28 Ocak 2013 Pazartesi

GÜNAH KEÇİSİ ÖĞRETMEN YAZARLAR

Çocuk ve gençlik yazınında kalitesizlik artıp, lay lay lom konular kitap sayfalarında hızlı şekilde yer almaya, pıtraklı diller paragrafları sarmaşık gibi sarmaya başlayınca, öğretmen yazarlar günah keçisi olarak gösterilmeye başlandı. Kültür yoksunu, sözcük dağarcıkları kıt, kullandıkları sıfatlar kaldırıldığında, kitap sayfalarının yarı yarıya eksileceği, hiçbir edebi yanı olmayan türde 'kitaplar' yazanlar piyasaya hakim olmuşsa, bunun yarattığı olumsuzlukları yalnızca öğretmen yazarlara yüklemek haksızlıktır. Bu bakış açısı çocuk ve gençlik kitaplarına eleştiriel gözle bakmamızı, doğru değerlendirmeler yapmamızı, sorunları saptamamızı güçleştirir; yalnız güçleştirmekle kalmaz, bizi yanlış yöne sürükler.

Kitap yazmak kimsenin tekelinde değildir. Şu meslekten olanlar iyi yazar, bu meslekten olanlar kötü yazar;  gençler bu işi daha iyi kotarır, yaşlılar bir kenara çekilsin tarzı yaklaşımlar abesle iştigal etmektir. Mesleği ve yaşı, yazarın niteliğini belirlemez. Dünyada ve ülkemizde, bırakın şu meslekten, bu meslekten olmayı doğru dürüst eğitim almamış; ama, edebiyat dünyasında unutulmaz yer edinmiş Yaşar Kemaller, Orhan Kemaller, Charles Bukowskiler adını sayamayacağım pekçok yazar vardır.Yazdıklarıyla, çocuk edebiyatında çığır açan öğretmen yazarların varlığını kim inkar edebilir! Mesleği berberlik olan sanat dünyasının önemli isimlerinden Yves Montand,  Fransa gibi kültür ve sanatın merkezi olan bir ülkede, cumhurbaşkanlığına aday gösterilmek istenmiştir. Kısaca söylersem, kişinin mesleğinin yazarlığına, sanatçılığına olumlu ya da olumsuz etkisi söz konusu olamaz.

Yazarlık; istisnalar bulunmakla birlikte kolayca, genç yaşta ulaşılan, ulaşılacak bir meslek değildir. Yeteneğin, geniş düş gücüne sahip olunmanın yanı sıra  yıllar yılı  okumaları, hayatın içinde bulunmaları, biriktirilen yaşam deneyimlerini, bilgiyi, yoğun bir kültür birikimini gerektirir. Gelmek istediğim noktalardan biri de şudur: Öğrencisiyle, öğretmeniyle, velisiyle kitaba karşı ilgisiz olan bir toplumda, yazar, yayınevi ilgilileri okumakta ve kitabı sevmekte midir? Bu soruya yanıtım "hayır!" olacaktır ne yazık ki... Piyasada pekçok kitabı bulunan bir çocuk edebiyatı yazarına, tanıştığımız gün sordum (öğretmen değildi): "Hangi yazarı beğeniyorsun?" "Fakir Baykurt" yanıtını verdi bana. "Hangi kitapları okuyorsun?" dediğimde ise yanıt yine aynıydı: "Fakir Baykurt'un kitaplarını." Yanlış anlaşılmasın, Fakir Baykurt'a saygım sonsuzdur. Yıllar yıllar öncesinde köy enstitülü babamın da etkisiyle bütün kitaplarını okumuşumdur.

Buradan gelmek isteğim noktalardan biri de, içinde bulunulan siyasi ortamların, çocuk yazınının yönü belirlediği gerçeğidir. Şöyle bir ülkenin siyasi geçmişine bakacak olursak bu gerçeği açıkça görürüz. Ülke açısından bir dönüm noktası (olumsuz anlamda) sayılan 12 Eylüllü yıllar öncesi çocuk kitapları, siyasi içerik taşıyan, toplumsal yapıyı eleştiren, sorgulatan, isyana sevk eden türde kitaplardı çoğunlukla. Dilleri yalın, akıcı, düşündürücüydüler. 12 Eylül darbesiyle birlikte bu kitapların köküne kibrit suyu döküldü. Yerlerini; uslu terbiyeli, vatanına milletine bağlı, anababa sözü dinleyen çocukları anlatan (Çocuk Kalbi) kitaplarla, gençleri romantizme, boş hayallere, Polyannacılığa yönlendiren İpek Ongun kitaplarına bıraktılar. İşte bu siyasi ortamda meslekleri gereği; terbiyeci, didaktizmi yaşam felsefeleri haline getirmiş, eğitici, öğretici yönleri gelişmiş olan öğretmenler çocuk yazını piyasasında boy göstermeye başladılar. Doğrusu, susturucu baskıcı siyasi ortamda, çocukları terbiye etme görevini çok iyi yürüttüler. Tabi ki, terbiyecilikleri çok iyiydi; ama, yazarlıkla uzaktan yakından ilgileri yoktu çoğunun. İşte bugün, "öğretmenler kitap yazmasın" deniliyorsa, nedeni budur ve bu sözü söyleyenler haklıdırlar.

