygun şekilde nasıl da beyin yıkama aracı olarak kullandığını görmek için eskilere ve uzaklara gitmemize gerek yok. Günümüz Türkiye'sinde dinci iktidar, okulları İmam Hatipleştirmekte, Kuran kursları açılmasını sağlamakta, din ağırlıklı müfredatlar dayatmaktadır. Geleceği görebilme yeteneğine sahip kişiler haklı olarak, bu gidişattan kaygı duymakta, şeriatçı bir yönetime geçiş hazırlıklarının sürdürüldüğü çabalarını görmektedir.

Konumuza dönecek olursam, kitlesel okul eğitimine karşı çıkanlardan Francisko Ferrer, iktidarlarının, neredeyse tamamen okula dayandığının egemen güçlerin farkında olduklarını, söyler.
Ferrer, hükümetlerin okulları isteme nedeni  "Eğitim yoluyla toplumun yenilenmesini beklemek değil, sanayi şirketlerini kurmak ve buralara yatırdıkları sermayeden kâr elde etmek için insanlara, işçilere ve mükemmel emek araçlarına duydukları ihtiyaçtır" diye belirtmiştir. Kapitalizmin hiyerarşik yapısının işçilerde belirli karakter özelliği tiplerini gerektirdiğini kavramıştı, işçiler, fabrika mesaisinin sıkıntı ve monotonluğunu kabul etmek ve fabrika içindeki düzenlemeye itaatkâr bir şekilde uyum sağlamak üzere eğitilmeliydiler. İşçiler dakik, itaatkâr, pasif ve işlerini ve konumlarını kabul etmeye istekli olmalıydılar. Godwin gibi Ferrer de, okulun bir politik denetim kaynağı olarak kullanılmasının kaçınılmazlığını görmüştü: "Okullar yoksullara, var olan toplumsal yapıyı kabullenmeleri ve ekonomik gelişmenin varolan yapı içinde gösterilecek kişisel çabalara inanmalarını öğretir. Hükümet okulların sadık yurttaşlar üretmesini ister, sanayi ise, itaatkâr ve eğitimli işçiler..." Nasıl ki, hükümetler despotik olarak, yasalar ve polis aracılığıyla halkın devlet çıkarlarına uygun hareket etmesini sağlarlarsa, öğretmenler de, not ya da ceza tehdidiyle istenilen yurttaşların yaratılmasını sağlamaktadırlar.

Bu yazımda, "Okulsuz Toplum" konusunda sunulan görüşleri anlatmaya çalıştım. Bir sonraki konum ise okula  anternatif görüşler üzerine olacak.



 
Pink Floyd-The Wall

5 Nisan 2013 Cuma

BU TOPLUMDA ÇOCUK OLMAK



Baharla birlikte işlerimin artması, koşuşturmalarım sırasında belimi feci şekilde incitmem yazılarıma bir süre ara vermeme neden oldu. Sonunda, sağlığıma biraz olsun kavuşunca, "işlerin canı cehenneme" deyip bilgisayarımın başına yeniden dönebildim. Bundan önceki 4 yazımda çocukluğun yokolmakta olduğundan söz etmiştim. Yine aynı konuya devam etmem gerektiğine karar verdim; çünkü, tam da "çocukluğun yokoluşu"yla ilgili yazı serisini tamamladığım günlerin sonunda TÜİK'in araştırma sonuçları açıklandı: "1 milyon'a yakın çocuk çalışıyor. Çalışanların %50.2'si okula gitmiyor." Daha önce söz ettiğim gibi, okullaşma oranındaki düşüş, çocukluğun yokolmakta olduğunun işaretlerinden sayılabilir.

TÜİK'in araştırma sonuçları, 'yokoluş'la ilgili anlatıklarımı, görüşlerimi pekiştiren, doğrulayan yöndeydi. Aynı zamanda Başbakan'ın 3-5 çocuk dayatmalarına karşı verilen bir şamar niteliğindedir. Nüfus artışını hızlandırmak için yapılan girişim ve dayatmalardan çıkardığım sonuca göre, çalışan çocuk sayısının bu noktada kalmayacağı, sayılarının artacağıdır. İstatistiksel sonuçlara, aile üzerinde uygulanan baskılara bakınca, çocukluğun varolmadığı Ortaçağ zihniyetine dönüş günlerini yaşamaktayız gibi geliyor bana. Bilindiği gibi, yalnız Ortaçağ'da değil, çocuk işgücünün acımasızca sömürüldüğü 18. yy'da da sanayileşme, çocukluğun sürekli ve korkulu düşmanı olmuştur. Charles Dickens, yapıtlarında bu dönemde yoksul çocukların peşini bırakmayan terör saltanatını gerçekçi bir biçimde işlemiştir. Yaşamakta olduğumuz hızlı tüketim çağında ise, ucuz iş gücüne ihtiyaç vardır, ucuz işgücü kaynağı da çocuklardır. Son günlerde, sanayi kolundaki iş kazalarında ölen çocuk haberlerini almaya başladık bile. Hükümet, ağır işlerde çalışma yaşını da 16'ya indirdi.

11 yaşında evlendirilip 12 yaşında hamile kalan, "ama, kemik yaşı 17" diyen Fatma Şahin'i Aileden Sorumlu Bakan yapan bir toplumuz. Yine, 13 yaşında çok sayıda tecavüze uğrayan bir kız için; "Rızası vardı." diyen yargıçlarımız var. Toplumsal olarak çocuklara bakışımız eskiden bu yana böyle süregelmektedir. Özellikle kızlara her zaman yetişkin kadın gözüyle bakılmıştır. Erkek egemen toplumumuzda, kızlar hizmetçi gibi kullanılmış; sokağa çıkması, oyun oynaması, erkeklerle konuşması yasaklanmıştır. Evliliğe endeksli yetiştirilen kız çocukları için çeyiz hazırlamaya yönlendirme gibi bir geleneğimiz vardır. Çocukluk arkadaşlarımdan ikisi 12 yaşında evlenip 13 yaşında anne oldular. Yaşadığım çevrede tek kişi yadırgamadı bu durumu. Ortaokulda öğrenciyken, beni de 'isteme'ye geldiler (ne utanç verici ve aşağılayıcı). Arkadaşlarıma özenip, "ben de evleneceğim" diye diretebilirdim çocuk aklımla, babam köy enstitülü bir öğretmen olmasa ve bu düşünceye şiddetle karşı çıkmasaydı eğer.

Yaygınlaşan muhafazakârlığın, "evlenin, çok çocuk yapın!" dayatmalarının, özellikle evliliğe endeksli yetiştirilen kızlar ve çocuklar üzerindeki baskıları daha da artacağını düşünüyorum. Bir yandan da, yaşadığımız bu hızlı teknoloji çağında, özellikle televizyonların tabuları, geleneksel anlayışları yerle bir eden programlarının etkisiyle dayatmalara, tabulara, ebeveynlere meydan okuyan çocuk/yetişkinlerin sayılarının hızla çoğaldığı günleri yaşıyoruz. Bel ağrılarım nedeniyle, hareketsiz kaldığım günlerde, bol televizyon izledim. İzlediğim programlardan birinde, "Bulaşıkları yıka!" buyruğuna uymadığı için kızını döven, kızını döverken kendi parmaklarını kıran, kızını baltayla kovalayan bir baba ve babanın kızına uyguladığı şiddeti, doğal bir babalık hakkıymış gibi gören anne vardı. Orta Anadolu'nun bir köyünde yaşayan bu aile, sözünü ettiğim 13 yaşında evden kaçan, 3 aydır haber alamadıkları kızlarını aramak üzere televizyona çıkmışlardı.

İlköğretim 7. sınıf öğrencisi bu kız, tam da zamanımızın yetişkin/çocuk tanımına uygundu. İçlerinde evliler de olmak üzere çok sayıda sevgilisi vardı. Okuldan kaçıyor, içki içiyor, bağ evlerinde sabahlıyor, ailenin yoksulluğuna karşın nereden geldiği belli olmayan parası eksik olmuyor; sözde, aileden gizli son model cep telefonu bulunduruyor; ayrıca, sosyal paylaşım sitelerinde tanıştığı sevgilileriyle yazışıyordu. Köyde, evli komşularından hamile kaldığı, hamile kaldığı adamın karısıyla birlikte gebelik testleri yaptırdığı söylentileri yayılmıştı. Beni asıl şaşırtan ise, köylü kadınların kızla ilgili söyledikleriydi. Kendilerine kayıp kızla ilgili sorular yöneltilen ve hepsi türbanlı olan kadınlar; bu kızı seviyor, kızın yaptıkları ve yaşam biçimine şaşırmıyor; onu ayıplamıyor, hatta böylesine maceralı bir yaşamı olduğu için, kıza karşı gizli bir hayranlık duyuyorlarmış gibi bir izlenim bırakıyorlardı. Kendi kendime sormadan edemedim: "Egemen güçlerin pek övündüğü geleneksel ahlak anlayışımız bu mu?.."

Şimdi bana diyeceksiniz ki; "Anlattığın, münferit bir olay." Hayır efendim, ben öyle düşünmüyorum. Belki abartılı diyebilirim; ama, görmek için bakanlar, çevrelerindeki pek çok gencin yaşadıklarının bu yaşananlardan pek de farklı olmadığını göreceklerdir. Geçmişte; burjuva, orta sınıf ailelerinin kiminde çocukluk yaşanmış olsa da, genel olarak toplumumuzda bugüne dek çocukluğun varolduğunu söylemek zordur. Bu teknoloji çağında ise, zaten olmayan çocukluk hepten yokolmakta ve farklı bir kimliğe bürünmektedir. Bütün bunların ışığında, şunu sormadan edemiyorum kendime: 'Dindar ve kindar' çocuk yetiştirmeyi amaç edinen  egemen güç, televizyon ve teknolojinin gücü karşısında başarıya ulaşabilecek midir? Belki, giyim kuşamlarıyla dindarmış gibi görüntü veren bir gençlik yaratabilir; ama, çocuk ve gençlerin beyinlerini ve duygularını hükmü altına alan televizyon karşısında yenik düşmeye mahkumdur.

Son olarak çocuk edebiyatı yazarlarına seslenmek istiyorum. Dostlarım: Yazdığınız kitaplarda, hitap ettiğiniz ve çok iyi bildiğinizi sandığınız çocuklar yok artık. Sizin eğlendirdiğinizi, güldürdüğünüzü, düşündürdüğünüzü sandığınız çocuk tipleri tarihe karıştı. Çocukları kendinize güldürmek istemiyorsanız romanlarınızı, öykülerinizi,  macera kitaplarınızı yazarken bu gerçeği göz önünde bulundurmayı unutmayınız.    

Not: Sözünü ettigim kızın aylar sonra ölüsü bulundu.

20 Mart 2013 Çarşamba

YOKOLMAKTA OLAN ÇOCUK (son)


Bundan önceki üç yazımda Neil Postman'ın, "Çocukluğun Yokoluşu" adlı eserinden yola çıkmış, Eski Yunan'dan başlayarak günümüze değin çocukluğun geçirdiği değişimleri anlatmıştım. Bu yazımda ise "Yokolmakta Olan Çocuk"la ilgili görüş ve düşünceleri toparlayacağım. Bir toplum kendini yeniden üretirken çocukluğu, kimi dönemlerde gerekli, kimi dönemlerde gereksiz kılmıştır. Konumuz dışı ama şu son yıllarda  ülkemizde toplum yeniden şekillendirilmekte, çok çocuklu, evine kapanmış, örtünmüş, kocalarının arkalarına gizlenmiş kadınlar üretilir ve revaçta olurken; bireysel hak ve özgürlüklerine sahip çıkan, eşitlik mücadelesindeki saflarda yer alan kadın gözden düşürülmeye, itibarsızlaştırılmaya (kovulmaya) çalışılmaktadır. Konumuza dönecek olursam; günümüzde çocukluğun 'kovulduğunu' ileri süren Neil Postman, yeni medyanın çocukluğun kovuluşuna neden olduğunu ileri sürmektedir. Hukuk, okul ve spor gibi toplumsal kurumların değişen görüş açılarını, çocuklar ve yetişkinlerin üslup ve stilinin karışıp birleşmesini çocukluğun yokolmakta olduğuna birer kanıt olarak gösteriyor Neil Postman.

TV'lerde artık 13. ve 14. yüzyıllardaki gibi minyatür çocuklar izlemekteyiz. Sanırım geçen yıldı; (programın adını anımsamıyorum) Erol Evgin ve Pınar Altuğ'un sunuculuğunu yaptığı çocuklar arası bir şarkı yarışmasına katılan, yaşları 8-15 arasında değişen çocuklar tıpkı programın sunucuları gibi kostümler ve tuvaletler içinde çıkıyorlardı sahneye. Yüzleri makyajlı, saçları abartılı şekilde yapılmıştı. Bildiğim kadarıyla bu programı, ne RTÜK ne de vatandaşlar eleştirdi. Yetişkin görünümündeki bu çocukların söylediği şarkılar yürek yakan aşklardan söz etmekle kalmıyor, erotizmi çağrıştıran sözler de içeriyordu. Oysa daha düne kadar okullarda çocuk şarkıları öğretilir, pek çok değerli besteci (Muammer Sun bunlardan biridir) çokça çocuk şarkısı bestelerdi. Erotizm de içeren aşk şarkıları öğretmek bir öğretmen için utanılası bir durumdu. Öğretmenlerin yetiştirildiği eğitim kurumlarında hep çocuğa görelik ön planda tutulurdu. TV programlarında hiçbir çocuk şarkısı söylenmiyor. Çocuk şarkılarına yer verilmiyor. TV programları, insanların anladıkları ve istedikleri şeyleri göstermektedirler. Çoğu insan, artık geleneksel ve idealize edilmiş çocuk modelini anlamamakta ve istememektedir. Çünkü bu model, onların yaşantıları ve tasavvurlarını desteklememektedir.

