30 Eylül 2012 Pazar

Bir annenin güncesinden/ AH BEN NELER ÇEKTİM!

Yedikçe semir gelin
Penceresi demir gelin
Oğlanı ben doğurdum
B.k'unu kemir gelin
Zile manisi

Bir önceki yazımda (Söylediğin Gibi: Toz Oldun), oğlumla ilgili duygularımdan; ilk kez bir kız arkadaşıyla yan yana gördüğümde, yaşadığım sarsıntıdan söz etmiştim. Uzun sürmedi bu durum. Aradan günler geçip olaya daha soğukkanlı, biraz daha duygusallıktan uzak bakmaya başladığımda; kıskançlık ve sahiplenme duygularının hastalıklı bir ruh yapısının ürünü olduğunu düşünmeye başladım. Okumuş, eğitimcilik yapmış, kendine "aydın" sıfatını layık görmüş kendime, hastalıklı bulduğum bu ruh halini yakıştıramadım. Sevgide ölçülü ve tutarlı olmadığımı fark ettiğimde;"Hey! kendine gelsene sen!" diye azarladım kendimi.
Hastalığımın hangi düzeyde olduğunu öğrenmek için, Freud'un, Jung'un bu konudaki görüşlerini araştırdım yeniden. Oedipüs Kompleksi'ni deşeledim; ama, daha önceden bildiğim, pek çok insanın yaşayabileceği şeylerdi gördüklerim, durumuma bir açıklık getirmiyordu.
Çoğumuzun bildiği eski Yunan mit'inin başkişisi Oedipüs' in (kaderinden kaçamamış, babasını öldürmüş, annesiyle evlenmiş, annesinden 4 çocuk sahibi olmuştur) annesi Jacosta Sophocles'in, kadınlarda oğluna aşırı düşkünlük şeklinde kendini gösteren ruhsal bozukluğa ruh biliminde, "Jacosta Kompleksi" denildiğini öğrendim.
Jacosta Karmaşası: -"Annenin oğluna hastalık derecesinde ve hafif dereceden fiziksel ruhsal doyuma erişildiği, cinsel tutkuya kadar değişen sapkın bağlılığı. (Doç. Dr. Oğuz Arkonaç)
-"Anne, duygusal anlamda doyuma ulaşmak adına, oğluna neredeyse tapar. Ülkemizde yaşanan gelin-kaynana sendromlarının asıl nedeni budur. Anne, biliçnaltında, oğlunun eş ve hatta her şey olarak temsil ettiğini düşünür. Başka bir kadını oğlunun yakınında görmek istemez." (Uludağ Sözlük)
Jacosta Karmaşası yaşayan annelere bakış, toplumdan topluma değişirken; ABD'de böyel kadınlara hasta gözüyle bakılır, bizim toplumumuzda olması gereken durum diye düşünülmekteymiş. Hâlâ geleneksel feodal yapıyı kıramayan, erkek çocuğa abartılı bir şekilde önem veren toplumumuzda,"Ah, ben neler çektim, neler!!!" diye söze başlayan bu tip kadınlar; oğlunu çok seven, çok iyi, çok özverili anneler olarak algılanmakta; ama,bunun hastalıklı bir durum olduğu oğlu evlendiğinde ortaya çıkmaktadır.
Böyle annelerden en çok zarar gören; pek çok örneğini gördüğümüz gibi, bencil,  kendini dünyanın merkezi sanan, sürekli ilgi bekleyen bu yüzden kişiliği olumsuz etkilenmiş erkekler.
SONUÇ: Ben, asla Jacosta Karmaşası yaşayan bir anne değilim. Tek kusurum: Sevgide, tutarlı ve ölçülü olamamak.
Bir Zile manisiyle bitiriyorum:
Yağmur yağar yerlere
Sular akar göllere
Annem beni vermiyor
Kaynanalı yerler.       