Günümüze gelecek olursak, dindarlığın geçer akçe olduğu, baskının sürdüğü, paranın Tanrı olduğu, bilimin yerini dini söylemlere bıraktığı, kadın erkek eşitliğinin yok edilmeye çalışıldığı, kitapların sansürlendiği, savaş naraları atıldığı, yalakalığın reytinginin yükseldiği, her türlü kaosun yaşandığı bir ortamdayız. Bütün bu ortamların çocuk ve gençlik yazınına nasıl bir etkisi olduğunu/olacağını sizlere sormak istiyorum.

Umarım, çocuk ve gençlik kitaplarındaki bu kalitesizliğin sonu gelmek üzeredir.                

26 Ocak 2013 Cumartesi

KADINLIK DURUMLARI/ SEN DE KİMSİN

Bizim gibi feodaliteyi yıkamamış, erkek egemenliğinin had safhada olduğu toplumlarda, kadınlar hep yenilmişlik duygusu yaşarlar. Gerek toplumsal yaşamda, gerek aile içinde; düşünceleri, görüşleri ya önemsenmez, ya da söyledikleri duymazdan gelinir. Bu olumsuz deneyimler sonunda, pekçok kadın kırılmamak, üzülmemek için  'elinin hamuruyla' 'erkek işi'ne karışmaktan vazgeçer. Çalışıyorsa, yönetici kadrolarında görev almaktan, politik bilince sahip olsa bile, politikaya atılmaktan, muhtar olmaktan, meclis üyesi olmaktan kaçınır; çünkü, kırılmak ve üzülmek istemez. Kendine biçilen rolü (evkadınlığı+ fazla sorumluluk gerektirmeyen işler) oynamak zorunda kalır.

26 yıl çalıştığım öğretmenlik yıllarımda; okuyan, kendini geliştirmeye çalışan, toplumsal olayları izleyip bu konularda kafa yoran bir kadın olmam ve pekçok konudaki düşünsel ve kültürel birikimimle erkek meslektaşlarıımı geride bırakmamın yarattığı sıkıntıları yaşadım. Ne zaman erkek meslektaşlarımın tartıştığı bir konuda fikrimi belirtmeye kalkışsam, yüzüme yönelmiş ters bakışlarla karşılaştım. Tokalaşmak için elimi uzattığımda, ya parmak uçlarıyla tokalaşan, ya da baş işaretiyle karşılık vererek, "sen de kimsin" der gibi burun kıvırarak yönlerini öte yana çevirenler az değildi -özellikle Doğulu erkekler, belki namus anlayışlarından- hiç hoşlanmazlardı, bir kadınla konuşup onunla tokalaşmaktan. Aynı şeyi, Mersin gibi bir sahil kentinin erkeklerinde pek görmesem de, onlarla ilişkilerim de sıkıntılıydı. Sizin rahat davranışlarınız, cinsiyet ayrımı yapmadan herkese aynı mesafede durmanız, 'özgür kadın' görüntüsü yaratmanız, sahil erkeği de olsalar, kadınlara bakış açıları toplumsal kültürle şekillendiğinden bir kadın için sıkıntı verici davranışlara yönelebiliyorlardı.

Kendini geliştirmeye çalışan bir kadın olarak, asıl sıkıntıları, hepsi erkek olan okul müdürleriyle (bir erkek md. hariç- rahmetle, sevgiyle anıyorum) yaşadım. Müdürler, kendilerini en büyük otorite gördüklerinden, karşılarında hep boyun eğici çalışanlar görmek isterler. Eğer siz, zaten çökmüş olan eğitim sisteminde, müdürün keyfi ve insanlık dışı uygulamalarına karşı çıkar, bu konuda görüş ve düşünceler öne sürerseniz, üstelik de bir kadınsanız; müdür hayatı zehir eder, kozlar kendi elinde olduğundan her türlü baskıyı uygular size. En basiti; yıl sonunda, ne kadar başarısız, tembel, sorumsuz bir öğretmen olduğunuza dair teftiş raporu tutuşturur elinize. Erkek otoritesine yenik düşmüşsünüzdür, bir kadın olarak yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Teftiş Kurulu Başkanlığı'na da itiraz etmezsiniz, bilirsiniz ki, orada da erkekler çıkacak karşınıza, "sen de kimsin,"  diyen bakışlarıyla.

Karadeniz' de okumamış ve yerli bir kadınsanız, hep susmanız beklenir sizden. Fakat, Karadeniz kadınını susturmak zordur. Şiddet görme, itilip kakılma, evden atılma pahasına da olsa, karşı çıkar erkeğe. Köklerinde Amazonluk vardır ne de olsa. Yine de bedenlerinde, çürükler, yaralar, bereler hiç eksik olmaz bu kadınların. Okumuşsanız, ya da yabancı bir kentten gelmişseniz, durumunuz değişir Karadeniz erkeğinin gözünde. Saygıyla yaklaşırlar size. Hele de makyajlı, başı açık, düzgün konuşma özelliğiniz varsa, önünüzde el pençe divan dururlar. Hizmetinize koşarlar. Onların karşısında kendinizi kraliçeler gibi hissedersiniz.

