15 Nisan 2013 Pazartesi

EĞİTİM ÜZERİNE/OKULSUZ TOPLUM



Günümüzde kurumsallaşmış resmî eğitim anlayışından çocuklarının zarar gördüğüne inan pek çok bilinçli anababa, alternatif eğitim hizmetleri verebilen yeni okul arayışları içinde. Batı ülkelerinde, çoktan aile okulları oluşturulmuş durumda. Ülkemizde ise, farklı arayışlara girenlerin artış göstermesiyle birlikte "başka bir okul mümkün" sloganıyla yola çıkan kişi ve gruplarca 'yeni' okullar açılmakta ama henüz denenmemiş, sonuçları görülmemiş olduğundan bu alternatif okullara da kuşkuyla bakılmaktadır. Özellikle şu son yıllarda 4+4+4 gibi, velilerin karşı olduğu sistemin dayatılması, okulların İmam Hatipleştirilmesi, fiziki koşullarının kötülüğü gibi nedenler yüzünden devlet okullarının verdiği eğitime kuşkuyla bakanlar çoğalmaktadır. Çocuklarının, diğer bazı nedenlerin yanı sıra, yoksul çocuklarla aynı ortamda bulunmasından rahatsızlık duyan bir kesim ise, özel okullara yönelmektedir. Bütün bunlardan yola çıkarak, konuya açıklık getirmek amacıyla bu yazımda sizlere; kurumsallaşmış eğitime, yalnız okullara değil Batı dünyasında toplumun töresine, kurumlarına, yaşam biçimine karşı köktenci eleştiriler getiren Ivan Illıch'in "Okulsuz Toplum" adlı eserinden, eğitimde radikal değişimler yapılması gerektiğini savunan diğer düşünürlerin görüşlerinden söz edeceğim.

"Okulların artması, silahlanmanın artması kadar tehlikelidir," diyen Ivan Illıch, yalnız devlet okullarına değil, alternatif eğitim sunduğunu ileri süren okullara da karşıdır ve tüm kurumları eleştirmektedir: "Çağdaş insanı, kurumlar kuşatmıştır: Hastanede kurumların elinde doğar, cenazesi kurumlar aracılığı ile kaldırılır. Öyle ki bunlardan yoksun kalmak bile bir yoksulluk göstergesi olmuştur. Kurumlar, işlemleriyle çevreyi yaşanmaz kılmak bir yana kendilerini mitleştirerek ve mistifiye ederek insanların kafalarını da işlemez kılmaktadır. İlerleme, kalkınma adına sonu gelmez üretim, bitmez tükenmez tüketim, hep en üstü düzey kâr, verim ve para önerilmektedir" Okulun, 'gizli müfredat' yoluyla   tüm bu kurumlaşmaya, tartışılmayan bu yaşam tarzına yataklık etmesi nedeniyle sorgulanması gerektiğini ve yalnız kurumların değil, toplumun töresi okulsuzlaştırılmalı görüşünü savunur. Okul yoluyla evrensel eğitimin uygulanamayacağını ileri süren Illıch, "Çocukları okullu yapmanın amacı, özü ve süreci karıştırmak içindir. Bunlar bir kez karıştı mı, artık yeni sonuç egemen sınıfların çıkarına, onların 'iyi'liğine olur; Öğrenmeyi öğretimle karıştırmak, eğitimi ilerlemeyle derecelendirmek, yeterliliği diploma ile belgelemek ve yeni bir şey söyleyebilme yeteneğini akıcı konuşma ile karıştırmak..."  Modern toplum, uzmanca planlanmış paketlerin tüketimine dayanır. Okul "her yönüyle çocuğun" sorumluluğunu üstlenerek bireyi bu toplum için hazırlar. Araba kullanmayı, cinsel eğitimi, giyinmeyi, kişilik problemleriyle uğraşmayı ve bir sürü ilgili şeyi öğretmeye çalışırken okul aynı zamanda bütün bunları yapmanın doğru ve uzmanca bir yolu olduğunu ve kişinin başkalarının uzmanlığına dayanması gerektiğini de öğretir. Okuldaki öğrenciler özgürlük talep ettiklerinde, özgürlüğün sadece otoriteler tarafından verildiği ve "uzmanca" kullanılması gerektiği yolundaki dersi alırlar. Bu bağımlılık kişinin hareket etme yeteneğini yok eden bir yabancılaşma yaratır. Etkinlik artık bireye değil uzmana ve kuruma aittir.