28 Eylül 2012 Cuma

BİR ANNENİN GÜNCESİNDEN


SÖYLEDİĞİN GİBİ.....
Psikolojik travma yaşıyorum. Oğlumu yitirdim ben; "küçük", güzel oğlumu...
İnsan sevdiğini, yalnızca biyolojik olarak yok olduğu, yani o öldüğü zaman yitirir sanırdım; ya da ona, aradaki bağları koparacak kadar büyük bir kötülük yaptığında...  Meğer sevdiğinizi, o dipdiri, capcanlıyken ve siz onun "iyilik meleği" olma görevini sürdürürken de yitirilebiliyormuşsunuz. Bunu çok sonra anladım.

Biricik sevgili oğlum: Sen benim gözbebeğim, varlığımın sebebiydin. Sen benim neşem, sen benim hüznümdün. Senin sevincine sevinir, senin hüznüne hüzünlenirdim. İki adım öteye bile gitsen, öpmeden yolcu ettiysem, burukluk hisederdim içimde. Sensiz, evin neşesinin yiteceğini; gecikirsen, derslerini aksatacağını düşünür; "Gecikme oğlum!" derdim, her sokağa çıkışında: "Gecikme! Gecikme! Gecikme..." Ergenlik döneminin sancılı, şaşkın, kaygılı, varlığını ortaya koyma çabalarını yoğun yaşadığın o günlerinde, başına kötü bir şey gelmesinden korkar, kalbim deli gibi çarpar, kendimi helak ederdim geceleri eve geç döndüğünde! Bağırırdım sana deliler gibi: "Beni kalpten öldürmek mi istiyorsun! Beni kalpten öldürmek mi istiyorsun! Beni kalpten....." Böyle sefil anlarımda, suçluluk duygusu hissettirir miydim sana bilmiyorum; ama, isyan duygularını kabarttığımdan eminim. O güne dek hiç görmediğim şekilde karşımda diklenir; "Toz olurum!" diyerek tehdit ederdin beni.

Üniversitenin iyi bir bölümünü kazandığında, yolcu ederken seni dünyanın en mutlu insanı bendim sanki. Ayrılık acı verse de, kendine "iyi bir gelecek" hazırlayabileceğini, okul sonrası tekrar eve döneceğini düşünmek acımı hafifletiyordu. Bilmiyordum ki, uçan kuş tekrar yuvaya dönmez... Neyse, birgün ziyaretine geldim okuduğun kente. O da neyin nesiydi!?.. İkide bir kollarını boynuna dolayan, gözlerini gözlerinden ayırmayan sarı saçlı bir kızla çıkageldin karşıma! Hazırlıksız yakalandığım için mi bir şaşkınlığın içine düşmüştüm; yoksa, pabucumun dama atıldığı gibi bir önseziye mi kapılmıştım; bilmiyorum... Bildiğim tek şey, geçirdiğim sarsıntıydı. Neyse ki, oturduk en yakınımızdaki bir kafeye. Ben suskunlaştıkça, sarı saçlı kız, seni yanına yanına çekiyor; gülüşmeye başlıyordunuz karşılıklı. Benim, bir daha yaşamınıza giremeyeceğimi anladığım, gelecek planları yapıyordunuz birlikte. Şöyle bir baktım, oğlumun sarı saçlı kızdan başka bir şey görmeyen gözlerine; kendi kendime; "Söylediğin gibi; toz oldun oğlum!" dedim.

Devamı, bir sonraki yazımda....

22 Eylül 2012 Cumartesi

AFRODİT


Ve mutsuz, dikilir öylesine
Geride bırakılmış bir sandalye gibi
Mavi avlunun ortasında
Çevresini kuşlar tutmuş
Bir çam iğnesi düşer
Yapraklar yuvarlanır
Ona değmeden...
Ve mutsuz dikilir öylesine
Avlunun ortasında
Gözleri yere eğik
Göğüsleri hüzünlü
İki usul güvercin
Ve elinde
Köpeksiz
Bir tasma