Bir kadın olarak, yenilmişlik duygusuna uğramamış, ortalıkta asi asi dolaşıyorsanız, kadınların hücumuna da uğrayabilirsiniz. "Sevgili çocuklarım, benim adam, eşyalarım, bizim herif, ayıp, günah, kadın kadınlığını bilmeli, dişi kuş yapar yuvayı, kocam izin vermez!" türü laflardan hoşlanmadığınızı belli ederseniz, biraz tuhaf olduğunuzu düşünürler. Ortaya atmaya çalıştığınız karşı görüşlerden, kadın özgürlüklerinden söz etmenizden hoşlanmazlar. Bu söylemlerinizle, bu tip kadınların keyfini kaçırır; sohbetlerine turp suyu sıkmış olursunuz çünkü.  Onlara göre, kadın erkek ayrımı yapmadan, herkesle sansürsüz konuşabilmeniz de bir kadına yakışmayacak bir durumdur doğrusu. Yine de, "sen de kimsin" demeseler de, "tuhaf bir kadın" diyen bakışlarını hissedersiniz üzerinizde. Asıl yenilmişlik duygusunu, bu tip kadınlar yaşatır size. Sonunda, bir daha kırılmayacağınız ve üzülmeyeceğiniz yalnızlığın kollarını bırakırsınız kendinizi.

22 Ocak 2013 Salı

KİRLİLİK/ SUYA SABUNA DOKUNMAYANLAR

Rüzgarın estiği yöne savrulup gidenlerle dolu dört bir tarafım. Son yıllarda, dans etmeyi bilmeyenlerin egemen güç haline gelmesiyle birlikte, rüzgar tersten esmeye başlayınca, dans etmeyi çok iyi bilenler bile, köçek oyununa yöneldiler bir anda. Konuşulan diller, dillerimize; giyilen giysiler giysilerimize benzemez oldu. "Günaydın"lar, "hayırlı sabahlar"a; "merhabalar", selamünaleyküm" lere, "iyiyim"ler, "şükür Allaha"lara dönüştü. Kollarının altına sıkıştırdıkları defterleriyle, okuma yazma kurslarına giden kadınlar; kafalarını bürgüşleyip, uzun pardösüler giyerek koltuk altlarına sıkıştırdıkları Arapça Kuran'larla camilere doluşmaya başladı. Gün'lerin yerini "mukabele"ler aldı. Şen kahkahalar atıp kapı önlerinde söyleşen, yoldan sokaktan geçenlerle şakalaşan  kadınlar, mistik bir havaya bürünüp evlerine kapandılar. Ardından bir salgın hastalık gibi, karamsarlık, sessizlik sardı sokakları, mahalleleri, evleri.

Kendi emekli öğretmen çevrem bile, ilerlemiş yaşlarına bakmadan, Arapça öğrenme hevesine kapılıp, cami kapılarını aşındırmaya başladı. Gösteriş olsun diye, masalarının üstüne, aralarına ayraç konulmuş  Arapça  Kuran'lar sergileme alışkanlığı edindiler. Kendi aralarında namaz niyaz, cennet cehennemden başka bir şey konuşmaz oldular. Hastalıklı görünümleriyle; ağrıdan sızıdan söz ederken bile, bir punduna getirip "büyük Allahım" sözünü cümle aralarına sıkıştırır oldular.

Dinle, dindarlıkla ilgisi olmadığı bilinen, her dönemin adamı olmayı başaran kimi köşe yazarları; "Allah'ın varlığı gereklidir." türü yazılar yazarak; durumları herkesçe bilindiği için; kendilerinin, cenaze törenlerinde namaza durmasalar, dua edenlerle el kaldırmasalar bile, Allah'ın varlığının gerekli olduğuna inandıklarını belirten yazılar döşendiler köşelerine. Yayınevleri, özellikle çocuk kitapları basanlar; ciddi, toplumsal konulara değinen, ruhsal derinliklere eğilen, farkındalıkları artıran, yaşananlara eleştiriel gözle bakan kitapları basmak yerine, çocuğa hiçbir şey kazandırmayan  "lay lay lom" konuları içeren kitapları basmayı tercih eder oldular. Baskının yoğun yaşandığı dönemlerde, 12 Eylüllü yıllarda olduğu gibi, çocuk kitapları adam edilmeye başlanıyor ilkin. Kelli felli, aydın düşünceli insanlar olduğunu sandığımız pek çok kişi,  köşesine çekilip izlemekle yetiniyor yalnızca yaşananları. Suya sabuna dokunmayanlar, kirlenirler oysa! Ayrıca,şunu da unutmamak gerekir ki, rüzgar yön değiştirir bir gün.

Evet, gerçekten de rüzgar yön değiştiriyor şu günlerde. Tam olarak hissedilmese de, çok iyi gözlem yapıldığında, rüzgarın yön değiştirdiğini görebilirsiniz. Kendi mahallemde, kendi sokağımda ters yönden gelen küçük esintiler başladı bile. Bu değişimi en çok kadınlar hissettiriyor. Bir zamanlar koltuk altlarına sıkıştırdıkları Arapça Kuranlar'la camiye akın eden kadınların sayısı azaldı bu günlerde. Şimdi kadınlar, İngilizce kurslarına merak sardı. Garip benim bu memleketim; gerçekten çok garip! Nereden türedi, kimler akıl etti bilmiyorum, (dans etmeyi bilmeyenlerin akıl ettiğini  sanmıyorum) pekçok yerde, parasız dil kursları açılmış. Kadınlar, akın akın olmasa da, yavaş yavaş, küçük topluluklar halinde, dil öğrenmeye koşmaya başladılar şimdilerde. Yüzlerinde heyecan, bakışlarında canlılık oluştu. Daha bir mutlu görünüyorlar. Umarım, bundan böyle değişik alanlarda da kurslar açılır da, kadınlar yeniden hayata bağlanırlar.