Yoksulların, okulların kendilerine toplumsal ilerleme sağlayacağına ve okul eğitimi süreci içindeki bu ilerlemenin kişisel yeteneklerine bağlı olduğuna inanmaları istenir. Yoksullar, bu inanç temelinde okul eğitimini desteklemeye hazırdırlar. Fakat zenginler her zaman için yoksullardan daha uzun süre okul eğitimi görecekleri için, okul eğitimi sadece kurulu toplumsal farklılıkların yeni bir ölçüm aracı haline gelir. Yoksulların kendileri de okul standartlarının doğruluğuna inandıkları için; okul, toplumsal bölünmenin daha da güçlü bir aracı olmuştur. Yoksullar okula gitmedikleri için yoksul olduklarına inandırılırlar. Yoksullara ilerleme fırsatı verildiği söylenir ve onlar da buna inanırlar. Toplumsal konum, okul eğitimi aracılığıyla başarı ve başarısızlık olarak tercüme edilir.

Sosyal refah kurumlarının profesyonel hiyerarşileri bir kez toplumu kendi yönetimlerinin ahlaki açıdan gerekli olduğuna inandırmayagörsünler, bunların yarattığı yıkımı tonlarca para dökseniz de temizleyemezsiniz. ABD kentlerindeki yoksullar, kendi deneyimlerinden "okullu" bir toplumda üstüne kurulduğu toplumsal yasaların aldatmacasını gayet güzel gösterebilirler. Bütün bunların yanı sıra, "Okullar yapıları gereği ayrıcalıkların, sorunlu olmayanlar dışındaki bir kesim üzerinde yoğunlaşması için direnir. Özel müfredat, özel sınıflar, özel dersler hep daha pahalıya, daha büyük ayrımlara neden olur," diyor Illıch. Zenginlerle yoksulların genellikle ayrı okullarda okudukları bir gerçektir. Kaldı ki aynı okullarda okusalar bile, yoksul bir öğrencinin zenginlerle aynı düzeyi tutturabilmesi güçtür. Çünkü; orta sınıf çocuğuna sağlanmış olan eğitsel olanakların çoğuna erişemezler; entellektüel aile yapısı, dili doğru kullanma, evde bulunan kitaplar, tatil gezilerinden kendilik duygusuna dek değişen bu olanakları yoktur. Bu nedenle yoksul öğrenci ilerleme ya da öğrenme için yalnızca okulla yetinmek zorunda kalacağından ister istemez geri kalacaktır. İşin çelişkili yanı, herkesin okula gitmesinin gerekli olduğu inancı en çok da, daha az kişinin okuldan yaralandığı/yararlanacağı ülkelerde daha çok tutulup benimsenmektedir.

Okul içinde yoksulun toplumsal ve ekonomik dezavantajları başarısızlık olarak nitelendirilir. Okul olmasa okuldan atılma da olmayacaktır. Francisco Ferrer gibi İllich de, okulu bir iktidar fahişesi olarak görür. İktidar okulun, kişilerde kendi kimlik kavramları üzerinde etkisi olduğuna inanır; yani eğitim, kişilere kendi kişisel yeteneklerini ve karakter özelliklerini öğretir, insanlar kendilerini aptal ya da zeki, değerli ya da başarısız olarak düşünmeyi öğrenirler. Uygun bir kimlik kavramının, kabul edilmeye ve toplumsal bağlamda işlev görme yeteneğine dayandığı varsayılınca okulun psikolojik gücü açıkça ortaya çıkar. Okuldan atılma, okulun kurumların en yardımsever ve demokratik olanı-kişiye bütün fırsatları verdiği, ama onun başarısız olduğu şeklinde yorumlanır. Atılanın elinden bu başarısızlığı kabul etmekten ve artık ilerlemek için yapabileceği çok az şeyin kaldığı sonucuna varmaktan başka bir şey gelmez. Okul tarafından reddedilmek, boyun eğme, ilgisizlik ve sonunda tümüyle çaresizliğe ve toplumsal durgunluğa yol açar.
Okul, çağdaşlaşmış işçi sınıfının dünya dini durumunu almıştır ve teknolojik çağın yoksullarına boş yere kurtuluş vaadinde bulunmaktadır. Ulus-devletler vatandaşlarını birbiri ardına dizilen diplomalar için öğretim basamaklarını tırmanmaya mahkum etmiştir. Çağdaş devlet, okuldan kaçanlarla uğraşan iyi niyetli görevlileri ve işe-giriş koşullarıyla eğitimcilerin yargılarını sağlamlaştırma görevini üstlenmiştir; tıpkı, Egizisyon Mahkemesi ve Amerika'yı fethe çıkan serüvenci fatihleri aracılığı ile Tanrıbilimcilerin yargılarını sağlamlaştıran İspanya kralları gibi.

