23 Ağustos 2012 Perşembe

ADLİYE'YE KARŞILIK 37 YENİ İMAM

Bazı vatandaşların söylediğine göre, "Adliye'ye işi düşen kimse yok, görevliler bomboş oturuyor; devlet, sırtından bu kamburu atmalı!" gerekçesiyle; kimilerine göre, başına gökten taş düşse, savcılığa gidip şikayette ulunarak, devletin memurlarını boş yere meşgul eden "görgüsüz" yurttaşlara ders vermek ve caydırıcılık amacıyla; kimilerine göre ise, Büyükler'i öyle uygun gördüğü için, 60 yıllık Eflani Adliyesini Safranbolu'ya taşımış Hükümet.

"Karabük'ün ilçeleri arasında, AKP'ye en çok oyu biz verdik!" (% 70'in üzerinde olduğunu hatırlıyorum), diye övünen Eflanı halkının ağzını bıçak açmıyor bugünlerde. Güçlü desteklerinin ardından, hizmet beklerken, hezimete uğramışlığın çöküntüsünü yaşıyorlar. Suskunluklarının tek nedeni, Adliye'nin verdiği hizmetlerden yoksun bırakılmaları değil aslında! Ülke genelinde pekçok ilçeyle aynı kaderi paylaştıklarını öğrenince, bundan kendilerine avuntu çıkarıp, elle gelen düğün bayram, havasında durumu kabullenmişler az da olsa.
Onları asıl şaırtan, suskunlaştıran; yılın en az dokuz ayı, tamamen boşalmış bulunan Eflani köylerine, 37 yeni imamın atanmış olması. Örnekse; şu anda benim yaşadığım Bostancı Köyü!nün Avdal Mahallesinde kışın, tek aile yaşıyor. Söylediklerine göre, önümüzdeki kış, onlar da terk edeceklermiş köyü; ama, bu yıl yapımı tamamlanan cami için yeni bir imam atnmış bile!Yaz aylarında da durum çok farklı değil. Karadeniz Bölgesi!nde 5-10 haneden oluşan köylerin sayısı az değildir. Bu nedenle, cami hizmetlerinden yararlanacak insan bulunmaz pek.

Soruyorum karşılaştığım kişiler: "Bu insansız köylere neden imam atanmış?" Susup kalıyorlar öylece.. Akrabam Ahmet'in ziyaretime geldiği bir gün; "Ya Ahmet," dedim, "kimseden yanıt alamıyorum; bu  imamların atanma nedenini biliyor musun? Boş köylere Suriyeli mültecileri filan mı yerleştirecekler yoksa?" Güldü; "Adliye'ye karşılık 37 yeni imam; iyi takas değil mi sence de?" dedi.
"Helal olsun, iyi takas!" dedim. "Türkiye'de, kişi başına düşen imam sayısı konusunda Eflani birinci olabilir. Birinci olmanın iyi yanı, kötü yanı aranmaz1" 

NE İNSANLAR SEVDİM, ZATEN YOKTULAR

Attila İlhan'ı saygıla anıyorum.

Kimi zaman sevdiklerimizi biz kaybederiz, kimi zaman da sevdiklerimiz bizi... Bu gece ben, sevdiğim bir insanın beni kaybettiği günü yaşıyorum. Ruhen sarsıldığım son iki olayın da etkisiyle, onunla aramızda var olduğunu sandığım bağın, yanılsama olduğunu, derin acılar duyarak birdenbire fark ettim. Sanki yanımdaymış ve karşımda dikiliyormuş gibi, en kararlı ve en kahırlı sesimle ona şöyle bağırdım: "Ben senin için yokum artık! Beni kaybettin!"

Koşulsuz sevdiğimiz insanlar vardır; ne yaparlarsa yapsınlar, onları sevmekten vazgeçemeyiz. İşte bu yüzden, koşulsuz sevdiğimiz bir insanın hatalarını görmezden gelmeye, ona karşı bağışlayıcı olmaya; inandırıcı gelmediği halde, yalanlarına inanmaya; kalbimizi kırdığında, onun bu kırıcılığını haklı gösterecek özürler uyadurmaya; hatta, onun bize karşı haksızlık dolu tavırlar sergilediği anlarda bile, onu değil, kendimizi suçlamaya meyilliyizdir; kalıplaşmış deyişle, toz kondurmayız böylelerinin üstüne! Karşılarında körleşmeye ve sağırlaşmaya her an hazırızdır; çünkü, onlar bizim vazgeçilmezimizdirler.