Toplumun bir kesimi yukarıda sözünü ettiğim durumdayken, diğer bir kesimi ise 'dindar ve kindar gençlik' yetiştirme arzusuna kapılarak küçücük kızların başlarını kapattırmakta, onları birer minyatür insan modeline büründürmektedirler. Geçenlerde gazetelerden birinde, bir ilkokulun önünde çekilmiş öğrenci resimleri yayımlandı. Buradaki kızların neredeyse tamamının başları tıpkı öğretmenlerinin başı gibi kapatılmıştı. Hepsinin  formalarının etekleri uzundu. Kızların yoksul görünümü olmasa, öğretmenlerinden ayırmakta zorluk çekiliyordu. Bu ailelerin çocuklarına, içlerinde erotizmi de barındıran aşk şarkıları öğretmedikleri kesin. Ama, onlar da yaşlarını göz önünde bulundurmaksızın dindar olmaları için, çocukların anlamlandıramayacakları soyut kavramları öğrenmeleri dayatmasında bulunuyorlar, ilahiler ezberletiyorlar. Yani, çocuklarını dindar birer yetişkin insan özelliklerine kavuşturma gayreti içindeler.  

Aynı şekilde çocuk edebiyatında da, değişimlerin çoğu medyanınkiyle aynı durumdadır. Çocuk edebiyatında, aileyi ve öğretmenleri eleştiren, var olan eğitim sistemini 'ti'ye alan pek çok çocuk kahramanla karşılaşırız. Pek çoğu, yetişkinlere ders verecek yetkinlikte görür kendini. (Burada, konunun dağılacağını düşünerek, yazar ve kitap adları vermekten, dini kitaplara değinmekten kaçınıyorum.) Yine TV'nin toplum üzerindeki etkisine dönelim. "Eğer, TV'nin içeriğine yakından bakacak olursak, yalnızca "yetişkinleştirilmiş" çocuğun doğuşunu değil, "çocuklaştırılmış" yetişkinin doğuşunun kanıtlarını da bulabiliriz." diyor Neil Postman ve şöyle sürdürüyor açıklamalarını: "Birkaç istisna dışında, TV'deki yetişkinler, işlerini ciddiye almamakta; çocuk bakmamakta; politik ve dinsel eğilimleri olmamakta; hiçbir geleneği temsil etmemekte; ufukları ya da ciddi planları bulunmamakta; kapsamlı konuşmalar yapmamakta ve hiçbir durumda yedi yaşındaki bir çocuğa tanıdık gelen herhangi bir şeyden söz etmemektedir." Kısacası, Neil Postman'ın söylediği gibi; 16. yüzyılda başlamış olan ve çocukların giyim tarzıyla bilinenden ayrı olan bir eğilime giriyoruz. Çocukluk kavramının zayıflaması ile birlikte, çocukluğun simgesel işaretleri de azalmaktadır.

Çocukluğun yokolmasının en önemli işaretlerinden birisi de; saklambaç, körebe, köşe kapmaca, elim sende vs. gibi denetimsiz çocuk oyunlarının son bulmasıdır.  Çocuk oyunları giderek resmi, profesyonel, son derece ciddi bir hale bürünmektedir. 1981'de on ulustan dört bin çocuğu içeren ve Kanada'nın Ontario kentinde bir futbol turnuvası düzenlenmiştir. On yaşındaki çocuklar arasındaki  bu oyunda, babaların saha kenarında tartışmasından kavga çıkmış, oyuncular birbirlerini sert oynamakla ve faul yapmakla suçlamışlardır. Daha sonra anne ve babalar saç saça, baş başa birbirlerine girmişlerdir. Yaşlı başlı antrenörler, çocukları insafsızca ve zorla yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Dünya çapında ün elde eden 12 yaşındaki patenciler, yüzücüler, jimnastikçiler oldukça yaygındır. Günümüzde, altı yaşındaki çocuklar bile oyunlarını kendiliğinden olmaksızın dikkatli bir danışmanlık altında ve yoğun bir rekabet düzeyinde oynamaktadırlar. Neil Postman soruyor ve yanıtlıyor: "Neden yetişkinler çocukların özgürlüğünü, kendiliğinden oyun oynama keyfini inkar ediyor? Neden çocukları profesyonel stilde yetiştirme, yoğunlaştırma, gerilime sokma ve medya esrarının insafına teslim etmektedirler? Çünkü, çocukluğun biricikliğine ilişkin geleneksel varsayımlar, hızlıca zayıflamaktadır. Burada farkında olduğumuz şey, oyunun kendiliğindenci biçimde oynanmadığı; şöhret, para, fiziksel koşullanma, sınıf atlama, ulusal gurur gibi amaçlar için oynandığıdır.Çocukluk yiterken çocuğun oyun görüşü de kaybolmaktadır."

Çocuk ve yetişkin görüş açılarının birleşip kaynaşmasına yönelik aynı eğilim eğlence üsluplarında da gözlenmektedir. TV'ye ilişkin 1980 Nielsen Raporu, 18 yaşın üstündeki insanlar olarak tanımlanan yetişkinlerin en beğendikleri programların, 12 ile 17 yaş arasındaki çocukların da en beğendiği 15 program arasında olduğunu belirlemiştir. Araştırmalar göstermiştir ki, şimdilerde çocuğu eğlendiren şey yetişkinleri de eğlendirmektedir. Giyim, yiyecek, oyunlar ve eğlence türdeş bir stile doğru ilerlerken, benzer gelişme dilde de görülmektedir.Gençlerin okum-yazmada "başarı düzeyi" yeterliliğine erişmeleri kapasitesinin azaldığı bilinmektedir. Usavurma ve geçerli sonuçlar çıkarma yeteneklerinin de zayıfladığı bilinmektedir. "Kirli sözcük" denilen yetişkin dili sırları, çocuklar tarafından tümüyle bilinmekle kalmamakta, çocuklar tarafından yetişkinler kadar serbestçe kullanılmaktadır. (Sokakta oynayan çocukların, küfürlü konuşmalarına çoğu kez tanık olmuşumdur) Bu gerçek, görgü kuralları kavramında bir yitişi göstermektedir. Dil, giyim, zevk, yemek alışkanlıkları vs. giderek türdeş, birbirine benzer hale gelirken, toplumsal hiyerarşi düşüncesinde kökenlenen uygarlığın hem uygulamasında hem de anlamında benzer bir çöküş ortaya çıkmaktadır. Günümüz koşullarında yetişkinlik, otorite ve havasının çoğunu yitirmiştir ve yaşlı olana saygı fikri, gülünç hale gelmiştir. Okullarda, "disiplin sorunları" denilen olaylar artmış, "teşekkür ederim" ve "lütfen" gibi geleneksel nezaket ifadeleri azalmıştır.

Bütün bunlar, hem çocukluğun çöküşünün, hem de yetişkinliğin karakterinde paralel bir alçalmanın göstergeleridir. Fakat, aynı sonuca işaret eden bir dizi acı gerçek daha vardır. Örneğin, 1950 yılında, tüm Amerika'da  15 yaşın altında olan yalnızca 170 kişi, FBI'ın ciddi suçlar dediği cinayet, tecavüz, hırsızlık ve şiddetli saldırıdan dolayı tutuklanmışlar. Bu sayı, Amerika'nın, 15 yaşın altında .0004 oranını temsil etmekteymiş. 1950 ile 1979 arasında, çocuklar tarafından işlenen ciddi suçların oranı, %11.000 artmıştır. Ciddi olmayan çocuk suçları ise % 8.300 artış göstermiştir. Git gide, yetişkinlerle çocuk suçları arasındaki farkın hızlıca kapandığı görülmüştür. Bu sonuçlar, Amerika'da meclis üyelerini, çocuk suçlulara yetişkinler olarak davranılması için acele yasa hazırlamaya yöneltmiştir. Pek çok eyalette, çocukların duruşmalarında genellikle uygulanan gizlilik esası kaldırılmıştır.

Çocuk suçluluğunu hem sıklığında hem vahşiliğinde bu hızlı artışın pek çok nedeni olmakla birlikte, en önemli nedeni çocukluk kavramının yitişidir. Çocuklar, psikolojik ve toplumsal çerçevelerin, yetişkinler ile çocuklar arasındaki farkları vurgulamadığı bir toplumda yaşamaktadırlar. Yetişkin dünyası, kendisini çocuklar için anlaşılabilir her tarza açtıkça, çocuklar kaçınılmaz olarak yetişkinlerin suç etkinliğini taklit edeceklerdir. Çocuklar aynı zamanda bu düzenin kurbanlarıdırlar da. Çocuklar suistimal edilmekte şiddet görmektedirler. Çocuklar dövülmektedir; çünkü, onlar çocuk olarak algılanmamaktadır. Kısacası çocuklar, minyatür yetişkinler olarak görülmektedir. Çocukların minyatür yetişkinler olarak algılanması, suç etkinliklerinin yanı sıra, başka eğilimleri de desteklemektedir. Örneğin, çocuklar arasında cinsel etkinliğin artan düzeyi oldukça iyi biçimde kanıtlarla ortaya konulmuştur. Catherine Chilman'ın sunduğu veriler, genç beyaz kızlar için artışın 1960'ların sonundan bu yana keskin olduğunu göstermektedir. Melvin Zelnick ve Jhon Kantner'in çalışmalarına göre tüm ırklar arasında evli olmayan 13-19 yaş arası kadınlar arasındaki cinsel etkinliğin yaygınlığı 1971 ile 1976 arasında % 30 artmıştır. Yani, toplumun % 55'i  19 yaşına kadar cinsel ilişkiye girmiştir.

Görüyoruz ki medya, çocuk ve yetişkin cinselliği arasındaki farkları silme anlamında önemli bir rol oynamıştır. Özellikle TV, tüm nüfusu yüksek bir cinsel heyecan durumu içine sokmakla kalmamakta, eşitlikçi bir cinsel ilişki türüne de vurgu yapmaktadır. Cinsellik, karanlık ve derin bir yetişkin sırrından herkes için hazır olan bir ürüne dönüştürülmektedir. Bütün bunların yanısıra, çocuk ve gençler arasında, uyuşturucu, alkol kullanımlarının da arttığı bilinmektedir. Bu gidiş karşısında her ne kadar çocuk hakları savunucuları olan kurumlar oluşsa, sorunun çözümü konusunda farklı düşünceler ortaya atılsa da, en çarpıcı görüşleri "Doğuştan Kazanılan Haklar" adlı eserinde Richard Farson ortaya koymuştur. Farson, çocuğun bilgilenme, kendi eğitim seçeneğini oluşturma, cinsel özgürlük, ekonomik ve politik güç, hatta kendi yaşam çevresini seçme hakkının hemen geri verilmesini savunur. Ayrıca Farson, ensest, çocuklar yetişkinler arasındaki cinsellik de dahil, tüm cinsel davranışların suçtan arındırılması gerektiğini; kendileri tarafından yönetilen "evler" de dahil olmak üzere çocuklara istedikleri yerlerde ve insanlarla yaşamaları için izin verilmesi gerektiğini de savunur. "Çünkü" der, "yetişkinlerin ilgilerinin içten olmadığına inanıyorum." Neil Postman ise, bu görüşü şöyle değerlendirmektedir;

"Bir yüzyıldan beri nasıl iletişim kurduğumuzu, neyi ilettiğimizi ve her şeyi paylaşma düzeni içinde neye ihtiyaç duyduğumuzu yeniden tasarımlamadığımızdan bu yana, yetişkinliğe ihtiyaç duymadığımız (bunu kabul etmeye cesaret edemememize rağmen) noktasında olduğu gibi çocuklara da ihtiyaç duymadığımız noktasına ulaştık. Farson'un önerilerini bu kadar korkutucu kılan şey, onun ironisiz ya da üzülmeksizin gerçeği açıklamasıdır."

Çocukluğun yokolmaması isteğiyle....






   





10 Mart 2013 Pazar

OKUMALARIM/ YETİŞKİN ÇOCUK (3)


Aynı konu başlığındaki bu üçüncü yazımı biraz geciktirdim. Devlet dairelerinin içine düştüğüm, önüme çıkan kalın duvarlar arasında yok olduğum; sonunda, başladığım noktaya döndüğüm günler yaşadım. Özel hayatım ve yazma çalışmalarım bu yüzden aksadı. Yazıma başlamadan önce küçük bir anımsatma: Bundan önceki iki yazım okunursa, söyleyeceklerim daha iyi anlaşılacaktır.