Okul öğrenimi aracılığıyla ne öğrenim bir adım ilerleyebilir ne de eşitlik; çünkü, eğitimciler öğretimi paketler halinde belgelendirmekte ısrarlılar. Okulda, öğrenmeyle birlikte toplumsal rollerin dağıtımı bir potada eritilir. Gene de öğrenme yeni bir beceri, içgörü edinmek anlamına gelir; oysa, sınıf geçme başkalarının belirlediği bir görüşe bağlıdır. Öğrenme çoğu kez bir öğretimin sonucudur, ama iş pazarında bir yer ya da katagori için seçim yalnızca okula kaç yıl gidildiğine bağlıdır. Okul sisteminin dayandığı bir yanılsama ise öğrenmenin öğretim yoluyla olduğudur. Öğretimin belirli koşullarda kimi şeyleri öğrenmeye katkısı olduğu doğrudur; ama, çoğu insan bilgilerinin çoğunu okul dışında edinir. Öğrenmenin çoğu kendiliğinden gelir, hatta en planlı öğrenme bile bir öğretimin sonucu değildir.

Öğrenciler, öğrendiklerinin çoğunu öğretmenlerine bağlamazlar. Gerek 'çalışkan' öğrenciler gerekse 'tembeller' hepsi, papağan gibi ezberlemeye, okuyup çalışıp sınavları atlatmaya bakarlar; ya sopa korkusuyla ya da peşinde koştukları havucu kapmak için... Öğretmenin otoriter bakışı altında birçok değer, tek bir değer haline gelir. Ahlaka uygunluk, yasaya uygunluk ve kişisel değerler arasındaki ayrımlar silinir ve sonunda yok olur. Okulun yavaş yavaş öğrettiği, işlediği değerler hep ölçülebilir şeylerdir. Okul, genç insanları öyle bir dünyaya sokar ki orada her şey ölçülebilir, imgelemleri, hatta insanın kendisi bile... Ama, kişisel gelişme ölçülebilir bir şey değildir. Disiplinli muhalefet için dedeğişme ne bir güce, ne müfredata vurularak ölçülebilir ne de başkasının başarısıyla karşılaştırılabilir. Gerçek öğrenme ölçülemez, yeniden yaratımdır. Kendi kişisel gelişimlerinin, başkalarının standartlarıyla ölçümüne boyun eğen kişiler, çok geçmez aynı ölçekleri kendilerine uygulamaya başlarlar. Sonuna dek okullandırılan insanlar ölçülmeyen yaşantıların ellerinden kayıp gitmesine ses çıkarmazlar. Onlar için ölçülmeyen şey önemsiz, hatta tehdit edicidir. Çocukların ve gençlerin yaşamları çalınmamalıdır. Öğretim adı altında, kendi "olmayı" kendi şeylerini "yapma"yı öğrenmemişlerdir, yalnızca yapılanı ve yapılabilecek olanı değerlendirirler. Hepimiz hem üretim yanından, hem tüketim yanından okul olayına bulaşmış durumdayız. Bâtıl bir inanç gibi iyi şeyler öğrenebileceğimize ve başkalarının da öğrenmesini sağlayabileceğimize inanmış durumdayız.Oysa, bizim gerek duyduğumuz yapılar, insana öğrenmek ve başkalarının öğrenmelerine katkıda bulunmak yoluyla kendini tanımlama olanağı verebilenlerdir.

