3 Şubat 2014 Pazartesi

Okuduklarım/ ÇOCUKLAR KALIYOR


Yaz boyu evimden ayrı geçirdiğim günlerde masaüstü bilgisayarımdan uzak kalmam, evimin aylarca süren tadilatı, tablet denilen ve yazarken insana bin bir tür oyun eden o büyülü cihaz beni engellediği sürece yazamazdım, yazamadım da... Sonunda masaüstü bilgisayarımın başındayım işte!

Son günlerde kafam tamamen kaotik ülke gündemiyle meşgul. Hırsızlıklar, yolsuzluklar, hukuksuzlukların alıp başını gittiği, gericiliğin hortladığı bir ortamın, ruhumda yarattığı huzursuzluktan, baş döngünlüğünden birazcık olsun uzaklaşabilmek için, sığınağım olan kitaplara, okumalara verdim kendimi. Daha önceleri varlığından haberdar olmadığım; adını, aldığı Nobel Ödülü aracılığıyla duyduğum Alice Munro'dan ve onun "Çocuklar Kalıyor" adlı kitabından söz edeceğim bu yazımda.

Son yılların Nobelli yazarlarını hiç de ciddiye almıyorum aslında. Fakat, söz konusu yazar kadınsa; kadınların fotoğrafını çok iyi çeken, onların ruhlarının derinliklerine inebilen Doris Lessing gibi bir birisi de ödüle değer görülmüşse işte o zaman, Nobelli yazarı ciddiye alıyorum; çünkü, kadınların tarafsız olacaklarına dair bir önyargı/öngörü'ye sahibim. Bu önyargı/öngörüyle Alice Munro'nun kitaplarını seçtim okumak için. ("Çocuklar Kalıyor" "Bazı Kadınlar") Alice Munro'nun Kanadalı olması da seçimimde etkili oldu: Kanada'daki sosyal yaşamın, kültürün, geleneklerin kadın ve çocuk yaşamına yansımalarını merak ettim. Seçtiğim alıntılar -biraz sığlaştırmama, tekdüzeleştirmeme neden olacağımı bilsem de- öykülerde, bu yöne parmak basan, bakış açımı bu yöne odaklayan alıntılar olacaktır

Konuyu dağıttığımın farkındayım; ama, toparlamak için dağıtmak gerekiyor. Alice Munro'nun "İyi Kadının Sevgisi" adlı öyküsünde, taşra yaşamındaki aile ilişkilerini, kadına ve çocuklara bakışını/yansıtışını görüyoruz;
Jimmy, Cece ve Bud adında üç genç (ergenlik çağında), keşif amacıyla çıktıkları kır gezisinde, nehir kıyısına saplanmış bir cesetle karşılaşırlar. Bu onlar için çok heyecan verici, kendilerini önemli hissettiren bir keşif olmuştur. Kasabaya döndüklerinde, ailelerine, polise bundan söz etmek isterler; fakat, kendilerini ciddiye alacak, dinleyecek bir muhatap bulamayacaklardır:
"....Jimmy'nin evinde, kimse merdivenleri koşturarak çıkamaz, kapıları vurmaz, radyonun sesini fazla açmaz ya da uygunsuz bir şey söylemezdi. o cumartesi öğle yemeğinde Jimmy'nin ağzını açmamasını açıklar mıydı bunlar? (......) Hiçbiri ağzını açmadı; ama, üçü de. Cece'nin durumu anlaşılırdı. Babası, Cece'nin yaptıkları çok önemli bir keşfi açıklama iddiasını hiçbir şekilde kaldırmazdı. Cece'nin annesi de, her şeyi babasında yol açtığı etkinin ışığında değerlendirdiğinden, onun bu hikayeyle,  polis karakoluna gitmesinin bir karmaşaya neden olacağını -doğru olarak- anlar, bu nedenle, ondan bu konuyu açmamasını isterdi. ...Bud'un ablaları ona, kafayı üşütüp üşütmediğini sorarlardı.....
...........
"Söyledin mi?"
"Sen?"
"Ben de söylemedim." "

Bu satırları okuyunca, dünyanın her yerinde aileler birbirlerine benziyor diye düşünmeden edemiyor insan.