Neil Postman'ın "Çocukluğun Yokoluşu" adlı eserinde sözünü ettiği; matbaanın, modern yetişkinlik düşüncesini üretmesiyle birlikte bir kurgu olarak ortaya çıkan çocukluğun, günümüz elektrikli iletişim çağında nasıl da yokolmaya başladığı üzerine yazacaklarımın tamamı yine. Tabi ki, Neil Postman'ın bakış açısıyla... Elektrikli haberleşme çağında yok olan yalnız çocukluk değil, yetişkinlerin de şekil değiştirerek çocuklaşmakta olduklarını ileri sürmektedir Postman. Bunun doğruluğunu gösteren  görsel örneklerle karşılaşıyorum sık sık. Birkaç gün önce basılı medyada, aynı ekose kumaştan, aynı model (büzgülü ve mini) giysilerle dolaşan Pınar Altuğ ve kızının fotoğrafları yer aldı. TV reklamlarında, anne ile kızın aynı yaştaymış hissi uyandıran görüntüleri ve davranışlarıyla karşılaşıyoruz. Yine, magazin basınında, aynı erkeğe aşık olan anne ve kızlarından söz edildiği oluyor. Neil Postman, günümüz yetişkinlerini "Yetişkin Çocuk" olarak tanımlıyor. Durumu daha anlaşılır kılmak için yetişkinliği neyi ifade ettiğini kavramlaştırarak başlıyor söze. "Yoksa, çocukluğun ne anlama geldiğini açıkça ortaya koymakta zorlanırız." diyor

Yetişkin Çocukluk

Modern yetişkin; kendini sınırlama kapasitesine, hazzı erteleme hoşgörüsüne, kavramsal ve ardışık olarak karmaşık düşünme yeteneğine, hem tarihsel sürekliliğe hem de geleceğe ilişkin zihinsel meşguliyete, akla ve hiyararşik düzene yüksek bir değer biçme özelliklerine sahiptir. Neil Postman; "Elektrikli medya, okur-yazarlığı kültürün periferisine (dışına, haricine) gönderip onun merkezdeki yerine geçerken, farklı tutumlar ve karakter özellikleri değer kazanır ve yetişkinliğin yeni bir zayıflatılmış tanımı ortaya çıkar." diyor. Yetişkin- çocuk'u ise "Entellektüel ve duygusal kapasitesi gerçekleşmeyen ve özellikle çocuklarla ilişkili olanlardan önemli oranda farklı olmayan bir yetişkin kimse" olarak tanımlıyor. Ortaçağ'da yetişkin-çocuk normal bir durumdu, çünkü büyük ölçüde okur-yazarlığın, okulların ve nezaketin yokluğu nedeniyle yetişkin olabilmek için özel bir disiplin ya da öğrenme gerekmiyordu. Bir ölçüde benzer nedenlerden dolayı yetişkin-çocuk, kültürümüzde normal olarak ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlardan çıkan sonuç: İnsan gelişmesinin yeraldığı simgesel arena, kendi biçim ve içeriğinde ve özellikle çocuk ve yetişkin duyarlılıkları arasında ayrım gerektirmeyen yönde değişirken, iki yaşam devresi kaçınılmaz biçimde tek potada karışmaktadır.

Peki, nasıl oluyor da TV, bir yandan çocukluğun yok oluşuna, diğer yandan yetişkinlerin çocuklaşmasına neden oluyor?.. TV'den önce etkileşim içinde bilgilendirmelerde bulunulurken, politik yargıların denetlenebilirliliği göreceli kolaydı. TV'den sonra bu denetimi yapmak zorlaştı. Politik başarıyı arzulayanlar, kamunun bildiği şeyleri denetleyecek bir çaba içinde "imaj menejerleri" istihdam etmek zorunda kaldılar. TV imajının sürekli değiştiği yerlerde izleyici, eğer bunalmamışsa sözel olmayan enformasyon tarafından tümüyle esir alınır. Basit bir deyişle TV, kişinin dikkatini soyut, uzak, karmaşık ve ardışık olan fikirlere değil; somut, parlak ve bütünsel olan kişiliklere çeker. TV, "güçlü politik yargı" ile kastedilen şeyi, mantıksal bir konudan çok, estetik bir çerçeveye koyarak yeniden tanımlar. On yaşındaki okur-yazar bir çocuk, politik bir adayın sızdırdığı enformasyonu oldukça bilgili olan elli yaşındaki bir yetişkin kadar kolay ve hızlı biçimde yorumlayabilir ya da en azından tepki gösterebilir.

ABD Anayasası yazıldığı zaman James Madison ve meslektaşları, olgun yurttaşlığın zorunlu olarak yüksek bir okur-yazarlığı ve ona eşlik edecek olan analitik becerileri gerektirdiğini düşünmüşlerdi. Bu nedenle genel olarak 21 yaşın altında tanımlanan bir toplumsal kesim olarak gençlik, seçim sürecinden dışlanmıştı. George Counts; "..... Fazla ileri gidildiği sürece, TV çağındaki politik yargıların oluşumu, karmaşık okur-yazarlık becerileri ve hatta okur-yazarlığı bile gerektirmeyecektir." öngörüsünde bulunmuştur.

TV, haber gösterimlerinde aynı müzik, anlatılan konunun Afganistan'ın işgali, bir belediye bütçesinin kabulü ya da süper bir futbol zaferi olup olmamasına göre çalınır. Aynı müzik, "farklı" bir olaylar seti eşliğinde aynı spotlar altında her gece kullanılarak TV haberleri gösterimi, onların ana motiflerinin gelişimine katkıda bulunur: Bugünle ertesi gün arasında önemli farklılıklar yoktur, dün uyandırılan aynı heyecanlar bugün de uyandırılır ve hangi durumda olursa olsun günün olayları önemsizleşir. TV, yeterince doğal biçimde görsel imajı dayatmaya yönelir ve hemen tüm durumlarda insan yüzünün cazibesi, insanın ses gücünün üzerinde bir önceliğe sahip olur. Bir Tv spikerinin, sunduğu haberin anlamını kavraması gerekmez. Çoğu, konuştukları sözcüklere uyacak olan uygun bir yüz ifadesi bile göstermeyebilirler. Esas olan, izleyicilerin haber spikerlerinin yüzlerine bakmaktan hoşlanmalarıdır. Elli yaşın üzerinde kadın spikerlere, neredeyse hiç rastlamayız bu nedenle.

TV'deki tüm olay gösterimlerinin, tarihsel süreklilikten ya da herhangi bir diğer çerçeveden tümüyle yoksun biçimde ve beyinlerimizi farklılaştırılmamış bir akım içinde yıkayarak bir tür parçalı ve hızlı ardıllık içinde sunulmaktadır. Bu hem duyguyu hem de duyarlılığı körleten narkoz niteliğindedir. Ayrıca "haberleri" bu tarz tanımlama ya da verme biçimi iki ilginç etkiyi gerçekleştirmektedir. Birincisi, bir olaya ilişkin düşünmeyi, ikincisi de bir olayı hissedebilmeyi güçleştirmesidir. TV haberler show'nun heyecanı, bir öz değil, büyük ölçüde bir hızlılık işidir. Heyecan, haberin anlamına değil hareketine ya da akımına yöneliktir. "Önceki nedenleri ya da sonuçları olamayan haber programlarındaki tüm olayların değer içermez ve bu yüzden anlamsız olduklarıdır. Burada, TV haber show'larının korkunç biçimde gerçek dışı oldukları akıldan çıkarılmamalıdır." diyor Postman.

TV haberler show'unun yanıtı şudur: Dünyada ayırt edilecek oran anlamı ya da duygusu yoktur. Olaylar tümüyle özel durumla ilgilidirler; tarihin, günün önemli olaylarla ilişkisi yoktur; bir şeyi bir diğeriyle ilgilendirmenin ussal temelleri yoktur. Deyim yerindeyse haberler, bir yetişkin dünya görüşü değildir. Show türü bir program, belirli etkiler dizisi üretmek için dikkatlice sahnelenen bir eğlence, oyun ve fantezi dünyasıdır ki bu  dünyada izleyici gülme, ağlama ya da duygusuzlaşma ya da uyuşmaya terk edilir. "Bu haber show'un işidir ve yapımcıların Emmy ödülleri alırken yaptıkları gibi bu tür showların amacının kamuyu bilgilendirmek olduğunu iddia etmek, üfürmektir." diyor Neil Postman.

Yasalar, çocukların ticari işler yapmasına şiddetle karşı çıkmaktadır. Okur-yazarlığın yükselişinden yoğun olarak etkilenen kapitalist ideoloji içindeki çocukların, bir satıcının ürünü değerlendirmek için analitik becerilere sahip olmadıklarını, çocukların henüz tam anlamıyla ussal işlere muktedir olmadıkları anlayışını korur. Fakat TV'deki reklamlar, ürünlerini analitik beceriler gerektiren ya da ussal ve olgunlaşmış yargı çerçevesinde düşünmemizi gerektiren biçimde sunmaz. Tüketiciye sunulan, gerçekler değil, fakat hem yetişkinlerin hem de çocukların kendilerini eşit bağlılıkla (bağlamayla) ve mantık ya da kanıtlama sorumluluğu olmaksızın bağlayabildikleri yanlış fikirlerdir. Önemli nitelikteki TV reklamlarının çoğunluğu tutarlı ve uygun bir teoloji etrafında düzenlenen dinsel mesel biçimini anlatır.Tüm dinsel meseller gibi TV reklamları da bir günah kavramı, kefaret biçimine ilişkin imalar ve Cennet imgelemi ileri sürerler. TV reklamları, şeytanın köklerinin ve kutsal yükümlülüklerinin ne olduğunu da açıklarlar. Eğer kişi reklamda önerilen tarzda davranırsa ödüllendirilecektir. Fakat, sonuç kısmının sunulmasında bize bir Cennet imgesi gösterilir.

Sonuç olarak TV reklamları, yetişkinlik ile çocukluk arasındaki hattı bulanıklaştırmakta, çünkü çocuklar TV reklamlarının teolojisini anlamakta güçlük çekmektedirler. TV reklamlarında varlığın doğasına ilişkin derin bir sorunu telkin eden ya da talep eden bir şey yoktur. Bu teolojiyi benimseyen yetişkin, çocuktan farklı değildir. TV, bir anlamı geçmişe ya da geleceğe iletmede etkili kaynaklara sahip değildir. Şimdi merkezli bir araçtır. TV'deki her şey "şimdi" gerçekleşen biçimde izlenir. İzleyicilere, izledikleri videoteybin günler ya da aylar öncesinden hazırlandığı dili içinde söylenmesi gerekliliğinin nedeni budur. Sonuç olarak, şimdi, tamamen oransız biçimde genişletilir ve yetişkinlerin TV tarafından sonuçlara çocukça aldırmazlıkta olduğu gibi yakın, zevk için çocukça ihtiyacı normal olarak kabul etmeye zorlanmalarının mantıksal bir varsayımı ya da tahminidir. TV, toplumsal davranış kurallarına uymayı gerektirmeksizin izole bir yaşam oluşturmaya yöneltir. Sizin dikkat göstermenizi bile gerektirmez ve sonuçta da bir yetişkinin toplumsal bütünleşme ya da bağlılık bilincini geliştirmez.

TV, sadece çok sayıda insanın kolayca ulaşmasından değil, TV'deki her şeyin, bir tartışma ya da fikirler dizisi değil, bir hikaye biçiminde verilmesinden dolayı kitlelerin ilk gerçek tiyatrosudur. Politika, bir hikaye olmaktadır. Haberler, ticaret, din de öyle... Bilim bile hikaye biçiminde verilmektedir. Matbaanın basımında öncü olan ve yetişkin zihnine özel bir karakter veren Açıklama Çağı hemen hemen bitmiş, yerini "Ticari Show Çağı" almıştır. TV'nin işi show yapmak, soyutlamadan vazgeçmek ve her şeyi somutlaştırmaktır. İşte, yetişkinliğin zayıflatılma nedeni bu bağlamda düşünülmelidir. Resimler ve öyküler, çocukların dünyayı anladıkları doğal biçimlerdir. Açıklama ise büyükler içindir.

Fonetik okur-yazarlık, M.Ö. 5.yüzyılda Atinalılar'da zihnin eğilimlerini değiştiriken, M.S. 5.yüzyılda toplumsal okur-yazarlığın yitmesi, Ortaçağ zihniyetinin oluşumuna yardım ederken, 16.yüzyılda tipografi ya da matbaacılık düşüncenin karmaşıklığını artırırken-gerçekte zihin içeriğini değiştirdi-TV de çocuk ile yetişkin arasında ayrım yapmamızı gereksizliştirmektedir, çünkü mentaliteleri türdeş hale getirmek, TV'nin doğasında vardır. Goldenson, 1981'de Emerson Koleji'nin diplama töreninde konuşurken mezunlara şunları söylemiştir: "Artık geleneksel becerilerin ustalığına güvenemeyiz. İletişimciler, oyuncular, buluşçular ve yurttaşlar olarak bizim (elektrik devriminin) yeni bir okur-yazarlık türüne gereksinimimiz vardır. Bu, görsel bir okur-yazarlık, elektronik bir okur-yazarlık olacaktır."

Bu yazımda yalnız, "Yetişkin Çocuk"u değil, "Yokolmakta Olan Çocuk"u da anlatmayı planlamıştım; fakat, konunun uzayacağı, bu nedenle okuyucuyu zorlayabileceği düşüncesiyle yalnızca "Yetişkin Çocuk"u anlatabildim. Tabi ki, çok kısaltılmış bir özet halinde... Bir sonraki yazımın konusu, "Yokolmakta  Olan Çocukluk", daha ilerde ise, Türkiye'deki çocukluğu anlatmayı düşünüyorum. Bu konuya ilgi duyanlara, daha geniş bir görüş edinebilmeleri için, "Çocukluğun Yokoluşu"nu okumalarını öneririm.  


   


27 Şubat 2013 Çarşamba

OKUMALARIM/ ÇOCUKLUĞUN YOKOLUŞU (2)

"Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya..."
Gülten Akın

Bir önceki yazımda, Neil Postman'ın "Çocukluğun Yokoluşu" adlı eserinden yola çıkarak Eski Yunan'dan  1850-1950'li yıllara (çocukluğun doruğa ulaştığı yıllar)  dek geçen dönemde çocukluğun durumlarını konu etmiştim. Neil Postman; "Çocukluk biyolojik bir kategori değil, toplumsal bir kurgudur. Çocukluk tasarımı, Rönasans'ın büyük icatlarından biridir," diyor ve ekliyor; "ama tüm toplumsal kurgular gibi çocukluğun süreğen varlığı da kaçınılmaz değildir; çocukluğun yokolduğu günleri yaşıyoruz."