Bu görüşlerin sahibi Illıch, daha önceki yazılarımda görüşlerine yer verdiğim (Çocukluğun Yokoluşu) Neil Postman gibi, çocukluğun Rönasans döneminde gerçekleştirilen bir kurgu olduğu görüşündedir.Kurgu sonucu varedilen çocukluk anlayışının, okullaşmayı da beraberinde getirdiği için sorgulanması gerektiğine inanır. Postman'ın aksine, okulların yaygınlaştırılmasını değil, ortadan kaldırılmasını savunur. Dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul kesimlerde çocukluğun hiç varolmadığını (ülkemizde de varolmadığına inanıyorum) ileri sürer ve çocukluk kurgusunu doğru bulmaz.

18.yüzyılın sonu 19. yüzyılın başlarında monarşiden cumhuriyet yönetimine geçildiğinde William Godwin, kitlesel okul eğitimi üzerine sert eleştirilerde bulunmuştur. Çünkü Godwin, modern devletin yükselişiyle, bu devlete vatandaş yetiştirecek milli eğitim sistemlerinin gelişmesinin, insan aklının dogmatik olarak denetlenmesine ve bastırılmasına yol açabileceğine inanıyordu. 1783'te, okulunun dağıttığı bir broşürde, insan gücünün iki temel hedefinin yönetim ve eğitim olduğunu öne sürdü. "Herhangi bir yönetim biçimi meşruiyetini, halkın kendisini tanıması ve kabul etmesinden alır. Kamuoyunun eğitim yoluyla denetlenmesi sürekli destek anlamına gelir. Dolayısıyla insan aklının tam olarak gelişmesinin okul duvarları içinde engellendiği herhangi bir toplumda despotizm ve haksızlık rahatlıkla varolmaya devam edebilir."  Godwin, politik kurumların zenginlerin iktidarı gasp etmesini onayladığını ve zengin ile yoksul arasındaki farklılıkları şiddetlendirme eğilimlerinin farkındaydı. Yasama, haksız yasalar ve vergilendirme sistemleri ile zenginlerin mülkiyetini korumaktaydı. Yasa, hükümet tarafından ekonomik gücü elinde tutanların yararına olacak şekilde yürürlüğe konulmakta ve hükümet zenginliğin gücünü toplumsal ve politik güce dönüştürerek arttırmaktaydı.

Godwin ayrıca, kitlesel okul eğitiminin, büyük ve merkezileşmiş devletlerin gelişiminin, milli zafer uğruna girilecek maceralar, vatanseverlik ve uluslararası alanda ekonomik ve kültürel rekabet gibi bireye son derece az faydası dokunacak değerlerin yüceltilmesine neden olacağına inanıyordu. Milli eğitim, şovenist vatanseverliğin, devletin politik ve ekonomik iktidarının desteklenmesinde kullanılacaktı. Godwin'e göre,  anayasalar ve yasaları sürekli kılmaya yönelik diğer politik kurumlar, insanların hayatın nasıl düzenlenmesi gerektiği konusundaki anlayışlarının gelişmesini sadece engelleyebilirdi. Godwin, ülkedeki yasaları öğreten bir milli eğitime karşı çıkıyordu. İnsanların çoğunun, bazı suçların kamuya zararlı olduğunu anlayabileceğini ileri sürüyordu. Akıl dışı olan ve anlaşılmaktan çok öğrenilmesi dayatılan bu yasalar genellikle toplumdaki bazı özel kesimlere avantajlar sağlayan yasalardı. İnsanlar muhakeme güçlerini ve doğa anlayışlarını sürekli olarak geliştirdikleri için doğal yönetim yasalarını kavrayış biçimleri de sürekli olarak değişmekteydi. Anayasalar ve yasaları sürekli kılmaya yönelik diğer politik kurumlar, insanların hayatını nasıl düzenlenmesi gerektiği konusundaki anlayışlarının gelişmesini sadece engelleyebilirdi. Kısacası Godwin'e göre çocuk, devlet okuluna girdiği andan itibaren otoriteye boyun eğmek, doğal olarak başkalarının isteğini yerine getirmek yönünde eğitilir ve bunun sonucunda yetişkin yaşamda yönetici sınıfın işine yarayan düşünce alışkanlıklarına sahip olur.