20 Eylül 2012 Perşembe

KARANLIK KÖY GECELERİ

Köyde, tek başıma yaşamaya karar verdiğim anda hissetiğim ürperti aklıma geldiğinde, bugün bile titrerim hâlâ. Ah o zifiri karanlık ve ölüm sessizliğine bürünmüş köy geceleri yok mu; korkunçtur, korkudan öldürür insanı! Kadınların pekçoğu gibi korkağın teki olan bana, "neden böyle bir karar aldın," diye sorarsanız, çünkü, doğaya hayranlığım vardır; çünkü, yaşamımın pek çok alanında beni kısıtlayan ve hiç hoşuma gitmeyen korkaklığımdam kurtulma isteğim vardı. Önüme bir fırsat çıkmıştı işte! Kızımın ısrarlı karşı çıkışlarına karşın; "Kalacağım," dedim, "tek başıma kalacağım köyde, korkularıma yenik düşmeyeceğim!"
Söylemesi kolay; ya uygulaması?!! Bu uğurda çektiğim çileleri, yaşadığım doğum sancılarını bir tek ben bilirim! Şimdi, yaşadıklarımı anlatayım biraz:

Hava kararır kararmaz kendimce önlemler alıyor; perdelerimi sıkıca kapatıyor, pencere önlerinden uzak duruyor; her an başıma bir kötülük gelebileceği kaygısı içinde, saatlerce koltuğumda büzüşüp kalıyordum. Büzüştüğüm koltukta, kendimi koruma yöntemleri düşünüyor; sonunda, düşündüğüm yöntemlerin hiçbirinin işime yaramayacağını görüyordum. "Kötü bir durumla karşılaşırsam, bağırır yardım isterim" diyemiyordum; çünkü, komşularımın evleri, ne kadar bağırırsam bağırayım sesimi duyuramayacağım kadar uzaktaydı. Jandarmaya telefon edebilirdim; ama, özellikle geceleri cep telefonları çekmiyordu. Yine de bir umut, jandarmayı kaydettiğim telefonumu elimin altından hiç ayırmıyordum. Bu durumda, korkularıma bir de jandarmaya ulaşamama kaygısı ekleniyor, daha beter ürküyordum. Çaresizlik içinde kendi beynimi kendim yıkamaya kalkışıyor; "Aptal olma, kendi ürettiğin korkulara yenik düşme!"diye telkinlere başlamışken, beni yerimden hoplatan "çatttt, pııt, pat, çattt çıtırt!" sesleri yankılanmaya başlıyordu evin duvarlarında. Ahh, nasıl da korkuyordum. Yeni bir sesizlik başlayıp biraz sakinleştiğimde, çatıdan gelen çatt, pat sesleriyle irkiliyor, evi birilerinin taşladığı kuşkusuna kapılıyordum. Bu çat çut'lara anından köpek havlama sesleri karışıyor, Yaşar Kemal'in romanlarında olduğu gibi, köyü eşkıyalar basmış, ellerinde silahlarıyla bir takım palabıyıklı adamlar her an kapıma dayanacaklarmış duygusuna kapılıyordum. Bazı geceler, birisi boğazlanıyormuş gibi sesler geliyordu bahçeden. Soluksuz kalııyor, korkudan öleceğimi sanıyordum. Köylünün attığı silah ve yabani hayvan seslerini saymıyorum bile!
Köylülerin, "Yanına, hısımdan akrabadan birilerini bul, yalnız kalma!" önerileri, korkularımı artırmaktan başka işe yaramıyordu. Bir gün, kocası sık sık köy dışına gittiği için, yöresel mimariye uygun, köyün dışında bulunan koskaca bir evde tek başına kalan Binnaz uğradı yanıma. "Korkuyor musun?" diye sordu. Aslında, korktuğumu köylüden gizliyordum; korkmak, utanılacak bir şeymiş gibi... Binnaz kader ortağım olduğu için; "Korkuyorum, birazcık!" dedim.
"Kaçırılacak kızın var mı?" diye sordu.
Bu ilgisiz soruya ne diyebilirdim ki!
"Birinin göz dikeceği paran, altının var mı?
Sessiz kalmamak için,"Yok," dedim.
"Eeee, öyleyse neden korkuyorsun? Sana bir şey olmaz; vur kafayı yat!" dedi.
İnsanların ürettiği korkular, kültür düzeyine, yaşadığı çevreye göre nasıl da değişkenlik gösteriyordu!