Aslında, vazgeçilmezlerimize kendi beklentilerimiz, kendi beğenilerimiz, kendi ideallerimiz doğrultusunda, onlarda belki de hiç olmayan özellikler yükleyerek, onları mükemmel insanlarmış gibi görme eğiliminde olan yine bizlerizdir. İşin tuhafı, görüşümüzü onlara da benimsetmek için, onları yerli yersiz pohpohlarız durmadan. İşte bu yüzden koşulsuz sevgi, hem insanın kendisini, hem sevdiğini kandırmayı barındırır içinde. Koşulsuz sevdiğiniz insana karşı, madi manevi vericiliğinizde sınır tanımadığınız için, hastalıklı bir sevgidir aynı zamanda; farkında bile olmadan sizi tüketir yavaş yavaş.

Bu hastalıklı sevgiden, yavaş yavaş tükenmekten; yine, koşulsuz sevdiğiniz insan kurtarır sizi. Hiç beklemediğiniz bir zamanda, sizin ona giydirdiğiniz giysiyi çıkarıp, çıplak olarak çıkar karşınıza, suratınıza öyle bir şamar atar ki; yaşadığınız sarsıntıdan etkilenen sevginiz ölür, siz ise nakavt olursunuz bir anda! Sonra, kendi küllerinden yeniden doğan Ankakuşu gibi, ölen sevginin küllerinden, yeniden, yeni sevgiler yaratırsınız.

O gecenin ardından. bütün bunları düşündüm ve sonunda şöyle dedim:
"Ne insanlar sevdim, zaten yoktular!"

18.08.2012

Anlattığım olay, gerçek değil, tümüyle hayal ürünüdür.

17 Ağustos 2012 Cuma

EŞEĞİN SIRTINA ODUN YÜKLEMEK



         Orda bir ev var uzakta....


Memleketin hali, dünyanın gidişatı, Hükümet'in izlediği dinci politikalar sonucu oluşan trajikomik durumlar, yaşanan hukuksuzluklar, gasp edilmeye çalışılan özgürlükler, yeni eğitim sisteminin torunlarım üzerinde yaratabileceği tahribatların neler olabileceği İstanbul'dan gelip, Eflani'nin Bostancı Köyü'ne ayak bastığım ilk gün, gündemimden çıktı hemen. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek yeni bir gündem oluştu kafamda: Eşeğin Sırtına Odun Yüklemek!

Sabahın erken saatlerinde taksiden indim. Beklediğim gibi, sis bulutlarının ve müthiş bir sessizliğin içinde buldum kendimi. Oyalacak zamanım yoktu; bavullarımı bir kenara bıraktım hemen. Bahçe kapısını açacağım. Açacağım ama, açabilirsen aç bakalım! Uğraştım, didindim; pas tutmuş asma kilitte, bir milim olsun kıpırdatamadım anahtarı! Çaresizlik içinde sağa sola bakınırken, imdadıma pratik zekam yetişti. Övünmek gibi olmasın; gücümle değil, zekamla açtım kapıyı. Acayip bir gurur kapladı benliğimi. Başım yukarılarda, bir tören havasında bahçeye girdim.

Çok soğuk geçen kış aylarında donmaması için toprağa açılmış bir çukura gömülü bulunan su vanasını açmaya gelmişti artık sıra. Çukurun üzerine, yalıtım amacıyla kat kat yerleştirdiğim straforları bir bir kaldırdım. Bir de ne göreyim, köstebek hazretleri işgüzarlık yapmış; çukuru, toprak yığınıyla doldurmuş. İçinde solucanlar, sülükler, kırkayaklar, adlarını bilmediğim irili ufaklı böcekler fink atıyorlar. Onları öyle mınkış mınkış mınkış görünce ürperdim, bir hoş oldum. Ne olursa olsun, vanayı açmak zorundaydım ve biraz önce benliğimi kaplayan gurur duygusu beni cesaretlendiriyordu.