Godwin'in 18.yy'da belirttiği bütün sakıncalara, Nazi Almanya'sında yaşananlar bir örnek oluşturmuştur. Okullar, özel bir ideolojinin ve toprakların genişletilmesine dayalı bir milliyetçiliğin yayılması ve ülke liderlerinin yüceltilmesi için kullanıldı. Naziler, zorunlu ırk biyolojisi eğitimini devreye sokarak ve Alman tarihi ve edebiyatına ayrı bir önem vererek okul müfredatı programına değişiklikler getirdiler. Karakter ve disiplin oluşturmak üzere ve askeri antreman hazırlığı olarak günde beş saatlik beden eğitimini zorunlu kılınmıştır. Büyük oranda propaganda amaçlı ders kitapları okutulmaya başlandı. 1935'te Eğitim Bakanlığı'nın emri ile Alman ırkına mensup olmaktan ötürü gurur duymalarını sağlamak üzere altı yaşından itibaren ırk öğretiminin başlatılması için özel buyruklar verildi.
Egemen güçlerin, eğitimi çıkarlarına uygun şekilde nasıl da beyin yıkama aracı olarak kullandığını görmek için eskilere ve uzaklara gitmemize gerek yok. Günümüz Türkiye'sinde dinci iktidar, okulları İmam Hatipleştirmekte, Kuran kursları açılmasını sağlamakta, din ağırlıklı müfredatlar dayatmaktadır. Geleceği görebilme yeteneğine sahip kişiler haklı olarak, bu gidişattan kaygı duymakta, şeriatçı bir yönetime geçiş hazırlıklarının sürdürüldüğü çabalarını görmektedir.

Konumuza dönecek olursam, kitlesel okul eğitimine karşı çıkanlardan Francisko Ferrer, iktidarlarının, neredeyse tamamen okula dayandığının egemen güçlerin farkında olduklarını, söyler.
Ferrer, hükümetlerin okulları isteme nedeni  "Eğitim yoluyla toplumun yenilenmesini beklemek değil, sanayi şirketlerini kurmak ve buralara yatırdıkları sermayeden kâr elde etmek için insanlara, işçilere ve mükemmel emek araçlarına duydukları ihtiyaçtır" diye belirtmiştir. Kapitalizmin hiyerarşik yapısının işçilerde belirli karakter özelliği tiplerini gerektirdiğini kavramıştı, işçiler, fabrika mesaisinin sıkıntı ve monotonluğunu kabul etmek ve fabrika içindeki düzenlemeye itaatkâr bir şekilde uyum sağlamak üzere eğitilmeliydiler. İşçiler dakik, itaatkâr, pasif ve işlerini ve konumlarını kabul etmeye istekli olmalıydılar. Godwin gibi Ferrer de, okulun bir politik denetim kaynağı olarak kullanılmasının kaçınılmazlığını görmüştü: "Okullar yoksullara, var olan toplumsal yapıyı kabullenmeleri ve ekonomik gelişmenin varolan yapı içinde gösterilecek kişisel çabalara inanmalarını öğretir. Hükümet okulların sadık yurttaşlar üretmesini ister, sanayi ise, itaatkâr ve eğitimli işçiler..." Nasıl ki, hükümetler despotik olarak, yasalar ve polis aracılığıyla halkın devlet çıkarlarına uygun hareket etmesini sağlarlarsa, öğretmenler de, not ya da ceza tehdidiyle istenilen yurttaşların yaratılmasını sağlamaktadırlar.

Bu yazımda, "Okulsuz Toplum" konusunda sunulan görüşleri anlatmaya çalıştım. Bir sonraki konum ise okula  anternatif görüşler üzerine olacak.