Neyse, duvarlardan gelen çatırtıların, ev ahşap olduğundan, tahtaların gece-gündüz arasındaki ısı farkı nedeniyle genleşip büzülmesinden kaynaklandığını; çatıdan gelen patırı ve çatırtılara evi çevreleyen ağaçlardan çatıya düşen meyve ve kozalakların neden olduğunu; köpeklerin, bir kaplumbağa, bir kirpi ya da yakınlardan geçen bir kedi gördüklerinde bile havlayabileceğini, bu havlamalardan korkmamam gerektiğini zamanla anladım. Bahçeden gelen boğazlama seslerinin ise, köylülerin Alakanat, dediği, çok garip ve değişik sesler çıkarabilen bir kuşun ötüşleri olduğunu öğrendim.
Şimdi, hiçbir korkum kalmadı. Koltuğumda büzüşüp kalmadığım gibi, yaşamda da büzüşüp kalmamam gerektiğini öğrendim. Korkularımı yenebildiğimi görmek bana güç verdi. Alabildiğine özgürleşmiş hissediyorum kendimi! Sokaklara çıkıp, "Var mı bana yan bakan!!" diye bağırabilirim bile.
Köylülerden sık sık şu sözleri duya oldum son günlerde: "Sen köyümüzü şereflendirdin ! Kendimizle gurur duyuyoruz seninle aynı köyde yaşadığımız için!" Ben de kendimle gurur duyuyorum, korkularım karşı açtığım savaşı kazandığım için; ama, başkalarının övgülerinden hoşlanmam; utandırır beni.



10 Eylül 2012 Pazartesi

"UTANÇ"
Entellektüel bir ailenin kızı olan Lucy, düzene uygun yaşama biçimini reddetmiştir. Önce; ekip biçtiklerini satarak geçinen bir komüne katılmış, komünün dağılmasından sonra, babasının da yardımıyla komünün yaşadığı evi ve araziyi satın almıştır. Lucy bu evde, lezbiyen ilişki sürdürdüğü Helen'le birlikte yaşar. Keskin  hayvan hakları savunuculuğunun yanısıra, sınırsız özgürlüğü savunur. Geçimini, kendine ait konuk hayvan barınağından elde ettiği gelir ve ürettiği çiçek ve sebzeleri pazar tezgahlarında satarak sağlamaktadır.

Bir gün, Helen onu terk eder. Yerli yardımcısı ise, aralarındaki 'dostluktan' ve Lucy'nin iyi niyetinden yararlanarak; onun, içinden su kanalı geçen arazisinin bir bölümünü satın alır ve yavaş yavaş palazlanmaya başlar. Adamın iki karısı ve çok sayıda çocuğu vardır; gizli düşüncesi, Lucy'nin mal varlığını ele geçirmektir. Yasal yollardan gerçekleştiremeyeciğini bildiği bu emelini, illegal yollardan gerçekleştirir. Önce örgütlediği, kendi oğlunun da aralarında bulunduğu bir grup serseriyi kızın üstüne salar. Kendi oğlu, Lucy'ye tecavüz eder, barınaktaki bütün köpeklerini vahşice öldürttürür. Lucy, tecavüzden sonra hamile kalmıştır; kürtaja karşıdır bebeği aldırmayı reddetmektedir. Adamın önerisi ise şudur: "Burada, güven içinde yaşamak istiyorsan, malvarlığını benim üzerime geçirtecek ve benimle evleneceksin." Lucy, bir şartla onunla evlenebileceğini bildirir.......

J.M. Coetzee'nin "Utanç" adlı eserinin Güney Afrika'da geçen, aslında yan konusu olan bir bölümünü kısaca özetlemeye çalıştım.
Aydın da olsa, entellektüel de olsa, bu dünyada kadınların işi çok zor. Daha önceki "Sıfır'a Sıfır, Elde Var Sıfır" adlı yazımda, dedemden kalan mirasın, kızların da pay alacağını bilen amcam tarafından, paylaşımının  engellediğini; amcamın, ortak mirası istediği gibi ektirip biçtirdiğini, yasaların da -erkek bilirkişler aracılığıyla- amcamdan yana karar aldığını anlatmıştım.