Bir uyarıyla bitirmek istiyorum yazımı: Ey suya sabuna dokunmayanlar: Hızla kirleniyorsunuz!
             

16 Ocak 2013 Çarşamba

Eğitim Üzerine/ YAZAR OLMAK NEYİME

"..........
Yak sevdanın çırasını türkülerle
Barajını yıkan bir ırmak gibi katıl hayata
Hüznün isyana dönsün artık
Bitsin bezginliğin ölümcül suskunluğu
Evde kalmış bir cinsellik değildir çünkü dünya
..........."
Ahmet Telli/ Hüznün İsyan Olur

Şu son günlerde söyleşi ve imza etkinliğim için Tarsus'ta iki devlet okulunu ziyaret ettim. Sizlere, bu ziyaretlerimde edindiğim izlenimlerim, yaşadıklarım ve gözlemlerimden söz edeceğim. Yola çıkmadan önce kalemlerimi, fotoğraf makinamı çantama yerleştirdim. Fotoğraf makinamı özellikle aldım; çünkü, sosyal paylaşım sitelerinde yazar arkadaşların paylaştıkları okul ziyaretlerini gösteren  güler yüzlü, mutlu çocukların ortasında, kitaplarını imzalarken, ya da çocuklarla kucak kucağa çekilen fotoğraflarını görmek hoşuma gidiyordu. Ben de bol bol fotoğraf çekecek, çekilecek ve herkesle paylaşacaktım.
İlk gittiğim okulun kocaman, demir bahçe kapısı, bakımsız boyasız, hantal binası,  binaya giriş kapısına takılı duran, (kapı mı bozuktu bilmem) giriş çıkışları engellmeye yarayan iri halkalı zinciri ruh karamasarlığına kapılmama neden olsa da pek önemsemedim (emekli bir öğretmenin pek de yadırgayacağı bir durum değildi). Binaya, rehberlik yapan genç arkadaşla birlikte girdik. Bir okulda olmaması gereken bir ölüm sesizliği vardı havada. Görünürlerde tek bir canlı yoktu. Md odasına götürdü genç arkadaş beni. Oturup bekledik. Bir süre sonra, müdür geçti kapıdan, "hoş geldiniz" dedi. Sonra derin ve sıkıcı bir sessizlik başladı aramızda. Müdürün, varlığımdan sıkıldığı, rahatsız olduğu o kadar belliydi ki! Bu durumda ne yapacağımı bilemediğimden parmaklarımı çıtlatmaya başladım. Neyse ki müdür sonunda, söyleşiden sonra görüşürüz, gibi bir şeyler mırıldanıp çıktı odadan.

Toplantı salonuna girdiğimde, içim oldukça kararmış, keyfim kaçmıştı. Dinleyici çocukların pek çoğu mavi önlükleriyle gelmişti. Yoksullukları yüzlerinden okunuyordu. O yaşlarda gözlerinde olması gereken ışıltı ve pırıltı yoktu. Ne söyledim, ne anlattım bilmiyorum; kafam çok karışmıştı. Bir an için,"Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler" diyen Mary Antuanet gibi hissetmeye başladım kendimi. Her şeye karşın, söyleştiğim ilk iki grubun öğretmenleri güler yüzleri, sevecen bakışlarıyla, sınıf kitaplığı için aldıkları kitapları önemseyen sözleriyle, (parasını kendi ceplerinden ödediklerine, deneyimlerim nedeniyle eminim.) içimi ferahlattılar.

Ne yazık ki, gönül ferahlığım uzun sürmedi. Son grupla söyleşmek için bekliyordum ki, birden biber gazından kaçan topluluk gibi, bağırtılar çağırtılar içinde, bir öğrenci grubu daldı toplantı salonuna. Kollarını sıvamışlar, ellerini açmışlar, kimi ellerinde kağıt parçaları olduğu halde çevremi sardılar hep birlikte. Kısık sesimle, onları durdurmam ve susturmam olanaksızdı. Neredeyse ezeceklerdi beni. Gözlerim bir öğretmen, bir yetişkin aradı yardımıma yetişecek. Görünürlerde kimsecikler yoktu. Nice sonra, gürültüyü duyan nöbetçi öğretmen yetişti imdadıma. Benim kim olduğumu, hangi amaçla okullarında bulunduğumu bildiğinden emin olamadığım bu nöbetçi öğretmenden, çocukların öğretmenlerinin görevlerinin başlarına gelmesini istedim. Ne yazı ki, bu isteğim, öfkelenmesine neden oldu nöbetçi öğretmenin. Sert bakışlarına ve azar tonu yüklü itirazlarna hedef oldum. Neyse, çocukları düşünerek daha fazla uazatmadan konuyu, söyleşimi yaptım. Böylesine sorumsuz, böylesine ruhsuz öğretmenlerin işbaşında olduğunu görmek, iflah olmaz bir karamsarlığa sürükledi beni.
Sonra, rehberlik yapan gençten öğrendiğime göre; okul, en yoksul okuluymuş o yörenin. Söyleşim bittiğinde mutlu olurum genellikle, ama, böyle bir mutluluk yaşamadığım gibi, kendimi çok kötü hissettim.