 
Pink Floyd-The Wall

5 Nisan 2013 Cuma

BU TOPLUMDA ÇOCUK OLMAK



Baharla birlikte işlerimin artması, koşuşturmalarım sırasında belimi feci şekilde incitmem yazılarıma bir süre ara vermeme neden oldu. Sonunda, sağlığıma biraz olsun kavuşunca, "işlerin canı cehenneme" deyip bilgisayarımın başına yeniden dönebildim. Bundan önceki 4 yazımda çocukluğun yokolmakta olduğundan söz etmiştim. Yine aynı konuya devam etmem gerektiğine karar verdim; çünkü, tam da "çocukluğun yokoluşu"yla ilgili yazı serisini tamamladığım günlerin sonunda TÜİK'in araştırma sonuçları açıklandı: "1 milyon'a yakın çocuk çalışıyor. Çalışanların %50.2'si okula gitmiyor." Daha önce söz ettiğim gibi, okullaşma oranındaki düşüş, çocukluğun yokolmakta olduğunun işaretlerinden sayılabilir.

TÜİK'in araştırma sonuçları, 'yokoluş'la ilgili anlatıklarımı, görüşlerimi pekiştiren, doğrulayan yöndeydi. Aynı zamanda Başbakan'ın 3-5 çocuk dayatmalarına karşı verilen bir şamar niteliğindedir. Nüfus artışını hızlandırmak için yapılan girişim ve dayatmalardan çıkardığım sonuca göre, çalışan çocuk sayısının bu noktada kalmayacağı, sayılarının artacağıdır. İstatistiksel sonuçlara, aile üzerinde uygulanan baskılara bakınca, çocukluğun varolmadığı Ortaçağ zihniyetine dönüş günlerini yaşamaktayız gibi geliyor bana. Bilindiği gibi, yalnız Ortaçağ'da değil, çocuk işgücünün acımasızca sömürüldüğü 18. yy'da da sanayileşme, çocukluğun sürekli ve korkulu düşmanı olmuştur. Charles Dickens, yapıtlarında bu dönemde yoksul çocukların peşini bırakmayan terör saltanatını gerçekçi bir biçimde işlemiştir. Yaşamakta olduğumuz hızlı tüketim çağında ise, ucuz iş gücüne ihtiyaç vardır, ucuz işgücü kaynağı da çocuklardır. Son günlerde, sanayi kolundaki iş kazalarında ölen çocuk haberlerini almaya başladık bile. Hükümet, ağır işlerde çalışma yaşını da 16'ya indirdi.

11 yaşında evlendirilip 12 yaşında hamile kalan, "ama, kemik yaşı 17" diyen Fatma Şahin'i Aileden Sorumlu Bakan yapan bir toplumuz. Yine, 13 yaşında çok sayıda tecavüze uğrayan bir kız için; "Rızası vardı." diyen yargıçlarımız var. Toplumsal olarak çocuklara bakışımız eskiden bu yana böyle süregelmektedir. Özellikle kızlara her zaman yetişkin kadın gözüyle bakılmıştır. Erkek egemen toplumumuzda, kızlar hizmetçi gibi kullanılmış; sokağa çıkması, oyun oynaması, erkeklerle konuşması yasaklanmıştır. Evliliğe endeksli yetiştirilen kız çocukları için çeyiz hazırlamaya yönlendirme gibi bir geleneğimiz vardır. Çocukluk arkadaşlarımdan ikisi 12 yaşında evlenip 13 yaşında anne oldular. Yaşadığım çevrede tek kişi yadırgamadı bu durumu. Ortaokulda öğrenciyken, beni de 'isteme'ye geldiler (ne utanç verici ve aşağılayıcı). Arkadaşlarıma özenip, "ben de evleneceğim" diye diretebilirdim çocuk aklımla, babam köy enstitülü bir öğretmen olmasa ve bu düşünceye şiddetle karşı çıkmasaydı eğer.