Benim konum, yalnız bununla sınırlı değil tabi. Biz 4 kız, 1 oğlan (ağabey) 5 kardeşiz. 14 yıl önce babamızı, 5 yıl önce de annemizi kaybettik. Eflani'de; doğup büyüdüğümüz, gençliğimizi yaşadığımız ikişer daireli iki katlı  ev miras kaldı onlardan. Annemin öldüğünün ertesi günü, evin para eder eşyalarının satıldığını gördüm ve bir şok yaşadım. Birkaç gün sonra da, kapıları kilitlenmiş bulduğumdan, eve hiç giremedim. Daha sonra, beni derinden etkileyen acım nedeniyle, bu konuyu unuttum. Kız kardeşlerim de, anılarını yad etmek, evimizde bir gece geçirmek amacıyla geldikleri Eflani'de, evin bir dairesinin kiraya verildiğini öğrenip (daha sonra ikinci daire de verildi) kilitli kapıyla karşılaşınca öfkeye kapılmışlar; kiracıyı evden çıkarma kararı almışlar. Fakat danıştıkları avukat, bunun mümkün olmadığını söylemiş. O gün bu gündür, hiçbirimiz giremedik evimize. Üstelik ben, yılın üç ayını Eflani'de geçiriyorum.
Neyse, benim anlatmak istediğim özel yaşamım, özel sorunlarım değil. Benim anlatmak istediğim, feminizm kitapları okuyarak, kadın eylemlerine katılıp avaz avaz bağırarak, sosyal paylaşım ağlarında kadın hakları üzerine ahkam keserek bir yere varmanın zor olduğu. Erkek egemen anlayış varlığını yasalardan, geleneklerden, erkeğin gücü ve şiddete eğilimli olmasından yararlanarak sürdürüyor tam gaz.
Coetzee'nin "Utanç"ı  bütün bunları düşündürdü bana.  

7 Eylül 2012 Cuma

SIFIR'A SIFIR ELDE VAR SIFIR

Karabük, Kastamonu köylerinde daha önceleri tamamen tapusuz olan topraklar, 2009 yılında yapılan Tapu Kadastro çalışmaları sonucu sahiplerine tapulandı. Sahipleri derken, burada erkeklerden söz ediyorum. Kadınlar, (nedenini sorduğum birkaçı, gurur meselesi yapıp "tenezzül etmiyoruz, "dese de) gerek orada yaşatılan kültürün etkisiyle; gerek erkek kardeşlerinden, kocalarından, aile büyüklerinden korktuklarından, hisselerini erkek kardeşlerine bağışladılar. Bağışlamak istemeyenlerden tanığı olduğum biri şiddet gördü. Olay nedeniyle köye gelen jandarma, şiddet uygulayanı değil, aldığı darbeler sonucu başındaki örtü düşmüş olan kadını suçlamış; "köy yerinde niye başı açık geziyorsun!" diyerek. Neyse, bu başka bir mesele.

Köyde 70 dönüm kadar toprak da bizim büyük aileye düşüyor. Büyükbabamın ve ninemin iki'si kız üç'ü erkek beş çocuğu var. Dördü ölmüş, tek erkek çocuğu (amcam) sağ. Yani birinci kuşaktan tek, ikinci kuşaktan 14 mirasçı var. Fakat amcam, kızlar da işin içine gireceği, kalan mirasın hem erkek, hem de ailenin büyüğü olduğu için kendi hakkı olduğunu söyleyerek, paylaşıma yanaşmadı bir türlü. Ailenin kızları okumuş, meslek sahibi olmuş kişiler. Böyleyken, olayın üzerine gidilmedi fazla, yalnızca amcamı dışlamakla kaldık.

Daha sonra amcam ortak mirasımız olan toprakları ektirip biçtirerek gelir elde etmeye başlayınca, ailenin asi kızlarından ikisi (biri ben) amcamala mücadele etmeye karar verdik. Ayrıca, kadınların da hakları olduğu, haklarını almaları için mücadele etmeleri gerektiği fikrini köylü kadınlara aşılamak önemliydi benim için.