Bir öncekinde olduğu gibi, yine Neil Postman'ın görüşlerini derleyeceğim bu yazımda da.
1850-1950 arasındaki dönem, ailelerin çocuklarına yönelik olarak en üst düzey empati, şefkat ve sorumluluğu onaylayan ruhsal mekanizmaları geliştirdiği dönemdir. Yüzyılın bitiminde ise çocukluk kültürel bir ürün olarak değil, biyolojik bir kategori olarak tanımlanmaya başladı. Aynı dönemde, çocukluğa yaşam veren çevre yavaş yavaş parçalanmaya başladı. Bu parçalanmaya gidişin başlıca nedenlerinden biri, Morse'un elektrikli telgrafı icadıdır. Diğeri ise Charles Darwin'in ortaya attığı evrim teorisiyle ilahi kavrayışın yerine bilimsel  varsayımlar koyarak, ilahi kavranışın yerinden sökülmesine neden oluşu dünya dengesini bozucu bir etkide bulunuşudur.

Elektrikli telgrafın icadıyla haberleşmenin niteliğinin ve yayılma hızının değişimi sonucu toplumsal yapıda da değişikler başladı. Bu konuda Marshall MacLuhan diyor ki: " İnsan elektrikli bir çevrede yaşadığı zaman doğası dönüşür ve özel kimliği, ortak bütünle karışıp birleşir. Artık o 'kitle insanı' olur. Kitle insanı, ilk olarak radyo çağındaki bir görüngü biçiminde fark edildi, fakat ortaya çıkması elektrikli telgraf ile gerçekleşti."  Elektrik hızı, insan deneyiminin ötesine geçen bir eşzamanlılık ve hızlılık dünyasına götürdü. Böyle yaparak da kişisel stili, gerçekte insan kişiselliğinin kendisini, iletişimin bir yönü olarak saf dışı etti.

Telgraftan önce bilgiyi mekan içinde iletmenin teknik güçlüğünden dolayı haberler, insanların yaşamları için seçici ve uygun olmaya yönelikti. Telgraftan sonra ise dünya, enformasyon seliyle dolarken bir insanın ne kadar çok şey bildiği sorunu, insanın bildiği şeylerden ne tür kullanımlar için yararlandığı sorunundan daha fazla önem kazandı. Daha önceleri çocukluk, yalnızca yetişkinlerce denetlenen belirli bir enformasyon biçiminin, çocuklara psikolojik açıdan özümlenebilr yollar olarak görülen aşamalar içinde verildiği bir çevrenin sonucuydu. Çocukluğun sürdürülmesi, işlenmiş enformasyon ve ardışık öğrenme ilkelerine dayanıyordu. Fakat telgraf, enformasyonun denetimini  ev ve okuldan zorla çekip alma sürecini başlattı.

Tabi ki elektrikli telgrafla birlikte, okur-yazar dünyanın toplumsal ve entellektüel yapısının büyük ölçüde bozulmadan ya da dokunulmadan kaldığı ve özellikle çocukluğun fazla etkilenmediği olasıdır. Çünkü telgraf, sadece izlenecek şeyin önsel bir göstergesiydi. 1850 ile 1950 arasında iletişimin yapısı çözüldü ve sonra aralıksız bir buluş akışıyla (rotatif, kamera, telefon, pikap, sinema, radyo ve TV) yeniden yapılandırdı. Elektrikli iletişimin yapısına paralel giden 'grafik devrimi' denilen bir ortam (simgesel resimler, karikatürler, posterler ve reklamların doğuşu) oluşmuştur. Elektronik ve grafik devrimleri düşünce dünyasını ışık hızına sahip resimler ve imgeler içinde yeniden düzenleyerek dil ve edebiyat üzerine eşgüdümsüz olan fakat güçlü bir saldırıyı simgeledi.

Dil, yaşama ilişkin bir soyutlamadır. Fakat resimler, yaşamın somut ifadeleri ya da göstergeleridir. Gerçekte bir resim, binlerce sözcüğe değebilir, fakat hiçbir anlamda yüzlerce ya da binlerce sözcüğe eşit değildir. Resim, bir önerme ileri sürmez; kendisine olan karşıtlığa işaret etmez; uydurulması gereken kanıtlama ya da mantık kuralları yoktur. Bu yüzden resimler ve diğer grafik imgeleri 'bilişsel açıdan geri'dir. Oysa basılı sözcük, okuyucudan 'doğruluk içeriği'ne saldırgan bir yanıt vermesini gerektirir. Kişi, eğer yeterince bilgi ve deneyime sahipse kuramda belirleme yapabilir. Ama resimler, gözlemcinin estetik bir tepki vermesini gerektirir. Resimler, aklımıza değil, duygularımıza seslenir. Bizden düşünmemizi değil, duyumsamamızı isterler. Rudolf Arnheime; "resimler, zihinlerimizi uyutma potansiyeline sahiptir," der ve şöyle devam eder: "Geçmişte, olayları hemen iletme yetersizliği, dilin kullanımını gerekli kılmış ve bu yüzden insan zihnini, yeni kavramlar geliştirmeye zorlamıştı. Çünkü, olayları betimleyebilmek için insanın geneli özelden çıkarması, yani seçmesi, karşılaştırması ve düşünmesi gerekiyordu. Ancak iletişim, parmakla dokunularak başarılabildiği zaman ağız sessizce büyümekte, yazmak için el durmakta ve zihin büzülmektedir."

Kırk beş yıl sonra, Arnheime'nin bu tahmini, resimli görüntüye dayanan reklamcılığın, okur-yazar dünya varsayımlarının temelini zayıflatmada tek ama en yıkıcı güç olduğunu iddia eden Robert Heilbroner aracılığıyla doğrulandı. Bu yazarlar, Roland Barthes gibi çocukluğu olanaklı kılan sosyal ve entellektüel hiyerarşileri destekleyemeyen simgesel bir dünyanın oluştuğunu ileri sürmektedirler. Yeni teknolojik gelişimlerle birlikte, diğer birçok yapay ürün gibi çocukluk da eskimeye başlıyordu. Elektrik ve grafik devrimlerinin bir araya gelmesi, TV sayesinde gerçekleştirilmiştir. Yine, çocukluk ile yetişkinlik arasındaki bölücü hattın sarsılması da TV sayesinde olmuştur.

Okur-yazar kişi, düşünsel ve analitik, sabırlı ve iddiacı, daima dengeli olmayı öğrenmelidir. Bu davranış biçimini gençlerin öğrenmesi güçtür. Bu nedenle aşamalar halinde öğrenilmelidir. Çocukların öncelikle eleştirmeyi değil, sadece açıklamayı öğrenmelerini beklemenin nedeni, aşamalar halinde öğrenme tarzından kaynaklanır. Okul müfredatı daima yetişkin zorlamalı, sansürün en zorlu ya da ikna edici ve ısrarlı olduğunun  ifadesidir. Okullarda çocuklar, yaş gruplarına ve algı düzeylerine göre eğitilirler. Fakat TV ile birlikte bu enformasyon hiyerarşisinin temelleri çökmüştür. TV görsel araçtır. Dilin TV'de işletilmesine ve bazen de önem arzetmesine karşın izleyicinin bilincine egemen olan ve eleştiriel anlamları taşıyan görüntü ya da resimdir.İnsanlar TV'yi izlerler. TV'yi okumazlar.Ne de çoğunlukla dinlerler. Onu sadece izlerler. Bu yetişkinler ve çocuklar için, entellektüeller ve emekçiler için, aptal ve akıllı insanlar için de geçerlidir. McGuffey'e göre okuyucu analojisine, hazırlığa, önsel eğitime de gerek duymayız. Ayrıca, görüntülerin abecesi yoktur. İmgelerin anlamını yorumlamayı öğrenirken gramer, heceleme, mantık ya da sözcükbilgisine gerek duymayız.

Damerall diyor ki: "Hiçbir çocuk ya da yetişkin, TV izlerken daha fazla TV karşısında kalarak daha iyi konuma gelmez. Gereken beceriler o kadar basittir ki henüz yeteneksizliğinden dolayı TV izleyemeyen bir vaka duymadık." Okuyucunun yeteneğine göre ayarlanabilen kitapların tersine TV imgesi yaşa bakmaksızın herkesin izleyebileceği niteliktedir. Yapılan araştırmalara göre, çocuklar üç yaşında iken sistematik bir dikkatle TV izlemeye başlamaktadırlar. Fakat programlar, reklamlar ve ürünler yalnızca üç yaşındaki çocuklar için değildir.Bütün bunlardan TV'nin, çocukluk ile yetişkinlik arasında kesim çizgisini üç biçimde aşındırdığı sonucunu çıkarabiliriz:
1.Biçimini anlamayı sağlayacak bir eğitim gerektirmez,
2. TV, gerek zihinden gerekse de davranışlardan karmaşık istemlerde bulunmaz,
3.TV, izleyicisini ayrıma tabi tutmaz.
Bu özellikleri nedeniyle TV, 14. ve 15. yüzyıllarda var olan iletişim biçimini yeniden yaratmaktadır. Tüm bu koşullar içindeki medya, herhangi bir sırrı kendine saklamayı ya da elinde tutmayı olası görmez.  Sırlar olmaksızın, çocukluk da olmayabilir.

Sonuç olarak TV, mevcut kültür içinde var olan her tabudan yararlanır. TV, yalnızca resimsel bir araç değil, şimdi merkezli ve ışık hızlı bir araçtır. Bir konu üzerinde uzun uzun duramaz, konuyu derinlemesine araştıramaz. Örneğin herhangi bir ülke tarihi üzerine elli, çocukluk üzerine beş yüz, Kurtuluş Savaşı üzerine binlerce kitap olabilir. Ama TV, bu konuda yapacağı bir şey varsa hemen yapar, sonra enformasyonu iletir. Akademi ödülleri, güzellik yarışmaları, ünlü kişilerin 'maskaralıkları',  basın konferansları, medya yıldızlarının mücadeleleri gerçeklikten dolayı değil, TV'nin konu gereksiniminden dolayı var olurlar. TV bu olayları kaydetmez ama yaratır ya da oluşturur. Diana Zuckerman, "TV izlemenin, tanımadığımız insanların olduğu bir partiye gitmeye benzediğini söyleyebiliriz," diyor. TV, sınırlamaların olmadığı bir serbest giriş teknolojisidir.  Biz yetişkinler konuşurken, çocuklar duymasın diye sürekli fısıltı halinde, ya da onların anlamayacakları sözcükler kullanarak konuşabiliriz. TV fısıldayamaz, çocuklar TV'nin gösterdiği her şeyi görürler.

Cherston'a göre ayıp, barbarlığın küçük bir koyda tutulması mekanizmasıdır. Barbarlığın çoğu, muhtelif olayları kuşatan gizem ve korkudan kaynaklanır. Bu olgular arasında düşünce ve sözcükler de vardır. Düşünce ve sözcüklerin tümü, sürekli biçimde halkın gözünden saklanarak gizemlileştirilir ve korku veren şey haline getirilir. Biz de onları saklayarak gizemleştiriyoruz. Gizemleştirerek düzenliyoruz. Bazı durumlarda yetişkinler, bu sırlarla ilgili bilgilerini birbirlerine bile açıklamazlar. Ayıp duygusunun aşılanması, çocuğun formal ve informal eğitimlerinin zengin ve hassas bir parçasını oluşturmuştur. Diğer bir deyişle çocuklar, giz ve korkularla kuşatılmış bir sırlar dünyasına daldırılmışlardır. Bu dünya, ayıp duygusunun bir ahlaki direktifler içinde nasıl iletileceğini onlara devreler içinde öğretecek olan yetişkinler tarafından çocuklara anlatılan bir dünyadır. Çocuğun görüşüne göre ayıp, yetişkinlere güç ve otorite vermektedir. (Burada sözü edilen ayıp, toplumun enformasyon yapısı tarafından oluşturulan -eteğini ört, bacağın görünüyor- ayıp değil, insan tarihinin ve korkularının oldukça derinlerine giden bir ayıp kavramıdır.)

Ayıbın ortadan kalkışıyla birlikte görgü kurallarına verilen önem, dil ile ilgili seçicilik de önemini yitirmiştir. Margaret Mead; artık yetişkinlerin gençlere danışman ve akıl veren kişi olarak hizmet edemediği yeni ve hızlı biçimde değişen, enformasyona serbestçe sahip olunan bir dünyaya girdiğimizi ileri sürmektedir. Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi elektrikli medyanın hem yetişkinliğin otoritesine hem de çocukların merakına ciddi bir darbe indirdiğini göstermektedir. Belli bir dereceye kadar merak, gençliğe doğal gelir,
fakat gelişimin sırlarını açmak iyi düzenlenmiş soruların gücünün yükselen bilincine bağlıdır. Bilinen ve henüz bilinmeyenin dünyasının köprüsü şaşkınlıkla kurulur. Fakat şaşkınlık büyük ölçüde çocuğun dünyasının yetişkininkinden ayrı olduğu, çocukların sorularıyla yetişkin dünyasına girmeye çalıştığı bir durumda gerçekleşir. Medya, iki dünyayı birleştirirken ve çözülmeyen sırların yarattığı gerilimi azaltırken şaşkınlığın hesabı değişir. Merakın yerini siniklik ve hatta daha kötüsü kibir alır. Otoriter yetişkinlere değil, herhangi bir kaynaktan gelen haberlere güvenen çocuklarla baş başa kalırız. Hiç sormadıkları sorulara yanıtlar verilen çocuklarla ya da kısacası çocuksuz bir dünya ile baş başa kalırız.