Ellerime birer naylon torba geçirdim. Haşereleri görmezden gelerek, vanaya ulaşıncaya dek avuçlarımla boşalttım çukurdaki toprağı. Terslikler, peşimi bırakmamaya kararlıydı ne yazık ki! Bu kez de, su borusuna perçinlenmiş gibi, vananın kolu dönmüyordu. "N'apabilirim?" diye düşünürken-daha pratik zekam harekete geçmemişti-bahçe duvarının az ötesinde en yakın komşum Şeref'i gördüm (kol işçiliğinden emekli, ellili yaşlarında). İşin kolayına kaçtım: Yardım istedim ondan. Hemen geldi, pıt diye açıverdi vanayı.


Komşum Şeref.

Çömeldiği yerden doğrulmadan, bıyık altından gülerek anlatmaya başladı:
"Dokuz kadın bir olmuş, ormandan kestikleri odunu eşeğe yükleyememiş. Zayıf, güçsüz, düşkün bir adam gelmiş, eşeğin sırtına odunu (tek başına) yüklemiş!"
"Pöh!" dedim içimden, "köylü mantığına bak!" Tepki vermeye değer bulmadım.
Ben tepkisiz kalınca, anlamadığımı sandı, aynı olayı, sözcük dağarcığı kıt olduğu için, abartılı el kol hareketlerinin yardımıyla yeniden anlattı. Bir kez daha anlatmasını önlemek için;
"Bak Şeref" dedim, "dokuz değil, doksan dokuz erkek birlik olmuş, bir tepsi suböreği yapmak istemişler; yapamamışlar (Köydeki kadınlar, hamur işleri konusunda çok ustadırlar, erkekler yumurta kırmayı bile bilmezler). Zayıf, hasta, düşkün bir kadın gelmiş, suböreğini tek başına yapmış.
Yanıt vermedi. Bıyık altından gülme sırası bana gelmişti.

Konu burada kapansa iyiydi; kapanmadı... Geldi, "Eşeğe tek başıma odun yükleyebilir miyim?" sorusuyla yeni bir gündem olarak çıktı karşıma! Gözümün önünde; yere dağılmış odunların arasında karşıma dikilmiş, öylece kıpırdamadan duran ve yükünü yüklememi bekleyen bir eşek belirdi. Düşgücümün ışığında, çeşit çeşit yöntemler deneyerem, odunları eşeğe yüklemeye çalıştım; ama, boşuna!

Baktım işin içinden çıkılacak gibi değil; üstelik gittikçe daha da çıkmaza giriyorum, kendimi bir güzel azarladım: "Aptal kadın, kendine gelsene sen! Kafa yorduğun şeye bak! Böylesine saçma gündemleri, yalnızca egemen güçler; yarattıkları skandalları, akla ziyan açıklamalarının sonunda düştükleri rezil durumları, nedeni oldukları ve toplumda infial yaratacak olayları, insanlık zararına yaptıkları uygulamaları örtbas etmek için ortaya atarlar! Şimdiki zamanda eşek mi, eşeğe odun yükleyen kadın mı, ormanları istediği gibi talan eden köylü mü kaldı? Ormanları ve orman arazilerini, yalnızca, halkın seçerek iktidara getirdiği hükümetler talan eder; zavallı birkaç köylü kadın değil!"

Bu azar bana iyi geldi. Evin dış duvarındaki elektrik şartelini kaldırdım, karşılaşabileceğim yeni sürprizlere hazırlıklı, temkinli adımlarla eve girdim.
Sonunda evimdeyim; oh ya!...



9 Ağustos 2012 Perşembe

KAÇIYORUM BURALARDAN

Yolcuyum; geceyarısı Eflani'nin Bostancı Köyü'ne doğru yola çıkacağım; İstanbul'un gürültüsünü, sıcağını, karmaşasını, pırıltılı ışıklı gecelerini ardımda bırakıp...
Yorgunum, dinleneceğim köyümde. T.V ve arasıra konuşmama izin veren cep telefonum dışında tüm teknolojiyle bağım kopmuş olacak yarın sabah. Seçtiğim kitapları, kızımda unutmuşum; kitapsız da olacağım yani...

Sabahleyin gün doğmadan uyanıp penceremin önüne dek uzanan sisi ve onun yavaş yavaş geri çekilişini izleyeceğim. Özledim o masalsı görüntüyü. Sonra, yeni sağılmış, henüz sıcaklığını yitirmemiş köy sütü, taze köy yumurtası, köy ürünü bal ile verandada, kuş sesleri eşliğinde kahvaltımı edecek, ardından özene bezene demlediğim çayımı içeceğim.