Fotoğraf makinam mı!!! Ne fotoğrafı; yeterince hüzün yaşamış, yeterince sorumsuzlukla karşılaşmış, alabildiğine karamsarlaşmıştım. Tutup bir de hüznün, karamsarlığın, sorumsuzluğun fotoğrafını mı çekseydim yani!!!.. Müdür mü; müdür odasına gittim, veda etmek için; ama, o çoktan tüymüştü!..

Yine, "güzel görüntüler çekebilirim" umuduyla fotoğraf makinamı yanıma aldım. Önceden edindiğim bilgiye göre gideceğim ikinci okul, görece ekonomisi daha 'iyi' çocukların devam ettiği okulmuş. Bu durum yansımış okul binasına: Biraz daha bakımlı, eli yüzü biraz daha düzgündü. Öğretmenler, yöneticiler daha canlı, daha ilgiliydi. Okula konuk bir yazarın geldiğinin farkındaydılar. Fakat, okulun bir toplantı salonu yoktu. Benim söyleşi yapmam gereken yer konusunda sıkıntıları vardı. Sonunda, Güney'in güneşli havalarının yarattığı nimetten yararlanıp bahçede gerçekleştirmeye karar verdik etkinliği. Hava harikaydı, öğretmenler sevecendi, toplu fotoğraf çektirmekten hoşlanıyorlardı.
Moralim düzgün sayılırdı. Bu ruh haliyle söyleşiye başladım.

Bugüne dek okudukları ve çok beğendikleri bir kitabın adını söylemelerini istedim. Tek kişinin parmağı kalktı, (merak edenler için, kitabın adı: Robin Hud) şaşırmadım; tahmin edebiliyordum. 3-5 çocuk dışında kitap alan olmamıştı çünkü. Öğretmenleri de, sınıf kitaplıklarına kitap almadılar.

Yine de, okumanın öneminden, güzelliğinden, kitaplardan söz ettim çocuklara. Onların sorularını yanıtladım. Yazar olmak isteyen bir insanın hangi özelliklere sahip olması, neler yapması gerektiğini sordum onlara; bir yazar kadar bilinçli yanıtlar verdiler bana. Sonunda; "Evet, ben bu özellikleri taşıyorum, büyüyünce ben de yazar olabilirim/olmalıyım, diyenleriniz var mı içinizde?" diye sordum. Yanıtları, kocaman bir "Hayırrrr!" oldu. Çocuklar 'kral çıplak' diyebiliyorlar hâlâ.

Söyleşi bitip md. yardımcısının odasına girdiğmizde, kendimi bir banka şubesinde gibi hissettim. Velilerle, md. yardımcılar arasında bir para alışverişidir sürüp gidiyordu. Meğer, ayın 15 imiş, aidat yatırma günüymüş. Bir ara fırsatını bulup, md yardımcısına sordum; çocukların ekonomik durumları nasıl? "30 tl, aidat parasını alamıyoruz, nasıl olduğunu siz tahmin edin." dedi. İşte o an, 3 çocuğu olanları düşündüm... Para konuşulan ortamları hiç sevmem, sıkıntı basmıştı ki, yanımda oturan öğretmen:
"Siz Kitapçı mısınız?" dedi.
Çıldırmama az kaldı, doktorum nerede, diye bağırmak geçti içimden.

Fotoğraf makinam mı!!?.. Şu son soru gelene dek kullanmayı düşünüyordum,

13 Ocak 2013 Pazar

YASAKLAMA - ADAM ETME - UYUTMA


Bir zamanlar bu toplum başkaldırmıştı: oligarşiye, eşitsizliğe, adaletsizliğe... Daha eşitlikçi, daha adil, daha özgürlükçü, daha insanca yaşanabilecek bir düzendi istedikleri. Büyük güçler, başkaldıranların başlarını ezdiler, işbirlikçileri oldukları kapitalist zihniyetli emperyalist güçlerin de desteği ve katkılarıyla. Kimi, zindanları boyladı korkunç işkencelere maruz kalmak üzere; kimi, yağlı urganlı darağaçlarında can verdi; kimileri, bu acımasız kıyım karşısında korkuya kapılıp karşı saflara geçti. Genç, inançlı, cesur, hümanist insanlardı herbiri. Böylesi bir ulusal ve uluslararası sömürü düzeninde; egemen güçler, kendi çıkarlarını koruyan kurulu düzene başkaldıranların hazin sonuçlarını gösterdiler bütün dünya aleme. Yürüyüşler, toplantılar yasaklandı. Kitaplar, silahlarla birlikte suç unsuru olarak gösterildi. Yasalar rafa kaldırıldı, insanlar karanlık bir korku düzeninde yaşamaya mahkum edildi.