TV, insan cinselliğinin kamusal teşhirinin, gizemliliğinden ve saygınlığından yoksun kalmasını hem cinselliğin karakter ve anlamını hem de çocuk gelişimini değiştirmiştir. 1981'de New York Eyalet Başvuru Mahkemesi pornografik film konusunu belirlemede çocuklar ile yetişkinler arasında ayrım yapılamayacağını yasaya bağlamıştır. Eğer bir film müstehcen olarak değerlendirilir ve mahkeme yasayı uygularsa, mahkumiyet istenebilirdi. Eğer, müstehcen olarak değerlendirilmezse, çocukların statüsüyle çocuklar arasında ayrım yapan herhangi bir yasanın haksız olduğu belirtilmiştir. Hastalıktan ölüme, cinsellikten şiddete her türlü yetişkin bilgisini sansürsüz olarak elde edebilmektedir artık günümüzün çocukları. Bütün bunlar; zamanından önce yetişkin enformasyonunun gizli bahçesine giren çocukların, çocukluk bahçesinden kovuldukları anlamına gelmektedir.

TV yalnız çocukların dünyasını değil, yetişkinlerin dünyasını da değiştirmiştir. Bir sonraki yazımda "Yetişkin Çocuk" ve "Yokolmakta Olan Çocukluk"tan söz edeceğim. Bu görüşler, Neil Postman'ın Amerikan toplumunu gözönüne alarak yaptığı değerlendirmelerdir. Bu nedenle, konuyla ilgili son yazımda Türkiye'deki çocukluktan söz etmeyi düşünüyorum.

21 Şubat 2013 Perşembe

OKUMALARIM/ ÇOCUKLUĞUN YOKOLUŞU (1)


Bir arkadaşım, yarıyıl tatili nedeniyle evde yalnız kalan torunlarının (6-10 yaş) bakım görevini üstlendi. Evinin kapısını kilitledi, kısa sayılmayacak bir yolculuktan sonra torunlarına ulaştı. İyi niyetliydi. Büyükannelik görevini yerine getireceği için mutluydu. Fakat, olaylar umduğu gibi gelişmedi, 10 yaşında bluğa eren, önündeki bilgisayarla sürekli erkek ve kız arkadaşlarıyla mesajlaşan, kendi kurallarını kendisi belirleyen, kahvaltıya çağrıldığında "benim kahvaltı saatim gelmedi" türü itirazlarla büyükanneyi çıldırtan bir kadın/çocukla karşılamıştı (küçük daha uyumlu). Yüzlerce çocuğa öğretmenlik yapmış büyükanne, tek bir çocukla başa çıkamaz, ne yapacağını bilemez hale geldi. Sonunda, yaşadığı stres nedeniyle, aniden beliren kısa süreli bir körlük yaşadı. Sağlığının daha fazla bozulmaması için üstlendiği görevi yarıda bırakarak evine döndü.

Olayın yaşandığı günlerde, Neil Postman'ın "Çocukluğun Yokoluşu" adlı kitabını yeniden okuyordum. Neil Postman bu eserinde, "Bebekliğin tersine çocukluk, biyolojik bir kategori değil, toplumsal bir kurgudur. Çocukluk tasarımı Rönasans'ın büyük icatlarından biridir. Bilim, ulus devlet ve dinsel özgürlükle birlikte, hem toplumsal bir yapı hem de psikolojik bir koşul olarak çocukluk, on altıncı yüzyılda ortaya çıkmış, günümüze dek inceltilip geliştirilmiştir. Ama her toplumsal kurgu gibi çocukluğun süreğen varlığı da kaçınılmaz değildir." diyor ve ekliyor: "Çocukluğun yokedildiği günleri yaşıyoruz." Bu görüşlerden yola çıkarak, arkadaşımın şaşkınlığı, torunuyla başedememesi, çaresizliği de torununun çocuktan çok, çocukluğa başkaldıran birine dönüşmesinden kaynaklanmış olabilir diye düşünüyorum.  

"Çocukluğun Yokoluşu" ndan edindiğim bilgiler ışığında, Eski Yunan'dan başlayarak günümüze değin çocukluğun geçirdiği evrelerden söz edeceğim. Eski Yunan dünyasında, eğitim ve okullaşmaya önem verilmesine karşın, çocukluk kavramı olup olmadığı bilinmemektedir. Bu okullardan daha çok gençlerin yararlandığı bilinmektedir. Eski Yunanlılar'da küçük çocukların öldürülme uygulamasına karşı ahlaki ve yasal sınırlamaların olmadığı bilinmekteymiş. Aristo, bu korkunç geleneğe karşı çıkmış ama kuvvetli bir itirazda bulunmamış. Romalılar'da ise çocukluk bilincinin az da olsa geliştiği biliniyor. Romalılar, gelişen çocukluk ile ayıp düşüncesi arasında bir bağlantı kurmaya başlamışlar. "Bu, çocukluk düşüncesinin evriminde çok önemli bir adımdı. İyi geliştirlmiş bir ayıp düşüncesi olmaksızın çocukluk varolamaz." diyor Postman. Roma İmparatorluğu'nun çöküşüyle klasik kültür yokolmuş, Avrupa Ortaçağ denilen karanlık bir döneme girmiştir. Neil Postman diyor ki: "Her yetişkin bunu bilir. Bilimeyen ise, Roma İmparatorluğunun yıkılışıyla birlikte; 1. Okur-yazarlık, 2.Eğitim, 3.Ayıp kavram,ı 4. Çocukluk, yitmiştir."

Okur-yazarlığın ortadan kaybolma (bin yıllık devre) nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte karanlık Ortaçağ boyunca, alfabe harflerinin yazma stillerinin değiştirilmesi; eğitimin, okuma yazma bilmeye gerek duyulmadığı zenaat ve çıraklık eğitimine dönüştürülmesi; kilisenin, dinin gizlerinin anlaşılmaması için okunması zor süslü harflere yönelmesi (hattatlık) vb... nedenler sıralanmaktadır. Sözel kültürün egemen olduğu Ortaçağ'da,  J: H: Plumb'un belirttiğine göre: "Kesinlikle ayrı bir çocukluk dünyası yoktu. Çocuklar yetişkinlerle aynı oyunları, aynı oyuncakları ve aynı peri masallarını paylaşmışlardı. Yaşamlarını yetişkinlerle birlikte sürdürmüşlerdi. Brueghel'in, içkiden sarhoş olan kadınları ve erkekleri gösteren, her birinin dizginlenmemiş bir şehvetle yürürken çizdiği sıradan bir köy festivali tablosunda, yetişkinlerle yemek yiyen ve içki içen çocuklar da vardı."

Ortaçağ'da çocukluğun olmayışını Aries ise şöyle anlatmaktadır: "Çocukların önünde cinsel konuları tartışma çekingenliğinin olmadığını da söyleyebiliriz. Cinsel dürtüleri gizleme düşüncesi, yetişkinlere yabancıydı. Çocukları cinsel sırlardan koruma fikri, bilinmiyordu. Önlerinde her şeye izin veriliyordu: Bayağı dil, açık-saçık davranış ve durumlar. Çocuklar her şeyi işitiyor ve gülüyorlardı. Çocukların mahrem kısımlarıyla oynama davranışı, yaygın bir gelenek oluşturuyordu."

Matbaanın  icadı; öğretmen kesiminin oluşumu, okur-yazar sayısının artması, haberleşmenin yaygınlaşması, pek çok kitap ve dergi basımının gerçekleşmesi sonucu kişilerin bilinç düzeyi, olaylara bakışları, yorumlayışları vb.. konulardaki ve sosyal alandaki gelişmeler, çocukları yetişkin yaşama hazırlama fikrini ortaya çıkmış, bu nedenle yalnız çocuklara yönelik çok sayıda okul açılmış böylece çocukluk yeniden icat edilmiştir bir anlamda. 1544'de Thomas Phaire, pediatri üzerine ilk kitabı yazmıştır. 1774'te ise, bir yayıncı olan Jhon Newbery tarafından ilk çocuk öyküsü olan "Dev Katil Jack" adlı kitap basılmıştır.  "Her nerede, okur-yazarlık yüksek ve sürekli bir değer görmüşse orada okullar açılmış ve orada çocukluk anlayışı hızla gelişmiştir." diyor Neil Postman.

16.yy'ın sonlarına doğru matbaa üzerine temellenen yeni ve büyüyen bir ticari sistem ve eğitim üzerine düzenlenen yeni bir aile kavramı ortaya çıkardı. Norbert Elias diyor ki: "Ayıp ve mahcubiyet boyutları olan bir cinsellik kurumu ya da anlayışı ve bu anlayışa denk düşen davranış kısıtlamaları giderek toplumun tümüne az ya da çok ama eşit biçimde yayıldı. Yetişkinlerle çocuklar arasındaki mesafe arttığı zaman 'cinsel aydınlanma' 'vahim bir sorun' haline geldi." 16.yy. sonlarına kadar öğretmenler, çocukların 'edepsiz kitaplar' ın yanına yaklaşmalarına izin vermemişler ve müstehcen dil kullanan çocukları cezalandırmışlardır. Çocuk kitaplarıyla ilgili ilk sansürleme işlemleri de o tarihlerde başlamıştır.

18.yy'da endüstri devriminin gerçekleşmesiyle birlikte, çocukluk yeniden tehlikeye girmiş, kötü günler yaşamaya başlamıştır. Çocukların özel doğası, ucuz işgücü olarak faydalanma biçimine tabi kılınmıştır. Lawrence Stone'un belirttiği gibi, "Endüstriyel kapitalizmin bir etkisi de, çocuğu fabrikadaki rutinleştirilmiş emeğe koşullayacak bir sistem olarak görülen okulun, cezai ve disiplinsel yönlerine destek çıkmaktı." İngiliz toplumu, 18. kısmen de 19. yüzyıllar boyunca İngiliz endüstriyel makinesine yakıt atmak için kullanılan çocuklara yönelik davranışında özellikle vahşiydi. 1780'lerin sonlarına kadar çocuklar, cezası asılmak olan iki yüzden fazla suça mahkum edilmişlerdi. Yedi yaşındaki bir kız çocuğu, elbise çaldığı için Norwich'de asılmıştı. Charles Dickens de dahil olmak üzere birçok yazarın yazınsal yapıtları, 18. yüzyıldan 19.yüzyılın ortalarına kadar yoksul çocukların peşini bırakmayan acımasızlıkları işlemektedir. Yine 18.yy'da Goethe, Voltaire, Diderot, Kant, David Hume, Edward Gibbon, Locke, Rousseau gibi aydınlar çocukluk fikrini besleyip yaygınlaştırmaya devam etmişlerdir.

"Çocukluk, biyolojik bir kategori değil, toplumsal bir kurgudur," görüşünü savunan Neil Postman diyor ki, "Tüm toplumsal kurgular gibi çocukluğun süreğen varlığı da kaçınılmaz değildir. Günümüzde hızlı iletişim, gelişen teknoloji ve özellikle de televizyon çocukluğun sonunu hazırlamaktadır."

Neil Postman'ın bu konudaki görüşlerine ve kendi düşüncelerime bir sonraki yazımda yer vereceğim. Asıl üzerinde durmak istediğim konu ise; kendi toplumumuzda, yani Türkiye'de çocukluk yaşandı mı? Yaşanmadıysa nedenleri ve sonuçları nelerdir? Çocukluk durumları çocuk yazınına yansımış mıdır?  Günümüz Türkiye'sinde çocukluk adına yaşananlar nelerdir?




       

13 Şubat 2013 Çarşamba

ÖNERİLER/ BIRAK ŞU CİDDİYETİ!..

Uyarıyorlar beni kimi dostlarım; "Artık öğretmen değilsin; bırak şu ciddiyeti ! Çok sıkıcısın çok! Eğlenceli olsana biraz!" diyerek... Dostlarıma hak veriyorum. Hem çok ciddi hem de çok 'sıkıcı'yım. Öğretmenliğimin rolü vardır mutlaka 'sıkıcı' olmamda; ama, asıl nedeni çağa ayak uyduramayışımdandır. Doğayı acımasızca katledenlere, 'en iyi çevreci ödülü'; haklarını arayanları biber gazına boğanlara, 'örnek insan hakları savunucusu ödülü'; savaş çığırtkanlarına, 'barış ödülü'; cümle kurmayı bilmeyenlere 'en iyi edebiyatçı' ödüllerinin verildiği; kimi ödüllerin, ahbap çavuş ilişkilerine dayanarak ya da parayla  satın alındığı komik ötesi bir çağda yaşıyoruz. Bu komiklik çağında herkesten eğlendirici olması bekleniyor. Toplumun 'eğlenceli olma' beklentisini blog yazılarımın içeriklerine göre, okunurluğunun azalıp çoğalmasından da anlayabiliyorum. Hayatın içinden, eğlendiren, güldüren olay ağırlıklı yazılarımın daha çok; düşünsel, eleştiriel yazılarımın ise daha az ilgi gördüğünü blog istatistiklerinden görebiliyorum. Ciddiyetten hoşlanmaz hale gelen toplumun bu eğlenceli olma beklentisini ticari bir bakış açısıyla değerlendiren çocuk yazını yayıncıları da, bu nedenle olsa gerek; boş, kof, içeriksiz, kurgusuz kitapların, yani, lay lay lom'ların basımına yönelmiş durumdalar.Eğlenceli olmam konusunda beni uyaran sevgili dostlarıma diyorum ki: Bu kadar çok komedinin yaşandığı bir ortamda, ciddi insanlara da yer açılsın! Ciddiyetimi ve sıkıcılığımı sürdürmeye devam edeceğim. Böyle diyorum ama, şu gerçeği de biliyorum; gide git, bu toplumda, eğlenceli olmayan insanların soyu tükenecek.