Kahvaltının ardından, çiğden paçalarımın ıslanmaması için lastik çizmelerimi giyer. yürüyüşe çıkarım belki de. Uzun yürüyüşler yapmaya korkuyorum; köy ormanlarla çevrili olduğundan, önüme bir yabani hayvan çıkabilir, diye. İnsan, uzaklaştıkça, yabancılaşıyor korkmaya başlıyor doğadan.

Köy, geceleri biraz sıkıcı ve ürkütücü oluyor; çakal, domuz sesleri, tilki penkurmeleri (köylü, penkurme, diyor tilkinin çıkardığı seslere) ürpertir bazen beni. Ama, yıldızlar hiçbir yerde görmediğim kadar  parlak olur; dolunaylı gecelerde bir başka hoşluk gelir köyüme! Eskiden, eşimle çıkar; yıldızları, gökyüzünü izlerdik birlikte; ama, şimdi ben korkuyorum tek başıma dışarı çıkmaya.

Öğleden sonra, evimin bitişiğindeki harmanda toplanır köylüler; gider, onlarla sohbet ederim biraz. Gitmek istemesem bile, onlar çağırırlar; "Burnun büyümüş senin!" diye sitemler ederek. Severler beni. Eflani şivesini çok güzel konuştuğum için, hoşlarına gider, gülüşerek dinlerler beni.

Arasıra ilçeye iner, esnaflarla sohbet eder, çaylarını içerim (saf Müslümanlık sürdüğünden, ramazan pek etkilemez yaşama biçimlerini). İnternet kafeye uğrarım bir ara; fi tarihinden kalma bilgisayarlar zorlasa da, dünya ile iletişim kurmaya çalışırım.

Konuklarım gelir sık sık, gezer eğleniriz birlikte. Sonuçta, ne de olsa bir köy; sıkıcıdır bu yüzden. Yine de severim köyümde yaşamayı.

Köyden sonraki uğrak yerimi sorarsanız: MERSİN. Çok özledim evimi..   

6 Ağustos 2012 Pazartesi

KÜFÜR BANA YAKIŞTI!


Dün Akşam üzeri Ataşehir'in üst taraflarındaki ormanlık alana gezmeye gittik kızım ve damadımla. Niyetimiz, akşam yemeğini de orada yiyip eve dönmekti. Lokanta görevlisine, biraz dolaştıktan sonra yemek için döneceğimizi bildirdik. Uzun sürdü dönüşümüz. İyice de acıkmıştık. Çamların dibindeki masalardan birine, açık iştahlarımızla oturmuştuk ki, garson kız ezik bir tavırla; "Si
ze yemek veremeyeceğiz!" dedi. "İftar için gelen çok sayıda müşterimiz var, ancak onların hizmetine yetişebileceğiz."
Ne duruma düştüğümüzü söylemeye gerek yok sanırım! Kızımla damadım tepkisizdi ama ben çok sinirlenmiştim. Çaresiz, arabamıza binmek üzere lokantanın kapalı alanına yaklaştık. Meraklı Melahat'imdir. Lokantanın camına dayanıp müşterilere baktım: Hepsi de erkekti. Bilincinde bile olmadan öyle usturuplu bir küfür savurmuşum ki, ince ruhlu damadım, şaşkınlıkla yüzüme baktı. İçinden, ağzıma acı biber sürmek geçti mi bilmem, "Niye öyle ........'ler diyorsunuz ki?!" dedi, "adamlar ibadetlerini yapıyorlar!" Tabi ki, o kent çocuğu, Anadolu gerçeklerinden uzak beyaz yakalılardan oluşan çevresi var. Kapitalist sistemin emrinde gün boyu ezim ezim ezilmekten memleket gerçeklerini görecek, düşünecek zamanı olmuyor.
Oysa saçlarını değirmende ağartmayan ben; tutucu çevrelerde, Anadolu'nun pek çok yerinde dolaştığımdan, kendim de böyle bir çevrede doğup büyüdüğümden; bu tip erkeklerin karılarını, çocuklarını aç bırakıp kendilerinin böyle lokantalarda, piknik alanlarında aksırıncaya, tıksırıncaya kadar tıkındıklarını, üstelik bu yaptıkları nedeniyle hiç de vicdan azabı çekmediklerini yakından görmüş ve hatta yaşamış biriyim. Damadıma uzun uzun anlatamadım bunları; "Evde bekleyen karılar açtır." diyebildim yalnızca.
"Küfür bana yakıştı!" dedim içimden. Damadım kontak anahtarını çevirirken, ben rahatlamış olarak bacak bacak üstüne atıp arkama yaslandım.