Toplumu adam etmelilerdi ki, bir daha böylesi isyanlara kalkışmasınlar. Başkaldırının en büyük sorumlusu, her faşist yönetim biçiminde düşünüldüğü gibi, bu âsilerin okudukları kitaplardı. Hele de o çocuk kitapları... Öğrenmemeleri, bilmemeleri, düşünmemeleri gereken şeyleri öğrenmeye, düşünmeye  itiyordu kitaplar, küçücük sabileri!!! Haklarının, özgürlüklerinin bilincine varıyorlar, haksızlıklara karşı gelmeyi, kendilerini ifade etmeyi, gözlem yapmayı, gerçek demokrasinin ne demek olduğunu, yoksulların yaşam güçlüklerini, sömürgen ülkelerde çocukların lüks içinde yaşadıklarını, hep kitaplardan öğreniyorlar, büyüdükleri zaman da işte böyle isyankar oluyorlardı. (o dönemin çocuk kitapaları, içerikleriyle her kurulu düzen savunucusunu korkutacak türdendi.)
Bu düşünceler ışığında, yılanın başını küçükken ezmeye karar verdiler. Neredeyse bütün çocuk kitapları yasaklandı. Faşist yönetim, Talim Terbiye'yi göreve çağırdı. Okul kütüphanelerinde, sınıf kitaplıklarında ne kadar 'zararlı' kitap varsa yok edildi. Pek çok öğretmen, sınıf kitaplığında bulundurduğu 'sakıncalı kitap' nedeniyle soruşturma geçirdi. Öyle ki hırslarını alamayan faşist zihniyetler, yoksulluğu anlatan Kemaletti Tuğcu'yu bile yasakladı. Oysa, Kemalettin Tuğcu, zenginleri, yoksul çocukların elinden tutan birer melek gibi gösterirdi. Kısacası, yoksulluktan söz etmek bile sakıncalıydı.

Sıra, çocukları adam etmeye gelmişti. Eğiticilik, öğreticilik, güzel mesajlar verme adı altında pekçok didaktik çocuk kitabı doldurdu kitapçı raflarını. Bu kitaplarda çocuk kahramanlar, sevgi saygı dolu, annecikli babacıklı, sevgili öğretmenleri olan huzurlu, mutlu çocuklardı. Çevreciydiler, yalancılık, başkaldırma, acı çekme neydi bilmezlerdi. Vatan millet aşkıyla dolu yürekleri vardı. Kısacası iyi terbiye edilmiş çocuklardı herbiri. İşte bu yıllarda, aptal çocuk örneği diyebileceğim bir çocuğu anlatan "Çocuk Kalbi" satış rekorları kırmaya başladı (hâlâ önerilebiliyor). Öğretmenlerin, olmazsa olmaz, kitabı haline geldi. Çocuklara gençlere, pembe dünyalar sunan, mutlu olmanın yollarını pek romantikçe anlatan, çocuklara ana kuzusu olmayı öğütleyen İpek Ongun ise, ülkenin bir numaralı yazarı olmuştu.
Daha sonraki yıllarda, Christine Nöstlinger'in, yazdığı anti didaktik kitaplarla birdenbire dünya gündemine oturmasıyla birlikte, bizdeki öğüt verici kitaplara da, tü kaka gözüyle bakılmaya başlandı. Hem zaten, çocuklarımız yeterince terbiye edilmişti. Artık yeni şeyler yazma zamanıydı. Liberalizm  mi etkiledi bilmem, aklına esen herkes, çocuk kitabı yazmaya başladı durup dururken. İçlerinde, cümle kurmayı bilmeyenler, çocuğu tanımayanlar, kültür ve bilgiden yoksun olanlar çoğunluktaydı. Ortalık, çocuk kitabından geçilmez oldu. Çoğu 'yazar' bu konuda öyle hızlıydı ki, gencecik yaşında, yazdığı kitap sayısı 60'a, 70'e ulaştı.  Çocuğa ve çocuk kitabına yabancı olan kimi yayınevleri kendilerine gelen her dosyayı basmaya başladılar. Konular lay lay lom'muş, içerikleri kofmuş, kurgusu yokmuş, dil berbatmış kimin umurunda; sonuçta, para getiren bir iş ya, siz ona bakın.

Dinci iktidarın, dini kullanarak yapmak istediği uyutma politikasına en büyük desteği, bu tür yazarlar, gönüllü olarak veriyorlar şimdi. Zaten, dinci iktidarın da, bu tür yazarların kitaplarının hakim olduğu ortamdan pek yakındığı yok. O artık, koflluklarla değil, Yunus Emreler'le, Fareler Ve İnsanlar gibi insanlığı derinden etkileyenlerle uğraşıyor.
Bugün yaşadığımız 1Mayıs görüntüleri, 12 Eylüllü yılları anımsattı, bu nedenle yazımı yeniden yayımlıyorum.

10 Ocak 2013 Perşembe

BİR İMZA GÜNÜ, SANSÜR VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Bu yazıyı yazmadan bir gün önce, imza ve söyleşi etkinliğim için Tarsus'ta bir devlet okulundaydım. Binanın hantal, soğuk yapısından, kocaman demir kapılarından, yoksul görünümlü çocukların çokluğundan; bu görüntülerin yarattığı ruh karamsarlığımdan söz etmeyeceğim; konum bu değil. Esas üzücü nokta, devlet okullarında yazarlara karşı olan ilgi  azdır. Çoğu okul, bir pazarlamacı gözüyle bakar size (pek çok haklı nedenlerinin olduğunu biliyorum; ama, bu durum konumuz dışı).