Ailelerinden umudu kesen gençler, sonunda polis karakoluna gitmeye karar verirler, nafile yere...
".... Dağılma vakti gelmişti. ...Bud doğruca eve gitti; yemek odasının zeminini cilalayan annesi dışında kimsecikler yoktu. Bir saat kadar çizgi romanlara baktı. Sonra gidip annesine anlattı. Annesinin evleri dışında hiçbir deneyimi ya da otoritesi olmadığını, babasına telefon edip sorana kadar ne yapacağına karar veremeyeceğini sanırdı. Aksine, annesi anında polisi aradı."

Sanıldığının aksine, Bud'un annesi gibi kadınlar öyle çok ki dünya üzerinde.

Alice Munro, "Cortes Adası"ında yine, dünyaki pek çok kadına, yine kadınlar aracılığıyla uygulanan, erkek egemenliğini pekiştirici baskılardan birine değiniyor. Ev sahibi kadın, "Küçük Gelin" diye hitap ettiği kiracısına çeşitli baskılar uygulamayı alışkanlık haline getirmiştir:
"Durulama teknesine baktı, Chess'nin gömleklerinin benim çiçek desenli sabahlığım ve açık mavi çarşafımızla aynı suda olduğunu gördü.
"Aman Tanrım," dedi. "Beyazlarla renklileri birlikte yıkamıyorsun değil mi?"
"Sadece açık renklilerle," dedim. "Renk bırakmıyorlar."
"Onlar açık renkli de olsa, renklidirler," dedi. "Sen o beyaz gömleklerin hâlâ beyaz olduklarını düşünebilirsin, ama asla eskisi gibi olmayacaklar artık.

Bir dahaki sefere dikkat edeceğimi söyledim.
"Erkeğine böyle bakıyorsun işte, " dedi, o hafif aşağılayıcı gülüşüyle. 
"Chess'in umursadığı yok," dedim. Bunun önümüzdeki yıllar boyunca doğruluğunu nasıl kaybedeceğini ve gerçek hayatımın kıyısında, önemsiz ve hatta şaka niyetine yapıyor gibi olduğum tüm o işlerin zamanla nasıl ön saflara ve merkeze taşınacağını fark etmeden."
"Kadın doğulmaz, kadın olunur," diyen Simone de Beauvor'i nasıl da doğruluyor, bu öyküsünde Alice Munro.

Alice Munro yine, "Çocuklar Kalıyor" adlı öyküsünde kadınlaşmanın, nasıl da insanı körelttiğine değiniyor. Anne, baba, oğul, gelin ve torunların birlikte gittikleri bir tatilde, aile bireyleri çevre hakkında daha iyi bilgilenmek için o yöre ilgili haritayı incelemektedirler:
...." Brian'ın annesi, haritaya (anlamakta zorlanmaktadır) bakmıyordu. Şaşırıp kaldığını söylüyordu. Erkekler ona gülüyor, şaşırdığını teslim ediyorlardı. Kocası, bunun nedenini bir kadın olmasına bağlıyordu. Brian'a göreyse nedeni, onun annesi olmasıydı. Onun derdi her zaman, birinin hâlâ acıkmaması ya da susamamsı, çocukların güneş geçmesin, diye şapkalarını giymeleri, güneş kremini sürmeleriyle ilgiliydi. ....Kocasına yumuşak, pamuklu şapkadan giydirir, Brian da giymesi gerektiğini düşünürdü....." 

Alice Munro'nun kadınları sık sık kendilerini, evliliklerini sorgularlar:
 Pauline ile evlenmeden önce Brian; Gracie adında, erkekler konusunda aykırı fikirleri olan suratsız bir kızla arkadaşlık etmişti. Brian onun ruh halini kışkırtmak gerektiği inancıyla, her zamankinden daha fazla çaba göstermişti. Ve Gracie, Pauline'e, "Bu durmaksızın devam eden şova nasıl dayanıyorsun anlamıyorum," demişti.
"Gerçek Brian o değil," demişti Pauline, "Yalnız olduğumuzda farklı biri." Ama, geçmişe dönüp baktığında, bunun doğruluğundan emin olamadı. Evlenmeye karar verince hep yapıldığı gibi,bu sözleri, seçimini savunmak için mi söylemişti yoksa!"