Yaygınlaşan muhafazakârlığın, "evlenin, çok çocuk yapın!" dayatmalarının, özellikle evliliğe endeksli yetiştirilen kızlar ve çocuklar üzerindeki baskıları daha da artacağını düşünüyorum. Bir yandan da, yaşadığımız bu hızlı teknoloji çağında, özellikle televizyonların tabuları, geleneksel anlayışları yerle bir eden programlarının etkisiyle dayatmalara, tabulara, ebeveynlere meydan okuyan çocuk/yetişkinlerin sayılarının hızla çoğaldığı günleri yaşıyoruz. Bel ağrılarım nedeniyle, hareketsiz kaldığım günlerde, bol televizyon izledim. İzlediğim programlardan birinde, "Bulaşıkları yıka!" buyruğuna uymadığı için kızını döven, kızını döverken kendi parmaklarını kıran, kızını baltayla kovalayan bir baba ve babanın kızına uyguladığı şiddeti, doğal bir babalık hakkıymış gibi gören anne vardı. Orta Anadolu'nun bir köyünde yaşayan bu aile, sözünü ettiğim 13 yaşında evden kaçan, 3 aydır haber alamadıkları kızlarını aramak üzere televizyona çıkmışlardı.

İlköğretim 7. sınıf öğrencisi bu kız, tam da zamanımızın yetişkin/çocuk tanımına uygundu. İçlerinde evliler de olmak üzere çok sayıda sevgilisi vardı. Okuldan kaçıyor, içki içiyor, bağ evlerinde sabahlıyor, ailenin yoksulluğuna karşın nereden geldiği belli olmayan parası eksik olmuyor; sözde, aileden gizli son model cep telefonu bulunduruyor; ayrıca, sosyal paylaşım sitelerinde tanıştığı sevgilileriyle yazışıyordu. Köyde, evli komşularından hamile kaldığı, hamile kaldığı adamın karısıyla birlikte gebelik testleri yaptırdığı söylentileri yayılmıştı. Beni asıl şaşırtan ise, köylü kadınların kızla ilgili söyledikleriydi. Kendilerine kayıp kızla ilgili sorular yöneltilen ve hepsi türbanlı olan kadınlar; bu kızı seviyor, kızın yaptıkları ve yaşam biçimine şaşırmıyor; onu ayıplamıyor, hatta böylesine maceralı bir yaşamı olduğu için, kıza karşı gizli bir hayranlık duyuyorlarmış gibi bir izlenim bırakıyorlardı. Kendi kendime sormadan edemedim: "Egemen güçlerin pek övündüğü geleneksel ahlak anlayışımız bu mu?.."

Şimdi bana diyeceksiniz ki; "Anlattığın, münferit bir olay." Hayır efendim, ben öyle düşünmüyorum. Belki abartılı diyebilirim; ama, görmek için bakanlar, çevrelerindeki pek çok gencin yaşadıklarının bu yaşananlardan pek de farklı olmadığını göreceklerdir. Geçmişte; burjuva, orta sınıf ailelerinin kiminde çocukluk yaşanmış olsa da, genel olarak toplumumuzda bugüne dek çocukluğun varolduğunu söylemek zordur. Bu teknoloji çağında ise, zaten olmayan çocukluk hepten yokolmakta ve farklı bir kimliğe bürünmektedir. Bütün bunların ışığında, şunu sormadan edemiyorum kendime: 'Dindar ve kindar' çocuk yetiştirmeyi amaç edinen  egemen güç, televizyon ve teknolojinin gücü karşısında başarıya ulaşabilecek midir? Belki, giyim kuşamlarıyla dindarmış gibi görüntü veren bir gençlik yaratabilir; ama, çocuk ve gençlerin beyinlerini ve duygularını hükmü altına alan televizyon karşısında yenik düşmeye mahkumdur.

Son olarak çocuk edebiyatı yazarlarına seslenmek istiyorum. Dostlarım: Yazdığınız kitaplarda, hitap ettiğiniz ve çok iyi bildiğinizi sandığınız çocuklar yok artık. Sizin eğlendirdiğinizi, güldürdüğünüzü, düşündürdüğünüzü sandığınız çocuk tipleri tarihe karıştı. Çocukları kendinize güldürmek istemiyorsanız romanlarınızı, öykülerinizi,  macera kitaplarınızı yazarken bu gerçeği göz önünde bulundurmayı unutmayınız.    

Not: Sözünü ettigim kızın aylar sonra ölüsü bulundu.