Neyse, konuma döneyim... Tarsus'ta birkaç yıl önceki imza günümde kötü bir sürprizle karşılaşmış, iki kitabımın stanta yer almadığını görmüştüm. Kitap temin görevini üstlenen Antik Sahaf Kitabevi sahibi İsmail Bey'e nedenini sordum: O iki kitabım, gerekçesiz bir şekilde sakıncalı bulunmuş. Bu deneyimi yaşadığım için yeniden gerçekleştireceğim etkinlik tarihinden bir gün öncesi, İsmail Bey'i arayıp bir sorun olup olmadığını sordum. Sorun yokmuş. Fakat, sürprizler peşimi bırakmıyordu; Tarsus'a vardığımda öğrendim ki, Bilgi'den çıkan 2001 yılından bu yana okullara giren "Söyleyemediğim Sözcükler" adlı gençlik romanım, kapak resmi nedeniyle, ayıplı bulunduğundan okullara giremiyormuş. Son günlerde yaşanan sansür skandallarından biri, gayrı resmi bir şekilde sıcağı sıcağına yeniden karşıma çıkmış oldu böylece!

Devlet okullarında imza günü düzenlemek, söyleşiler yapmak zordur; pek çok formaliteyi gerektirir. Ticari olarak da pek bir karşılığı yoktur. Fakat, sevgili İsmail Bey, bir kitap kurdudur, okuma aşığıdır; ister ki herkes okusun, herkes kitabı sevsin! Tarsus'un kültür işleri sorumlusu gibi görür kendini. İşte bu bu özellikleri nedeniyle devlet okullarında imza, söyleşi günleri düzenler (her etkinlik sonu, gördüğü ilgisizlikler yüzünden, böyle bir işe bir daha kalkışmayacağım, diye yemin billah etse  de, geçicidir bu öfkesi.) Onun her çağırışında, koşa koşa gider, düzenlediği etkinliklere büyük bir zevkle katılırım. İnce ruhlu ve düşüncelidir, kapımın önünden alır, kapımın önüne bırakır beni. Bir etkinliğim sonunda evine ton balıklı salata yemeye davet etti, gidemedim. Umarım bir kez daha davet eder.

Kitabevinde, mürekkep kokuları arasında bir yandan sıcak çayımızı yudumlar, bir yandan da, okuduğumuz kitaplar üzerine tadına doyulmaz sohbetlere girişiriz. Seveni çoktur İsmail Bey'in, dükkana gelenler tarafından sık sık kesilse de, tadı kaçmaz sohbetin. Bu son etkinliği düzenlerken yaşadığı sıkıntılardan da söz etti. Kitaplarımı önceden okul müdürlerine götürüp bilgi edinmeleri için bırakırmış kendisi. Okul müdürünün biri, istememiş. Masasını hemen yanında duran, Timaş yayınlarına ait bir koliyi göstererek, ben bu yazarı çağıracağım, demiş. İsmail Bey, kitaplarımın içeriğini iyi bildiğinden, yine de bana ait kitaplara bir bakmasını istemiş. Aradan bir süre geçtikten sonra, düşüncesini değiştirip değiştirmediğini öğrenmek için yeniden uğramış okula. Müdür, mutlu bir yüz ifadesiyle; "Bu kitaplar çok güzelmiş yaa!" demiş. İsamail Bey'in bu olayı anlatırken yaşadığı mutluluğu gözlerinden okudum. Yani, imza günü için çağrılıydım, Timaş Yayınlarının gücüne krşın.

Biliyorum konuyu dağıttım biraz. Neyse, sesim kısıktı, yine de dört ayrı öğrenci grubuyla söyleşi yaptım. 5-10 öğrenci dışında kitap alan pek öğrenci olmadığından, ilgili öğretmenler sınıf kitaplıkları için birer dizi kitap aldılar. Sınıfta, öğrencilerine okutacaklarını söylediler. Ses kısıklığım nedeniyle kısa süren söyleşimin bitmesine üzüldüklerini belirttiler. Bunu söylerken çok samimi ve içtendiler.Bütün bunlar işin güzel yanıydı. Beni üzen durumlar da yaşadım.

26 yıllık öğretmenlik geçmişim olduğu için, öğretmenleri çok iyi tanırım. Pek çoğu okumayı sevmez, kitaplara karşı ilgisizdirler.  Kalabalık okullarda öğretmenlik yaptım. Bunca yıllık meslek yaşamım boyunca, karşılaştığım kitap okuyan öğretmen sayısı iki elin parmağı kadardır. İmza günümde, dördüncü grupla söyleşi öncesi  karşıma çıkan öğrencilerin öğretmenleri de okumayı sevmeyenler, öğrencilerine karşı ilgisiz olanlar türündendi. Dördüncü grup öğrencileri toplantı salonunu doldururken de daha sonrasında da  öğrencilerin, hiçbirinin öğretmeni görünürde yoktu. Çocuklar ellerini uzatmış, kollarını açmış, kimileri önüme kağıt parçaları uzatarak başıma üşüşmüşler imza istiyorlardı. Ezilme tehlikem bile vardı.Sesim kısık olmasaydı, öğretmenlik yeteneğimi kullanarak onları susturabilirdim. Çaresiz gözlerle, bir ilgili bir öğretmen aradı gözlerim... Görünürlerde tek yetişkin yoktu. Nice sonra, gürültüyü duyan, nöbetçi öğretmen olduğunu öğrendiğim bir kadın öğretmen girip susturdu onları. Özür diledi benden. Söyleşiye başlayabileceğimi söyledi.