Alice Munro'nun  "Bok Gibi Parası Var" da kendini sorgulayan, özgürlüğünün peşinde koşan Rosamary ve yıllar önce özgürlüğü uğruna terk ettiği kızı Karin'in öyküsü anlatılmaktadır. Bu öyküde, Rosemary, yeni sevgilisini de terk etmiştir.
...."Derek gitti mi yani," dedi Karin, "Seyahate filan mı çıktı?"
"Bildiğim kadarıyla hayır" dedi Rosemary. "Ama yine de bilmem."
...."Gittiğine sevindim," dedi Karin, "Gittiğine sevindim."
"Gerçekten sevindin mi?"
"Daha mutlu olacaksın," dedi Karin.

"Evet, " dedi Rosemary, "Kendime olan saygımı geri kazanıyorum. Biliyor musun, kendine olan saygını geri kazanmaya başlayana kadar onu nasıl da kaybettiğinin ve nasıl özlediğinin farkına varmıyorsun. ....."
Karin, annesinin yeni ayrıldığı sevgilisi Derek ile birlikte doğada inceleme yapmaya çıktığında Derek hakkında düşünür:
....."Gelgelelim, Derek'in onun varlığından mutlu olduğunu düşündü Karin. Derek onun korktuğunu düşünmemişti. 
Gerçek buydu, yani mutlu etmek için çırpınıp durduğun insanların varlığı. Derek onlardan biriydi işte. Eğer, bu insanları mutlu etmekte başarılı olamazsan, seni kafalarında bir kategoriye koyup orada tutarak hayat boyu küçümserlerlerdi. Şimşekten korkmak, gördüğü ayı dışkısından korkmak ya da harabenin bir kale harabesi olduğuna inanmak istemek, hatta mikanın, piritin, kuvarsın, gümüşün, feldispatın farklı niteliklerini görememek bile; bunlardan herhangi biri Derek'in Karin'i gözden çıkarması için yeterli olabililirdi. ...."

"Annemin Rüyası"nda, Alice Munro'nun kadın tiplerinden, kendinden yirmi beş yaş küçük bir doktorla evli olan Mrs Shantz kendine güvenen kadınlara ilginç bir örnek oluşturuyor:
"Buralarda doğup büyümüş kadınların söyleyemeyeceği şeyler söyleyebiliyor Mrs Shantz. Kendiyle ilgili şeyler söylüyor. Mesela, kocasının görenler tarafından annesi sanıldığını söylüyor. Çoğunun, gerçeği öğrenince paniklediğini, yani o kadar utandıklarını söylüyor. ama, bazı kadınlar -mesela bir garson kız- gözlerini dikip pis pis bakacak ona, bu adam seninle niye hayatını harcıyor anlamadım, der gibi. Ve Mrs. Santz ise, şu sözleri sarf edecek, "Biliyorum. Adil değil. Ama, hayat da adil değil, ayrıca bakarsın senin de başına gelir ve alışırsın.""

Amacım, tadımlık bir şeyler anlatmaktı Alice Munro ve öykülerinden. Amacıma ulaştığımı, bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum.

Alice Munro'nun kadınlar, çocuklar, toplum psikolojisi ile ilgili etkileyici gözlemleri, kurgalamadaki ustalığı etkiledi beni. Bu yazımda söz etmediğim "Bazı Kadınlar"ın, "Çocuklar Kalıyor"dan farklılığı ise öykülerdeki karakterlerin; kendilerine dayatılan davranış kalıplarını, yerleşik düzenleri, koşullanmaları cesurca reddederek kedilerini özgür hissetikleri alanlara yelken açabilen kadınlar olması.

Kadınları çok iyi anlayan/anlatan Alice Munro ve Doris Lessing'e saygılarımı ve sevgilerimi sunarak bitiriyorum yazımı.