Avukata danıştım. Savcılığa durumu anlatan bir dilekçe vermem gerektiğini, böyle durumlarda hem ekene, hem ektirene para ve hapis cezası uygulandığını söyledi. Savcıya durumu anlattım; mirasın benim için hiçbir önemi olmadığını, yöredeki kadınların miras haklarından yararlandırlımamasının bana acı verdiğini, yasa adamlarının bu konuda kadınlardan yana tavır takınmaları gerektiğini düşündüğümü, araştırıldığında Eflani'deki mülklerin neredeyse tamamının tapusunun erkeklere ait olduğunun görüleceğini belirttim. Genç savcı, dikkatle dinledi beni. "Bu konuda, yasaların bir caydırıcılığı olduğunu düşünmüyorum," dedi.

Sonradan öğrendim ki, bu tür davalarda karar aşamasında, köyün erkeklerinden oluşan bir bilirkişi heyeti son kararı verirmiş. Nedenini sordum; kadınlar gelmezmiş efendim! Tut kelin perçeminden!  Ta işin başından sonu belli olmuştu benim için. Yine de dilekçemi verdim.
SONUÇ: Sıfır'a sıfır, elde var sıfır! Hâlâ başkaları ekiyor topraklarımızı ve ücretini amcama ödüyorlar.

Eflâni Adliyesi'ni kaldırmışlar, kara kara düşünüyor erkekler!
Bir kadın olarak beni hiç ilgilendirmiyor; Eflani Adliye'si benim için ha var, ha yok!

4 Eylül 2012 Salı

KOCA İSTİYORUZ, ALLAH KORKUSU TAŞIYAN

Karabük'ten Ankara'ya gideceğim, terminalde otobüs bekliyorum. Türbanlılara özenerek giyinmiş; fakat, Anadolu kadını görüntüsünden kurtulamamış orta yaşlı bir kadın, kırk yıllık dostmuşuz gibi gülümseyerek yaklaştı yanıma. Kırşehir'in Kaman ilççesinden olduğunu, Ankara'da yaşadığını söyledi. Ardından nereli olduğum, nereden gelip nereye gittiğim; niye gittiğim konusunda soluksuz sorgulamaya başladı beni. Bu kalabalık arasında sorgulamak için neden beni seçtiğini anlayamadım. Bir an önce başımdan savmak istiyordum onu, kısa kısa yanıtlar verdim. Bu kez de, Mersinli olduğum halde, Karabük'te ne işim olduğunun hesabını sordu. Kısaca onu da yanıtladım. Yeni gelecek sorularının önünü kesmek için;
"Peki," dedim, "Ankara'da yaşadığın halde, senin ne işin var Karabük'te?"
Hemen yakınımızda, peron'un önündeki yükseltide oturan başı açık, üstünden başından yoksulluk akan, sırtı bize dönük bir genç kızı işaret ederek;
"Kızım hasta, sinir hastası" dedi, "Hoca'ya geldik. Pek övdüler; nefesi çok kuvvetliymiş!"
"Ne dedi Hoca?" diye sordum. "İyileşir inşallah!" demiş, bir kağıt parçasına bir şeyler yazmış. Kaç lira verdiğni sordum. Hoca'nın hesap kestiği filan yokmuş aslında, yine de kadın yüz lira vermiş ona!
Acı acı güldüm. "Niye gülüyorsun?" diye sordu bana, sitem dolu bir sesle. "Kızını doktora götürmelisin!" dedim. Hocanın yeri başka, doktorun yeri başkaymış! Anladığım kadarıyla, doktora hiç göstermemiş kızını. Yavaş yavaş olaylar ilgimi çekmeye başlamıştı;
"Çocuklarınla sen ilgileniyorsun herhalde," dedim, parmağındaki alyansı işaret ederek, "kocan nerede?"
"Ah sorma!" dedi, "bu gece sabaha kadar telefonumu çaldırdı, bir damla uyku uyutmadı bize! Karabük'te olacağımız söylemiştim; ama, akşama kadar çekmiş kafayı, kendini kaybetmiş; zil zurna sarhoş, sokaklarda bizi aramaya çıkmış!"
Kızınız eğitim aldı mı?" dedim. Lise mezunu olduğunu söyledi.
Ardından, bir sır verir gibi kulağıma eğildi; "Evlenmek istiyor," dedi, "28 yaşında."
"Ama, kızınız hasta!" dedim.
"Olsun, iyileşir inşallah! dedi.
Tam o sırada, kız yavaş yavaş yüzünü bizden yana çevirdi. Dudaklarında şeytanca bir gülümseme ve ışıltılar saçan delici bakışlarıyla gözlerimin içine baktı. Ben korkudan titrerken;
"Ne diyorsun beee!" diye bağırarak yanımıza geldi. Doğrudan bana dönerek;
"Ben hastayım!" dedi, "Sinir hastası..."
"Üzülme, doktora gidersen iyileşirsin," dedim.
Beni duymadı; ama, benimle konuşmasını sürdürdü:
"Bana 14-15 görücü geldi. Dedim ki onlara: 'Ben hastayım, sinirliyim, saldırganım, kötü kötü laflar ederim, ne konuştuğumu bilmem!' Ben böyle söyledikçe gelen görücüler kaçtılar evden. En son biri daha geldi, ona da Kırıkkaleli olduğumu söyledim; çok korktu, arkasına bakmadan kaçtı!"
Kız, geldiği gibi yavaş adımlarla yanımızdan uzaklaşıp eski yerine oturdu.
Anne, yine kulağıma eğildi; "Eğer," dedi, "30-33 yaşlarında, içinde Allah korkusu taşıyan tanıdığın bildiğin biri varsa; telefon numaramı vereyim sana, bana haber et, koşa koşa gelirim ben! Evlenmek istiyor; Allah rızası için, evlendirelim şu kızı!"
"Benim, içinde Allah korkusu taşıyan hiçbir tanıdığım yok!" dedim.
Uğradığı hayal kırıklığı yüzünden okunuyordu kadının.
Düşündüm: Bu 'kutsal aile' bireylerinden, hangisi deli, hangisi akıllıydı!!!
Kız, Allah'ın emri Peygamber'in kavliyle bir evlilik gerçekleştirir; üstelik, üç çocuk yapmaya kalkışırsa, sonuçları ne olurdu!!!
Otbüsüm geldi, bavullarımı yüklemek üzere yürüdüm.    