Eğlenmekten hoşlanan toplum oluşumunda, en büyük rolü ise görsel medya oynuyor. Şık giyimli, güzel ve güler yüzlü, etkileyici ve inandırıcı ses tonlu spikerler, acıya büründürdüğü yüzleri ve ses tonlarıyla  en acıklı haberi sunup tam da bizleri gözyaşlarına boğacakları bir anda, "Ve şimdi de..." diyerek coşturucu, hoplatıcı bir müzik eşliğinde eğlenceli bir habere geçiveriyorlar. Ağlamak üzere büzülmüş dudaklarımız, durup dururken kepçe gibi açılıyor, kahkahalara boğuluyoruz. Yıldırım hızıyla yayılan, toplumu güdümüne alan elektronik medya; dünyanın hiçbir düzeni ve anlamı olmadığına, ciddiye alınmaması gerektiğine inandırıyor bizi. Biz de öyle yapıyor; hiçbir şeyi ciddiye almıyor, hiçbir şeye kafa takmıyor, bir sonra gösterilecek, sözü edilecek olayları izlemeye devam ediyor, eğlenmemize bakıyoruz sonunda.

TV'yi aynaya benzeten Terence Moran; "Bir ayna yalnızca bugünkü giydiklerimizi yansıtır, dün giydiklerimiz konusunda sessizdir." diyor. Yalnız günü yansıtan, birbiriyle bağlantısı olmayan, kesik kesik konular ve haberlerin sunulduğu TV programlarının yarattığı kafa karışıklığı, düşünce sistemimizi köreltmektedir. Bizler bu tutarsızlığa uyum sağlıyor, duyarsızca eğlenmemize devam ediyoruz. "TV haberleri bizi eğlendirir ama bilgilendirmez." diyor Neil Postman, "Televizyon Öldüren Eğlence" adlı eserinde. Ernst Cassierer ise; "İnsan dilsel biçimler, sanatsal imgeler, mitsel semboller ya da dinsel ayinlerle kendi etrafına öyle bir zar örmüştür ki, yapay bir aracın (TV teknolojik cihazlar) dolayımı olmadan hiçbir şey göremez ya da bilemez."  Bir haberin doğruluğunu kanıtlamak için; benimsediği spikerin adını veren- ama şekerim ben bu haberi filan spikerden duyduuuum- çok kişiyle karşılaşıyorum. Huxley, Batı demokrasisinin tek sıra halinde ve kelepçeli olarak yürüyüş kolunda denetimi içlerine sindirmektense, dans ederek ve hayal kurarak unutmayı tercih etmelerinin çok daha olası olduğuna olan inancını belirtiyor.

 İnsanlık durumunu daha iyi anlatabilmek için, dünyanın gidişatı hakkında görüş öne süren iki düşünce adamının öngörülerini özet şeklinde alıntılayacağım.

Orwell; dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönünde görüş belirtirken, Huxley, insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünce yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır, der. Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu, Huxley'in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü kitap okuyacak kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi habersiz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu, Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatın umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell tutsak bir kültür haline gelmemizden, Huxley duygu sömürüsüne dayanan içki alemleri ve tek başına iple asılı tenis topuyla oyalanmak gibi şeylerle oyalanan ömür tüketen önemsiz bir kültüre dönüşmemizden korkuyordu. Kısacası Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu. Tabi ki, Huxley'in öngörüleri doğru çıktı.

Yazımı, Neil Postman'ın "Televizyon Öldüren Eğlence"  adlı yapıtından yaptığım bir alıntıyla tamamlamak istiyorum. Huxley'in bize öğrettiği, ileri teknoloji çağında ruhsal tahribatların siması, kuşkuculuğu ve nefreti yansıtan birinden ziyade güler yüzlü bir düşmandan kaynaklandığı düşüncesidir. Huxleyci kehanette Büyük Birader bizi kendi isteğiyle gözlemez. Biz onu kendimiz izleriz. Huxleyci kehanette gardiyanlara, kapılara ya da Hakikat Bakanlıklarına gerek yoktur. Bir halk saçma sapan şeylerle ilgilendiği, kültürel yaşam aralıksız eğlence turları şeklinde yeniden tanımlandığı, ciddi kamusal konuşmalar bebeklerin çıkardığı seslere benzediği ve kısacası halkın kendisi bir izleyici kitlesi, halkın kamusal işleri de bir vodvil temsiline döndüğü zaman, artık ulus riskle yüz yüze gelmiş ve kültürün ölümü açık bir olasılık halini almış demektir."

Ciddiyetten vazgeçmeli miyiz?




7 Şubat 2013 Perşembe

HAYATIN İÇİNDEN/ KIRALIM ZİNCİRLERİMİZİ

Bir grup insan doğdukları günden beri karanlık bir mağarada, birbirlerine zincirlenmiş, mağaranın kapısına arkaları dönük oturarak yaşamaya mahkum edilmiştir. Başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izleyerek, gölgeler üzerine konuşup şakalaşarak günlerini geçirmektedirler. İçlerinden biri zincirini kırmayı başarır. Dışarı çıkar. Parlak ışık gözlerini kamaştırmıştır. Gölgelerin asıl kaynağını görür ve tekrar içeri girip gördüklerini mağaradakilere anlatmaya başlar; ama, içeridekileri, duvarda gördüklerinin sanallığına ve asıl gerçeğin mağaranın dışında olduğuna inandıramaz.

'Platon'un Mağarası'dır yukarıda sözünü ettiğim. 2400 yıl önce, bu 'mağara' aracılığıyla ve 'mağara'dan yola çıkarak toplum ve birey hakkındaki felsefesini oluşturmuştur. Bu alıntıdan esinlenerek şimdiki dünyaya gelmek istiyorum. Günümüzde de, düzeni değiştirmeye kalkışanlar "zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok!" sloganıyla yol çıkmışlardır. Ama, zincirleri kırmak o kadar da kolay değildir. Ayağa kaldırılmak, isyan ettirilmek istenilen toplumun çoğunluğu, rehavete kapılmıştır. Rahatlarını bozmak istemezler. Hâlâ mağaranın duvarında gördükleri gölgelere inanmakta/ inandırılmaktadırlar.  Çünkü o insanlar toplumun kendini sınırlayan kalıpları, dogmaları, dini etkileriyle birbirlerine zincirlenmişlerdir. Farkındalıklıkları gelişmemiştir. Üstelik ayaklanmak tehlikelidir. Ayrıca, azınlıkta olan egemen güç, üstün bir koruma sistemine sahiptir.

Dün CNN'de bir tartışma programı vardı. Son günlerde artan kadın cinayetleri, cinayetlerin nedenleri, bu konuda  alınabilecek önlemler tartışılıyordu. Konuklardan üçü kadın, ikisi erkekti. Kadınlar, son günlerde toplumu saran  muhafazakarlaşmanın kadın cinayetlerini artırdığından, 'Aile Bakanlığı' nın adından da anlaşıldığı gibi, kadını değil, aileyi korumaya endeksli olduğundan, kadınların en çok, 'korunaklı' olarak görülen aile içinde şiddete maruz kaldığından, aile bireyleri tarafından öldürüldüğünden, kadının illa da evlenmek zorunda olmadığından söz ediyorlardı ki, egemen gücün temsilcisi erkeklerden birisi olanca hiddetiyle kükredi: "Siz bizim kutsallarımıza saldırıyorsunuz. Aileyi hedef alıyorsunuz. Siz erkek düşmanısınız ve bir erkekle kavga etmek canınız istedi. Ne yazık ki, karşınıza ben çıktım. Ses tonu, söz kesmeleri ve ürkütücü mimikleriyle kadınları susturdu. Daha üstteki bir güç ise "kadın erkek eşit değildir" söylemleriyle, ikinci sınıf vatandaş olarak gördüğü kadınlara "haddinizi bilin!" mesajları verdi. Günümüzde zincirlerini kırıp tabulara, egemen gücün 'kutsalları'na saldırmaya kalkışanların başlarına gelenler herkesçe bilinmektedir.

Woody Allen'in bir filminde zincirlerini kırarak 'Platon'un Mağarası'ndan çıkmayı başaran bir adam, kasap olur. Gerçek dünyada gördükleri ve yaşadıkları karşısında 60 yaşında kalp krizinden ölür. Bu sistem ve bu baskılar altında bireyselleşemediğimiz için (koyun sürüsü benzetmesi), ölmesek bile çıldırıyoruz. İnsanı ezen sistemin, varlığını sürdürmesini sağlayan en güçlü zincirlerinden biri olan aile kurumu gerçekten kutsal mıdır? Darda kaldığımızda, zor anlar yaşadığımızda, bunaldığımızda sığınabileceğimiz, güvenebileceğimiz limanlar mıdır? Tabi ki bu soruya kesin olarak "hayır" diyemeyiz, ama, "evet" de diyemeyiz. "Hayır" demeyi gerektirecek sözler ve şarkılar vardır. Zülfü Livaneli bir şarkısında; "Aç yüreğini bir merhabaya/ kardeşin duymaz eloğlu duyar" der.  Montaigne: "Aynı delikten çıktık diye kardeşlerimi sevmek zorunda değilim. Ben kendi emeğimle kazandığım dostlarımı severim." demiştir.

Şimdi size birkaç gün önce yaşadığım bir olayı anlatacağım.Çok yakın kan bağım olan birini yemeğe çağırmıştım.   O gelmeden önce alelacele ekmek almak için bakkala gittim. Dönüşte, bahçe kapısını açmış, bir adım atmıştım ki, ayağımın üstünden kocaman bir lağım faresi geçip, önüm sıra yürümeye başladı. Ben tabii çığlık çığlığa sokağa fırladım. Korkum o kadar büyük ki, fare yok olmazsa evime giremeyeceğim. Onu yok edecek bir erkek (koşullanmışlık) aradı gözlerim. Sonunda yoldan geçen bir erkeğe rica ettim. Nereden bilebilirdim ki, onun benden daha çok korktuğunu. Fareyi arar gibi yapıp kaçmış olabileceğini söyleyerek yoluna devam etti. Bu arada benim durumumda olan üç-dört kadın komşum geldi. Derken Kürt komşularımdan bir kadın ('Kürt Komşularım' başlıklı blog yazımda sözünü ettiğim) elinde sopası çıkageldi. Sorunu çözmeye öyle kararlıydı ki. Her yeri didik didik aramaya başladı. Bir yandan da korkulacak bir şey olmadığı konusunda ikna etmeye çalışıyordu beni. Tam da o sırada, yemeğe çağırdığım yakınım geldi. Baktı ki ortada çözülmesi gereken bir sorun var. Yardım etmesi gerekiyor," ben sonra geleyim" diyerek ayaklarının izi üzerine geri döndü. Kürt komşum, fareyi bulamadı. Ama, bir kaba fare  zehir koyup, eğer ölmez, yeniden görünür ve ben yine korkarsam, kendisini çağırmamı isteyerek ayrıldı. Montaigne'ye nasıl hak vermeyeyim! Zülfü'nün şarkısındaki sözler doğru değil mi!

Biliyorum, konuyu yine dağıttım. N'apayım; benim özelliğim bu! Sonuçta demek istediğim; kutsallar, töreler, dini söylemler, tabular bizleri birbirimize bağlayan zincirlerdir. Bu zincirler yalnızca mağara duvarlarına yansıyan gölgelerin gerçek olduğuna inandırıyor bizleri. Gerçekleri görmek için ışığa ihtiyacımız var. Işığa ulaşmak için de zincirleri kırmamız, bize gösterilenlerden ve belletilenlerden kuşku duymamız gerekiyor.                                          



3 Şubat 2013 Pazar

ÇOCUKLAR ARASINDA/ MARİ'NİN ÖYKÜSÜ

Toplumumuzda siyasi açıdan yaşanılan değişik dönmelerin, çocuk yazınını farklı şekillerde etkilediğine, belirlediğine; siyasi erki ele geçiren egemenlerin, kendi kafa yapılarına göre yön vermek amacıyla çocuk yazınına müdahale ettiğine dair düşüncelerimden daha önceki blog yazılarımda söz etmiştim.

Bu yazımda sizlere, 1981 yılında 4.basımı yapılan, Cem Yayınevi Çocuk Kitapları Dizisi'nden çıkan Dostoyevski'nin 'Çocuklar Arsında' adlı eserinde yer alan 'Mari'nin Öyküsü'nden söz edeceğim (12 Eylül'de çocukların okuması yasaklanmış +18 sınırlaması getirilmiştir.) Ama, öncelikle, Yayınevinin bu eseri basma amacını anlatan açıklamalarını görelim:
"Sevgili çocuklar. Size dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından biri olan Dostoyevski'den bir kitap sunuyoruz. Bu güzel kitabı, Dostoyevski'nin ünlü eserlerini tarayıp sizler için derledik. (....) Belki orada burada okuduğunuz çocuk kitaplarına pek benzemiyor. Ama bu kitabı okuyunca büyük bir romancıyla tanışmış olacaksınız (....)."
Sözü daha fazla uzatmadan 'Mari'nin Öyküsü'ne gelelim. "Bulunduğum köyde çocuklar vardı. Bütün günümü onlarla, yalnız onlarla geçirirdim," diye başlıyor öykü ve devam ediyor: (....) Her şeyi anlatırdım onlara. Hiçbir şeyi saklamazdım onlardan. Sonunda bensiz yapamaz oldular. Nereye gitsem peşimden ayrılmazlar, hemen çevremi sarıverirlerdi. Bu yüzden babaları, akrabaları kızarlardı bana. Birçok düşman edindim köyde (...).
"Başlangıçta çocuklar beni hiç sevmemişti." Anlatıcı, çok iri yapılı ve çirkin bir adamdır. Üstelik yabancıdır. Bu özellikleri yüzünden çocuklar arasında alay konusu olur. (...) Sonra birgün, Mari'yi öptüğümü görünce taşladılar beni. Mari'yi yalnızca bir kez öpmüştüm. (Bir kızı öpmek ha!? Geleneksel aile yapımıza, 'benim Müslüman namuslu hanım kızımın dini inançlarına..... Sansürleyin!)