Çocukların öğretmenleri gelmeden hiçbir şey yapmayacağımı, öğretmenlerini çağırmasını istedim nöbetçi öğretmenden. Söyleşiden sonra, sınıflarında, yazar ve kitaplarla ilgili pekiştirici bir çalışma yapmalarının yararlı ve etkili olacağını, bu nedenle beni öğrencileriyle birlikte  dinlemeleri gerektiğini hatırlattım. Ters ters baktı bana. Israrlı olduğumu görünce telefonuna sarıldı. Hala beklediğimi görünce, "Tamam, gelecekler, telofon ettim işte, siz başlayın." dedi. Ses tonu, nazik bir insana yakışmayan türdendi. Çocukları düşünerek, fazla uzatmak istemedim. Söyleşimi, öğretmensiz öğrencierle gerçekleştirdim.  Eminim ki, öğretmenleri dedikodu yapmakla meşguldüler.

Bütün bunları anlattıktan sonra gelmek istediğim nokta, dinci ve baskıcı iktidarın, çocuk kitaplarını hedef aldığı şu günlerde, yazarlar, karşı mücadelelerinde yalnız kalmaya mahküm gibi görünüyorlar. Öğretmenlerden, velilerden, toplumdan hatta kitabevlerinden  destek alabileceğimizi pek sanmıyorum. Bu durumda ise bizler yalnız kaldığımız için sesimiz cılız çıkıyor. Yazımı, İsmail Bey'in bana söylediği ve çocuk edebiyatı yazarlarına duyurmamı istediği bir durumdan söz ederek bitireceğim. Söyledikleri şu:"Pakize Hanım, çocuklar içinde şiddet, vampir, korku, vahşet olmayan kitapları istemiyorlar. Çocuklara kitap satamıyorum!"

Son olarak, biz çocuk edebiyatı yazarlarının düşünmesi gereken bir soru sormak istiyorum: "Bizler neden yalnızız?"          

4 Ocak 2013 Cuma

SANSÜR HEP VARDI

12 Eylüllü yıllardan sonra, Milli Eğitim'de sansür konusunun yeniden konuşulduğu günleri yaşıyoruz. Kitaplar, AKP destekçileri tarafından, 'ahlaksızlık'la, Türk örf ve adetlerine uymamakla, müstehcenlikle suçlanıyor. "Okumadım ama..." diye başlayan, yine de okumadığı bir kitap üzerine ahkam kesmekten geri durmayan eğitimciler, takındıkları Hitler yardakçısı yüz ifadeleriyle, kitap okurlarını güldüren akıllara ziyan açıklamalarda bulunuyorlar. Ayrıca, son zamanlarda, okulardaki bazı kitapların ahlaksızlığı üzerine şikayet dilekçeleri yazcak kadar iddialı; ama,dilekçesinin altına adını yazamayacak kadar korkak veliler türedi.

Sansür, zaten vardı; ne zaman ki, Yunus'un şiiri, Şeker Portakalı, Fareler Ve İnsanlar
 sansürlenmeye kalkışıldı, toplum gündemine o zaman birdenbire düştü. Yetkililer, bunun yeni bir uygulama olduğunu, bundan böyle kitapların önceden denetleneceğini açıkladılar.
Oysa, bu o kadar da yeni bir uygulama sayılmaz. Ben bir yazar olarak, iki yıl önce bu uygulamaya toslayanlardanım. Daha öncesini bilmiyorum... Dediğim gibi, iki yıl önce, Tarsus'ta devlet okulları başta olmak üzere, bazı okullarda imza ve söyleşi günlerim vardı. Görevimi gerçekleştirmek üzere gittiğim ilk okulda kitaplarımdan ikisinin sergide yer almadığını gördüm. Bir yanlışlık olduğunu düşündüm, kitap işini düzenleyen arkadaşa, o iki kitabımın neden ortalarda olmadığını sordum. Biraz mahcup; "O iki kitabınız Milli Eğitim tarafından sakıncalı bulunmuş," dedi. "Gerekçesi!!" dedim. Gerekçesi yokmuş. (Kendi reklamımı kendim yapmamak için kitap adlarını söylemiyorum) İki ayrı yayınevinden çıkan bu iki kitabım  çok önemliydi benim için. Moralim bozulmadı, desem yalan olur. Durumu her iki yayınevime de bildirdim, bir şeyler yapılmasını istiyordum! N'apabilirlerdi ki!

"Sakıncalı" oluşuna kimlerin ve nasıl karar verdiğini araştırdım. Öğrendiğime göre; Milli Eğitim'ce seçilen 3 öğretmen belirliyormuş. önlerine konulan kitabın ahlaklı mı, ahlaksız mı, sakıncalı mı, sakıncasız mı olduğunu! Tabi ki bu hizmeti para karşılığında yapıyorlardır! İşin içinde para varsa eğer, sahibinin sesi konuşur.       

Fakat, ne olursa olsun hiçbir faşist düşünce yakmakla, sansürlemekle, yazarları hapsetmekle ne kitapları yok edebilmiştir, ne de okurlarını. 12 Eylüllü yıllarda, yoklama defterinin arasına saklayarak okuduğum kitaplarlarla, kimbilir kaç öğrencimin beynini aydınlatmışımdır. O yıllardan biliyorum ki, sansürcülerin yasakladığı kitaplar, en okunası kitaplardır.