2 Eylül 2012 Pazar

ERKEK ARKADAŞIN DA GELEBİLİR


Melek Teyze

Yaz aylarında, Mersin'in sıcak ve bunaltıcı havasından kaçıp, Eflani'nin Bostancı Köyü'nde gürültüden patırtıdan uzak, doğayla iç içe yaşadığımdan daha önceki yazılarımda söz etmiştim. Köyde, cep telefonları bile canı isterse çalışır. Teknolojiden uzak, internetsiz bu ortamda, kent yaşamına alışkın olan ben, zaman zaman sıkılsam da yeşillikler arasındaki ahşap evimde doğanın verdiği dinginlikle bir yandan da huzur bulurum. Sabahları erken kalkar bahçedeki ağaçların dallarında ötüşen kuş seslerini dinlerim. Melek Teyze ineklerinin, tavuklarının peşindeki koşuşturmacasının ardından, yapılacak başka işi kalmamışsa mutlaka bana uğrar. Her zaman, anlatacağı bir şeyleri vardır; ilgiyle dinlerim onu. Ben bebekken, sevgili annecim evi terk edip gitmek zorunda kaldığı zamanlarda sütanneliği yaparmış bana. Sütannem oluşundan mı, filmlerdeki gizemli kadın karakterleri çağrıştırdığından mı, güçlü belleğiyle geçmişte, bilgece duruşuyla günümüzün köyünde yaşananları, akla uygun değerlendirme yeteneğiyle mi bilmem, etkiler beni; bu yüzden severim onu.


O gün yine bana geldi. Yeni demlediğim çaydan, bir bardak da ona sundum. Verandada karşılıklı oturduk, çaylarımızı yudumlarken koyu bir sohbetin ortasında bulduk kendimizi. Laf, lafı açtı; yıllar önce ölen kocasından gördüğü şiddeti; onun, kendisine yaşattığı vahşetleri; kocasına, hakkını helal etmediği gibi, iki adım ötedeki mezarını da hiç ziyaret etmediğini ve asla etmeyeceğini içinde hâlâ dipdiri duran hınçla anlatmaya başlamıştı ki, telefonum çaldı. İstanbul'da yaşayan bir arkadaşım, ertesi gün bana geleceklerini bildirmek için aramış. Zaten onları bekliyordum ama geliş tarihleri belirsizdi.