Mari, yaşlı annesiyle yaşayan çok zayıf, verem hastası, yirmi yaşlarında bir kızdır. Çok hasta olduğu halde evlere gündeliğe gider, ağır işlerde çalışır. Birgün, köye gelmiş olan gezgin bir satıcı, onu baştan çıkararak alıp götürür. Bir hafta sonra, köyden çok uzakta bir yol kenarına bırakıp ortadan kaybolur. Tam bir hafta yürüyen, tarlalarda yattığı için üşütüp hasta olan Mari, köye döndüğünde bitkin ve perişandır.

(...) Onu öfkeyle karşılayan önce annesi oldu: "Namusumu iki paralık ettin!"
Köyde Mari'nin döndüğü duyulunca köylü onu görmek için yaşlı kadının kulubesine koşar.
"Mari, herkesin başına toplandığını görünce dağınık saçlarıyla yüzünü saklamaya çalışarak yere kapandı. Çevresinde toplananlar ona iğrenç bir yaratıkmış gibi bakıyor, yaşlılar onu ayıplayarak azarlıyor, gençler zavallı kızla alay ediyordu. Kadınlar da küfürler savurarak öfkeli öfkeli söyleniyor, yerde yatan sanki bir örümcekmiş gibi tiksinerek seyrediyorlardı."
Rusya'da, Dostoyevski'den bu yana toplumun kadına bakış açısı değişmiş midir, bilemem. Ama, bizim toplumda, kadın cinayetlerine, töre cinayetlerine, kadına uygulanan şiddete, beş çocuk yapın dayatmalarına, çocuk gelinlerin varlığına, dinci egemen gücün "kadın erkek eşit değildir" söylemlerine bakacak olursak durum vahim.

Konumuza döneyim. Mari'nin yaşlı annesi hastalanmış, Mari ise kan tükürmeye başlamıştır. "Sonunda üstündeki giysiler o kadar eskimiş, parçalanmıştı ki, köyde gözükmekten utanır olmuştu. Dönüşünden beri zaten çıplak ayakla dolaşıyordu. Köydeki çocuklar da Mari'yle alay etmeye başlamıştı. Çok kalabalıktılar. Kırkı aşkın okullu çocuk vardı. Kızcağazın üstüne çamur ve pislik attıkları bile oluyordu.
Mari'ye artık kimse iş vermemektedir. Sonunda, bir çobanın yanında zorla bir iş bulur. Bu arada anlatıcı gizli gizli de olsa onunla görüşür. Mari'nin kendisine yapılanları hak etmiş olduğunu düşündüğünü ve kendisini dünyanın en aşağılık yaratığı olarak gördüğünü anlar. Ona, kendisinin suçlu değil, daha çok talihsiz bir kız olduğunu anlatmaya çalışır. (Kadınların beyni hep yıkanmıştır, yıkanmaya da devam edilmektedir.)
("Ne demekmiş talihsizlik!!! Namuslu her kadın gibi evinde oturmayı bilseydi, nefsine hakim olsaydı...." diyen dinci sesleri duyar gibi oluyorum.)

Annesinin tabutu başında ağlayan Mari, genç papazın saldırılarına da hedef olur.
"papaz, kalabalığa dönüp Mari'yi göstererek;
"Bakın, bu saygıdeğer kadının ölümüne sebep, işte şu kızdır! (Papazın söylediği doğru değildi, çünkü Mari'nin annesi iki yıldır aynı hastalığı çekiyordu.) Bakın, karşınızda duruyor ve Tanrının parmağı, üzerine çevrilmiş olduğu için başını kaldırmaya bile cesaret edemiyor. Yalınayak, paçavralar içinde. İşte erdemini, namusunu yitiren insanlara bir örnek size!.."
 (Dine hakaret, din adamını küçük düşürme sayılmaz mı, günümüz Türkiye'sin dincileri tarafından bu anlatım!!?... Yasaklayın!"

Papaz, buna benzer pek çok aşağılamalarda bulunur Mari'ye. Papazın söyledikleri ise, orada bulunan hemen herkesin hoşuna gider (Bizim toplum yapımıza ne kadar benziyor). Ama o anda hiç beklenmedik garip bir şey olur. Çocuklar olaya karşı çıkarak Mari'den yana çıkarlar. İçlerinden bazıları o kadar öfkelenir ki, papazın pencerelerini taşa tutup camlarını kırar. Anlatıcı onları, yanlış davrandıkları konusunda uyararak engeller. "Çünkü, o sıralar hepsiyle dost olmuştum. Onlar da Mari'yi sevmeye başlamışlardı. Bu olay üzerine bütün köy halkı, çocukların terbiyesini bozmakla suçlamaya başlar anlatıcıyı.

Anlatıcının çocuklara bakış açısı:
"Büyüklerle nasıl konuşuyorsam, çocuklarla da öyle konuştuğum, her şeyi çocuklara olduğu gibi anlattığım için herkes beni suçladı. Ben de onlara karşılık olarak, çocuklara yalan söylemenin utanılası bir davranış olduğunu, birtakım şeyleri gizli tutmaya kalkarlarsa, çocukların gerçeği öğrenmek için başka kötü yollara başvuracaklarını, benim ise onlara hiçbir zaman kötü bir şey öğretmediğimi anlattım. (...) Ama benimle aynı görüşte değillerdi.Yaşamın her alanında, çocuk yazınında, aile içinde çocukları "kötülükler"den koruma adına söylenen yalanlar, yapılan ikiyüzlülükler azımsanacak gibi değil ne yazık ki. Görünüşte "iyi niyet"e dayanıyormuş gibi görünen bu anlayış, egemen güçlerin işine yaramakta, kendi kafa yapılarına göre 'çocukları muzurluklardan koruma' adı altında her türlü sansürü, yasaklamayı rahatça uygulamaya koyabilmektedirler.

Öykü, bu minval üzere gitmektedir. Umarım az çok bilgi verebildim. "Mari'nin Öyküsü" nü gündeme getirmekteki amacım, sizlere 12 Eylül öncesi çocuk yazınından bir örnek sunmaktı. Bu kitabı okuyun okumayın; şu kitap iyidir, bu kitap kötüdür gibi değerlendirmelerde bulunmak gibi bir amacım ya da niyetim  yok. Öykü hakkındaki görüşlerim ise, Yayınevi'nin, yazımın başında alıntısını yaptığım görüşüyle aynıdır.

Yazar arkadaşlarımın, egemen güçlerin rahatsız olacağı, sansürlemeye ve yasaklamalara uğrayacakları kitaplar yazmaları dileğiyle yazımı tamamlıyorum.



  






1 Şubat 2013 Cuma

ÇOCUK ÖYKÜSÜ ÜZERİNE/ DÜŞ MÜ GERÇEK Mİ

"Düşlerimde de olsa, çocukluk yıllarıma geri döndüğümde, kendimi fantastik bir dünyanın içindeymişim gibi hissediyorum. Yaşamımda; radyonun dışında hiçbir teknolojik ürünün olmadığı o yıllarda seksekler, beştaşlar, evcilik oyunları, çizgi, yüzük, ip atlama, saklambaç, köşe kapmaca gibi oyunlarla geçen günlerin tadına doyum olmazdı. Kız çocuk olduğumdan, yüklenilen sorumlukların fazlalığı yüzünden-az buz değildi- doyasıya oynayamadığım anlar ise, en mutsuz anlarım olurdu. Böyle zamanlarda düşlerime sığınır; kendime, özgür olabileceğim başka dünyalar yaratır; böylece, omuzlarımdaki yükün ağırlığını hissetmez olurdum. Belki de, çocukluğumu anımsadığımda, kendimi fantastik bir dünyanın içindeymiş gibi hissetmemin nedeni, sığındığım düşlerdeki ben'le, gerçek çocukluğumdaki ben'i birbirine karıştırmam yüzündendir."  (Çocukluk Aşklarım başlıklı blog yazımdan) 

Çocukluk yıllarında, düşle gerçeğin birbirine karıştırılabildiğini, kendi çocuklarımda da gördüm. 7 yaşındaki kızım bakkal, ben müşteriydim. Ben alacaklarımın adlarını söylerken, kızım bunları veresiye defterine kaydediyordu. İşini öyle ciddiye almış, kendini öyle kaptırmıştı ki bakkallığa, onun bu ciddiyeti karşısında dayanamadım deli gibi boynuna sarılıverdim. Öfke dolu bir sesle bağırdı bana: "N'apıyorsunuz bayan!" İşin tuhafı, rolümü ben de ciddiye almış olmalıydım ki; aynen şöyle karşılık verdim: "O kadar tatlısınız ki hanımefendi, taciz etmeden duramadım sizi!" Oğlumla ilgili de böyle pek çok anım vardır.

Bütün bunlardan söz etmekteki amacım; sizlere, Çocuk Vakfı Yayınlarından çıkan, içinde benim de bir öykümün yer aldığı, çocuk öyküleri seçkisinden Sadık Yemni'nin "Düş Kurucu" adlı öyküsü üzerine düşündüklerimi anlatabilmek için zemin hazırlamaktı. Sadık Yemni, "çocuk hakları" üzerine hazırlanan bu seçkideki, "Düş Kurucu" da, gerçek dünya ile düş dünyası arasında gidip gelen çocuk gerçekliğini öyle güzel anlatmış ki, etkilenmemek elimde değildi.
En iyisi, Sadık Yemni'ye bırakmak sözü:

"......"
"Mesut dün ağabeyine ait çok pahalı bir telefonu dördüncü kattan yere düşürmüştü. Aşağıda şaklabanlıklar yapan bir arkadaşının filmini çekerken. Ağabeyi'nin dokunmasına bile izin vermediği apart, parçalara ayrılıvermişti. Mesut o zamandan bu yana üç kez dayak yemişti. Babası da, üç ay boyunca harçlık vermeyeceğini söylemişti. Ağabeyisinin öfkesi kolay dineceğe benzemiyordu. Dayak kürlerine devam edecekleri belliydi....."
Alıntıdan anlaşıldığı gibi, öykü şiddet gören çocuklar üzerine kurgulanmış. Mesut, öykünün başkişisi.

Mesut sokağın ancak caddeye açıldığı yere varınca durumu fark etti. Gündüz olduğu halde dışarısı yeterince kalabalık değildi. (.....)Köşede durup etrafına bakındı. Börekçi, tekel bayii, banka ve Nazlı adlı kafeterya kapalıydı. Evden çıkarken saate bakmamıştı, ama gölgesinin kısalığından öğle 
saatlerinin olduğu belliydi (.....)
Sadık Yemni, sıkıntılar, korkular yaşayan bir çocuğun, kaçış yolu olarak düş dünyasına sığınışını, gerçek dünyadan düş dünyasına geçiş anını; sezdirmeden, büyükleri bile inandıracak şekilde kurgulamış.

Tam karşıya geçeceği sırada içinden gelen bir hisle durakladı. Soluna baktı. On, on iki yaşlarında dört çocuk, kaldırımın üstünde durmuş ona bakıyordu. Biri sarışın bir kızdı. Dördünün de üzerinde beyaz tişört, mor pantolon ve beyaz spor ayakkabılar vardı. Hiçbirini tanımıyordu, ama kalbinde sıcak bir duygu uyanmıştı. Onlara doğru yürüdü.
"Hey merhaba. Ne yapıyorsunuz burada?"(.........)
Mesut kendini tanıttı ve diğer çocukların elini sıktı. Walter, Yuri, Kayli.. Tek  Türkçe adı olan kendisiydi. (......) Suray arkadaşlarına bir göz atarak, "Sen gelince takımımız tamamlandı" dedi.


Burada yine, ortak sorunlar yaşayan çocuklarla örgütlenen Mesut'un, düşgücünün nasıl da gerçeklerden beslendiğini, bu nedenle anlatımın fantastik öykülerin çoğunda rastlanan yapaylıktan uzak olduğunu görüyoruz.

(....) "Ne takımı?"
"Biz de telefonzedeleriz, tıpkı senin gibi." (........) 
"Nereden bildiğimizi merak ediyorsun değil mi?" (....)
Bizler de bu günlerde bir şekilde yakınlarımıza ait bir telefona zarar verdik. Kullanılamaz hale geldi. Çeşitli cezalar gördük. Yuri beyaz tişörtünü sıyırınca, karnında iki adet büyükçe mor iz göründü. "Babam yaptı. Sopayla. Sırtımda da rahat on tane vardır bu izlerden."
"Hepiniz mi?"
Çocuklar başlarıyla onaylayınca Mesut'un içine hoş bir duygu yayıldı. Benzer sorunu başkalarıyla paylaşmak, suçluluk duygusunu hafifletici etki yapıyordu.