5 Ağustos 2012 Pazar

İNSANLIK HALLERİ

"Bir insanda, insanlığın bütün halleri bulunur."  diyor Montaigne, Denemeler'inde.
Her insanda, insanlığın bütün halleri bulunur mu bilmem ama ben uzun yıllar 'hastalıklı' bulduğum durumları  kendime yakıştıramadığımdan; iyi kalpli, paylaşımcı, kimseye acı çektirmek istemeyen, yüreği sevgi dolu, ikiyüzlülükten uzak biri olarak düşünmüşümdür kendimi, öyle olmaya da çalışmışımdır hep. Narsistlik, bencillik, mazoşistlik, cimrilik, sadistlik, cahillik, korkaklık, ikiyüzlülük bana göre değildi. Sözde; insanlık durumlarının yarıdan çoğunu silmiştim kendi karakterimden, kişiliğimden, davranışlarımdan ( "sözde" diyorum, silmenin mümkün olmadığını anladım yıllar içinde). Kısacası insanlığın şeytani yanlarından arınmış kanatsız bir melektim; ama, pembe dizilere konu olacak kadar da komiktim, eksiktim; çokça da aptaldım. Belki bu yüzden pembe gözlüklerimi gözümden hiç çıkaramıyordum. Benim için, kamufle olmanın en iyi yollarından biriydi bu!
Yaşanmışlıklarım artıp olgunlaştıkça, eksiklerimi tamamlamam gerektiğini düşünmeye başladım;
-Eski ilişkilerimi yeniden gözden geçirdim; hoşlanmadıklarımı, onlarla birlikteliğimin zaman kaybından başka bir işe yaramadığını düşündüklerimi ayıkladım, attım hayatımdan. Ben şimdi vefasızım onların gözünde; narsist ve bencilim; hatta, sadistim.
-Beni aptal sandıkları için yaşamıma müdahale etmeye kalkışan, bana akıl verip yönlendirmeye çalışan, izin verdiğim için beni güden çok bilmişleri def ettim gitti başımdan. Kafama göre yaşamaya başladığım için, onların gözünde serseri, ahlaksız, aldırmaz ve saygısız biri oldum artık.
-Yaşadığım acı günlerde,yanımda görmeyi umduğum, buhar olup uçuveren aile yakınlarına kapılarımı telefonlarımı ve yüreğimi kapattım. Kendi edindiğim dostlar yetiyor bana. Şimdi aile yakınlarının gözünde, uzak durulması gereken; soğuk, yalnız, belki yardım etmek zorunda kalacakları biriyim ben. Onlara karşı melek gibi davranmaktan vazgeçtiğime göre kimbilir, belki de şeytanın tekiyim artık.
- Çevremdeki, sırtımdan geçinmeyi alışkanlık edinmiş, hep kendi çıkarlarını gözönünde bulunduran cimri ve bencilleri de attım sırtımdan. En korkunç yakıştırma ve iftiralar onlardan geldi, yazmayayım buraya...
-Tutumlu olma, tüketicilikten uzak kalma adına, kendime karşı yaptığım cimriliği bıraktım. Güzel giysiler alıyor, gezilere katılıyor, iyi lokantalarda (bütçem elverdiği kadarıyla) karnımı doyuruyorum. Savurgan, başına buyruk diyenler oluyor bana.
Kendimi tamamlama konusunda başarısız olduğum tek konu, annelik duygusundan arınamamış olmam. Oysa ben, çocukları için saçlarını süpürge eden annelere acıyan, ayaklarının altında cennet filan istemeyen, dünyaya ve kadınlara yapılan 'övgü' dolu yakıştırmalara karşı olan bir anneyim.
SONUÇ: Kendimi tamamladıkça, özgürleştim. Özgürlük ne güzelmiş yahu!!!