Hem Melek Teyze'yi üzen, hem de benim yüreğimin dayanmadığı o tatsız konuyu değiştirmek için;
"Melek Teyzem," dedim, "yarın arkadaşlarım gelecek."
"Kadın mı, erkek mi?" diye sordu.
"Kadınları örtünmeye, haremlik selamlığa yönlendiren, açık giyinen kadınların tecavüze uğramasını normal karşılayan kelli ferli adamların, devlet yöneticilerinin, ilim irfan sahibi kişilerin yaşadığı bu toplumda, açık saçık giyinen bana, bu adamların mantığıyla mı bakılıyor yoksa!" diye düşününce, içimi korku kapladı. Melek Teyze bu sorusuyla, nabız yoklaması mı, yoksa şaka mı yapıyor, anlamak için, dikkatle yüzüne baktım: Art niyetsiz ve ciddiydi; yalnızca, sorusunun yanıtını bekliyordu. Yine de korkuma yenik düşüp, bana yabancı gelen öfke dolu bir sesle;
"Aaa, Melek Teyze, erkek olur mu hiç!" dedim. "Ne işi varmış benim evimde erkeğin!" Yüzüne; "sen beni ne sanıyorsun?" der gibi baktığımdan eminim. Bu, yaşı seksen'in üstünde olduğu halde, gözlerinin güzelliği hâlâ insanı etkileyen kadın; sert çıkışımdan, sözlerini algılayış biçimimden, imalı bakışlarımdan alındı. En az benim biraz önce kullandığım ses tonu kadar öfkeli sesiyle;
"Ne varumuş!" dedi, "Olabülü! Erkek arkadaşın da gelebülü!"

Böyle ikiyüzlü davrandığım, kötü niyetli olduğum için kendimden utandım.Tepeden tırnağa kıpkırmızı kesildim. Benim gibi, kendini bir numaralı kadın hakları savunucusu sayan, tabulara meydan okuduğunu düşünen, haremlik selamlık zihniyeti benimsetmeye çalışanlara karşı savaş açmaya yeminli; bu çokbilmiş, yığın yığın kitaplar devirmiş şımarık kadına, okuma yazması bile olmayan, köyün sınırları dışına neredeyse hiç çıkmamış yaşlı bir köylü kadın, feminizm dersi vermişti. Lafı çevirmeye çalıştım, dilim dolaştı; kem küm ettim. Aslında öyle düşünmediğimi filan anlatmaya çalıştım. Melek Teyze, kulak asmadı söylediklerime. Haklıydı!

Karadeniz'in bakir bölgelerinde, henüz yozlaşma şanssızlığına uğramamış köylü kadınlardan öğreneceğim çok şey olduğunu düşündüm. Bilinçaltıma kök salmış, genlerime işlemiş, kaç yüzlü olduğunu bilmediğim burjuva ahlakını ve bu ahlakın savunucusu olduğunu düşündüğüm erkek egemen düşünce yapısını virüs gibi beynime yerleştiren örgün ve yaygın eğitim sisteminin; kendi dar dünya görüşlerini, akla ziyan 'ahlak' anlayışlarını zorla, silah dayar gibi beynime dayayan yöneticilerin, toplumun ileri gelenlerinin kurbanıydım ben; üstelik, farkında bile olmadan.


"Ne düşünüyorsun öyle derin derin?" dedi.
Bu soruyla irkildim. Ne diyebilirdim ki; burjuva ahlakı, bilinçaltı, gen, virüs, örgün eğitim, feminizm vs... Verilebilecek bir yanıtım yoktu!
Melek Teyze'ye hayranlıkla ve imrenerek baktım.
Arkadaşlarım Mehter Marşıyla geldi, ben de Hoş Gelişler Ola ile karşıladım.
Oya Meriçligil (Zehra Özge Gider) Zahide Özsun (sağdaki)