Sadık Yemni, çocuk öyküsünde olmazsa olmazlardan yalın anlatıma, akıcılığa önem vermiş. Çocuk ruhunun derinliklerine inmeyi başarmış. Konuyu fazla dağıtmadan sözü yine yazara bırakayım:

"Biz düşlerimizde birbirimize bağlandık sanırım," dedi Suray. "Herkes kendi dilini konuşuyor, ama sorun olmuyor. Düş kurucu olduğun için senin mekanında toplandık."
Mesut yanlarından geçen camları açık kırmızı arabaya ve içinde oturmuş neşeli neşeli konuşan iki delikanlıya baktı. Ardından bakışlarını kafeteryaya çevirdi.
"Bunlarda mı?"
"Onlar telefon bozucu değiller sanırım," dedi Suray. "Bu düş aleminde gezinenler. Kimbilir onların da ne hikayeleri vardır."(....) 

"Şimdi ne olacak peki?"
Çocuklar birbirlerine baktılar. "Her şey açık. Önümüzdeki saatlerde dayak yemeye, hakaret görmeye devam edicez. O halde burada buluşmamızın tek bir sebebi olabilir. Buna karşı çıkmak."
Abisinin kaslı ve uzun kollarını, öfkeli bakışlarını düşünen Mesut, "Nasıl yapıcaz bunu," diye sordu.

(.........)
Evet, ben bu kadarını anlatmakla yetiniyorum. Yalnız, şunu söyleyebilirim, Mesut artık dayak yemeyecek; düş dünyasında mı, yoksa gerçek yaşamında mı orası biraz karışık.

Tümünü okuduğum, "çocuk öyküleri seçkisi"nde, etkileyici bulduğum tek öykü bu oldu. Ahbap çavuş ilişkilerine dayalı kitap tanıtımlarında övgü dolu sözlerden geçilmiyor günümüzde. Bu nedenle şunu belirmeden geçemeyeceğim: Sadık Yemni ile hiç karşılaşmadım. Kendisini tanımam. Öğrendiğime göre yurt dışında yaşıyormuş. Ne yazık ki, bu öyküden başka hiçbir öyküsünü, kitabını da okumadım.

28 Ocak 2013 Pazartesi

GÜNAH KEÇİSİ ÖĞRETMEN YAZARLAR

Çocuk ve gençlik yazınında kalitesizlik artıp, lay lay lom konular kitap sayfalarında hızlı şekilde yer almaya, pıtraklı diller paragrafları sarmaşık gibi sarmaya başlayınca, öğretmen yazarlar günah keçisi olarak gösterilmeye başlandı. Kültür yoksunu, sözcük dağarcıkları kıt, kullandıkları sıfatlar kaldırıldığında, kitap sayfalarının yarı yarıya eksileceği, hiçbir edebi yanı olmayan türde 'kitaplar' yazanlar piyasaya hakim olmuşsa, bunun yarattığı olumsuzlukları yalnızca öğretmen yazarlara yüklemek haksızlıktır. Bu bakış açısı çocuk ve gençlik kitaplarına eleştiriel gözle bakmamızı, doğru değerlendirmeler yapmamızı, sorunları saptamamızı güçleştirir; yalnız güçleştirmekle kalmaz, bizi yanlış yöne sürükler.

Kitap yazmak kimsenin tekelinde değildir. Şu meslekten olanlar iyi yazar, bu meslekten olanlar kötü yazar;  gençler bu işi daha iyi kotarır, yaşlılar bir kenara çekilsin tarzı yaklaşımlar abesle iştigal etmektir. Mesleği ve yaşı, yazarın niteliğini belirlemez. Dünyada ve ülkemizde, bırakın şu meslekten, bu meslekten olmayı doğru dürüst eğitim almamış; ama, edebiyat dünyasında unutulmaz yer edinmiş Yaşar Kemaller, Orhan Kemaller, Charles Bukowskiler adını sayamayacağım pekçok yazar vardır.Yazdıklarıyla, çocuk edebiyatında çığır açan öğretmen yazarların varlığını kim inkar edebilir! Mesleği berberlik olan sanat dünyasının önemli isimlerinden Yves Montand,  Fransa gibi kültür ve sanatın merkezi olan bir ülkede, cumhurbaşkanlığına aday gösterilmek istenmiştir. Kısaca söylersem, kişinin mesleğinin yazarlığına, sanatçılığına olumlu ya da olumsuz etkisi söz konusu olamaz.

Yazarlık; istisnalar bulunmakla birlikte kolayca, genç yaşta ulaşılan, ulaşılacak bir meslek değildir. Yeteneğin, geniş düş gücüne sahip olunmanın yanı sıra  yıllar yılı  okumaları, hayatın içinde bulunmaları, biriktirilen yaşam deneyimlerini, bilgiyi, yoğun bir kültür birikimini gerektirir. Gelmek istediğim noktalardan biri de şudur: Öğrencisiyle, öğretmeniyle, velisiyle kitaba karşı ilgisiz olan bir toplumda, yazar, yayınevi ilgilileri okumakta ve kitabı sevmekte midir? Bu soruya yanıtım "hayır!" olacaktır ne yazık ki... Piyasada pekçok kitabı bulunan bir çocuk edebiyatı yazarına, tanıştığımız gün sordum (öğretmen değildi): "Hangi yazarı beğeniyorsun?" "Fakir Baykurt" yanıtını verdi bana. "Hangi kitapları okuyorsun?" dediğimde ise yanıt yine aynıydı: "Fakir Baykurt'un kitaplarını." Yanlış anlaşılmasın, Fakir Baykurt'a saygım sonsuzdur. Yıllar yıllar öncesinde köy enstitülü babamın da etkisiyle bütün kitaplarını okumuşumdur.

Buradan gelmek isteğim noktalardan biri de, içinde bulunulan siyasi ortamların, çocuk yazınının yönü belirlediği gerçeğidir. Şöyle bir ülkenin siyasi geçmişine bakacak olursak bu gerçeği açıkça görürüz. Ülke açısından bir dönüm noktası (olumsuz anlamda) sayılan 12 Eylüllü yıllar öncesi çocuk kitapları, siyasi içerik taşıyan, toplumsal yapıyı eleştiren, sorgulatan, isyana sevk eden türde kitaplardı çoğunlukla. Dilleri yalın, akıcı, düşündürücüydüler. 12 Eylül darbesiyle birlikte bu kitapların köküne kibrit suyu döküldü. Yerlerini; uslu terbiyeli, vatanına milletine bağlı, anababa sözü dinleyen çocukları anlatan (Çocuk Kalbi) kitaplarla, gençleri romantizme, boş hayallere, Polyannacılığa yönlendiren İpek Ongun kitaplarına bıraktılar. İşte bu siyasi ortamda meslekleri gereği; terbiyeci, didaktizmi yaşam felsefeleri haline getirmiş, eğitici, öğretici yönleri gelişmiş olan öğretmenler çocuk yazını piyasasında boy göstermeye başladılar. Doğrusu, susturucu baskıcı siyasi ortamda, çocukları terbiye etme görevini çok iyi yürüttüler. Tabi ki, terbiyecilikleri çok iyiydi; ama, yazarlıkla uzaktan yakından ilgileri yoktu çoğunun. İşte bugün, "öğretmenler kitap yazmasın" deniliyorsa, nedeni budur ve bu sözü söyleyenler haklıdırlar.

Günümüze gelecek olursak, dindarlığın geçer akçe olduğu, baskının sürdüğü, paranın Tanrı olduğu, bilimin yerini dini söylemlere bıraktığı, kadın erkek eşitliğinin yok edilmeye çalışıldığı, kitapların sansürlendiği, savaş naraları atıldığı, yalakalığın reytinginin yükseldiği, her türlü kaosun yaşandığı bir ortamdayız. Bütün bu ortamların çocuk ve gençlik yazınına nasıl bir etkisi olduğunu/olacağını sizlere sormak istiyorum.

Umarım, çocuk ve gençlik kitaplarındaki bu kalitesizliğin sonu gelmek üzeredir.                

26 Ocak 2013 Cumartesi

KADINLIK DURUMLARI/ SEN DE KİMSİN

Bizim gibi feodaliteyi yıkamamış, erkek egemenliğinin had safhada olduğu toplumlarda, kadınlar hep yenilmişlik duygusu yaşarlar. Gerek toplumsal yaşamda, gerek aile içinde; düşünceleri, görüşleri ya önemsenmez, ya da söyledikleri duymazdan gelinir. Bu olumsuz deneyimler sonunda, pekçok kadın kırılmamak, üzülmemek için  'elinin hamuruyla' 'erkek işi'ne karışmaktan vazgeçer. Çalışıyorsa, yönetici kadrolarında görev almaktan, politik bilince sahip olsa bile, politikaya atılmaktan, muhtar olmaktan, meclis üyesi olmaktan kaçınır; çünkü, kırılmak ve üzülmek istemez. Kendine biçilen rolü (evkadınlığı+ fazla sorumluluk gerektirmeyen işler) oynamak zorunda kalır.

26 yıl çalıştığım öğretmenlik yıllarımda; okuyan, kendini geliştirmeye çalışan, toplumsal olayları izleyip bu konularda kafa yoran bir kadın olmam ve pekçok konudaki düşünsel ve kültürel birikimimle erkek meslektaşlarıımı geride bırakmamın yarattığı sıkıntıları yaşadım. Ne zaman erkek meslektaşlarımın tartıştığı bir konuda fikrimi belirtmeye kalkışsam, yüzüme yönelmiş ters bakışlarla karşılaştım. Tokalaşmak için elimi uzattığımda, ya parmak uçlarıyla tokalaşan, ya da baş işaretiyle karşılık vererek, "sen de kimsin" der gibi burun kıvırarak yönlerini öte yana çevirenler az değildi -özellikle Doğulu erkekler, belki namus anlayışlarından- hiç hoşlanmazlardı, bir kadınla konuşup onunla tokalaşmaktan. Aynı şeyi, Mersin gibi bir sahil kentinin erkeklerinde pek görmesem de, onlarla ilişkilerim de sıkıntılıydı. Sizin rahat davranışlarınız, cinsiyet ayrımı yapmadan herkese aynı mesafede durmanız, 'özgür kadın' görüntüsü yaratmanız, sahil erkeği de olsalar, kadınlara bakış açıları toplumsal kültürle şekillendiğinden bir kadın için sıkıntı verici davranışlara yönelebiliyorlardı.

Kendini geliştirmeye çalışan bir kadın olarak, asıl sıkıntıları, hepsi erkek olan okul müdürleriyle (bir erkek md. hariç- rahmetle, sevgiyle anıyorum) yaşadım. Müdürler, kendilerini en büyük otorite gördüklerinden, karşılarında hep boyun eğici çalışanlar görmek isterler. Eğer siz, zaten çökmüş olan eğitim sisteminde, müdürün keyfi ve insanlık dışı uygulamalarına karşı çıkar, bu konuda görüş ve düşünceler öne sürerseniz, üstelik de bir kadınsanız; müdür hayatı zehir eder, kozlar kendi elinde olduğundan her türlü baskıyı uygular size. En basiti; yıl sonunda, ne kadar başarısız, tembel, sorumsuz bir öğretmen olduğunuza dair teftiş raporu tutuşturur elinize. Erkek otoritesine yenik düşmüşsünüzdür, bir kadın olarak yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Teftiş Kurulu Başkanlığı'na da itiraz etmezsiniz, bilirsiniz ki, orada da erkekler çıkacak karşınıza, "sen de kimsin,"  diyen bakışlarıyla.

Karadeniz' de okumamış ve yerli bir kadınsanız, hep susmanız beklenir sizden. Fakat, Karadeniz kadınını susturmak zordur. Şiddet görme, itilip kakılma, evden atılma pahasına da olsa, karşı çıkar erkeğe. Köklerinde Amazonluk vardır ne de olsa. Yine de bedenlerinde, çürükler, yaralar, bereler hiç eksik olmaz bu kadınların. Okumuşsanız, ya da yabancı bir kentten gelmişseniz, durumunuz değişir Karadeniz erkeğinin gözünde. Saygıyla yaklaşırlar size. Hele de makyajlı, başı açık, düzgün konuşma özelliğiniz varsa, önünüzde el pençe divan dururlar. Hizmetinize koşarlar. Onların karşısında kendinizi kraliçeler gibi hissedersiniz.

Bir kadın olarak, yenilmişlik duygusuna uğramamış, ortalıkta asi asi dolaşıyorsanız, kadınların hücumuna da uğrayabilirsiniz. "Sevgili çocuklarım, benim adam, eşyalarım, bizim herif, ayıp, günah, kadın kadınlığını bilmeli, dişi kuş yapar yuvayı, kocam izin vermez!" türü laflardan hoşlanmadığınızı belli ederseniz, biraz tuhaf olduğunuzu düşünürler. Ortaya atmaya çalıştığınız karşı görüşlerden, kadın özgürlüklerinden söz etmenizden hoşlanmazlar. Bu söylemlerinizle, bu tip kadınların keyfini kaçırır; sohbetlerine turp suyu sıkmış olursunuz çünkü.  Onlara göre, kadın erkek ayrımı yapmadan, herkesle sansürsüz konuşabilmeniz de bir kadına yakışmayacak bir durumdur doğrusu. Yine de, "sen de kimsin" demeseler de, "tuhaf bir kadın" diyen bakışlarını hissedersiniz üzerinizde. Asıl yenilmişlik duygusunu, bu tip kadınlar yaşatır size. Sonunda, bir daha kırılmayacağınız ve üzülmeyeceğiniz yalnızlığın kollarını bırakırsınız kendinizi.