7 Şubat 2013 Perşembe

HAYATIN İÇİNDEN/ KIRALIM ZİNCİRLERİMİZİ

Bir grup insan doğdukları günden beri karanlık bir mağarada, birbirlerine zincirlenmiş, mağaranın kapısına arkaları dönük oturarak yaşamaya mahkum edilmiştir. Başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izleyerek, gölgeler üzerine konuşup şakalaşarak günlerini geçirmektedirler. İçlerinden biri zincirini kırmayı başarır. Dışarı çıkar. Parlak ışık gözlerini kamaştırmıştır. Gölgelerin asıl kaynağını görür ve tekrar içeri girip gördüklerini mağaradakilere anlatmaya başlar; ama, içeridekileri, duvarda gördüklerinin sanallığına ve asıl gerçeğin mağaranın dışında olduğuna inandıramaz.

'Platon'un Mağarası'dır yukarıda sözünü ettiğim. 2400 yıl önce, bu 'mağara' aracılığıyla ve 'mağara'dan yola çıkarak toplum ve birey hakkındaki felsefesini oluşturmuştur. Bu alıntıdan esinlenerek şimdiki dünyaya gelmek istiyorum. Günümüzde de, düzeni değiştirmeye kalkışanlar "zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok!" sloganıyla yol çıkmışlardır. Ama, zincirleri kırmak o kadar da kolay değildir. Ayağa kaldırılmak, isyan ettirilmek istenilen toplumun çoğunluğu, rehavete kapılmıştır. Rahatlarını bozmak istemezler. Hâlâ mağaranın duvarında gördükleri gölgelere inanmakta/ inandırılmaktadırlar.  Çünkü o insanlar toplumun kendini sınırlayan kalıpları, dogmaları, dini etkileriyle birbirlerine zincirlenmişlerdir. Farkındalıklıkları gelişmemiştir. Üstelik ayaklanmak tehlikelidir. Ayrıca, azınlıkta olan egemen güç, üstün bir koruma sistemine sahiptir.

Dün CNN'de bir tartışma programı vardı. Son günlerde artan kadın cinayetleri, cinayetlerin nedenleri, bu konuda  alınabilecek önlemler tartışılıyordu. Konuklardan üçü kadın, ikisi erkekti. Kadınlar, son günlerde toplumu saran  muhafazakarlaşmanın kadın cinayetlerini artırdığından, 'Aile Bakanlığı' nın adından da anlaşıldığı gibi, kadını değil, aileyi korumaya endeksli olduğundan, kadınların en çok, 'korunaklı' olarak görülen aile içinde şiddete maruz kaldığından, aile bireyleri tarafından öldürüldüğünden, kadının illa da evlenmek zorunda olmadığından söz ediyorlardı ki, egemen gücün temsilcisi erkeklerden birisi olanca hiddetiyle kükredi: "Siz bizim kutsallarımıza saldırıyorsunuz. Aileyi hedef alıyorsunuz. Siz erkek düşmanısınız ve bir erkekle kavga etmek canınız istedi. Ne yazık ki, karşınıza ben çıktım. Ses tonu, söz kesmeleri ve ürkütücü mimikleriyle kadınları susturdu. Daha üstteki bir güç ise "kadın erkek eşit değildir" söylemleriyle, ikinci sınıf vatandaş olarak gördüğü kadınlara "haddinizi bilin!" mesajları verdi. Günümüzde zincirlerini kırıp tabulara, egemen gücün 'kutsalları'na saldırmaya kalkışanların başlarına gelenler herkesçe bilinmektedir.

Woody Allen'in bir filminde zincirlerini kırarak 'Platon'un Mağarası'ndan çıkmayı başaran bir adam, kasap olur. Gerçek dünyada gördükleri ve yaşadıkları karşısında 60 yaşında kalp krizinden ölür. Bu sistem ve bu baskılar altında bireyselleşemediğimiz için (koyun sürüsü benzetmesi), ölmesek bile çıldırıyoruz. İnsanı ezen sistemin, varlığını sürdürmesini sağlayan en güçlü zincirlerinden biri olan aile kurumu gerçekten kutsal mıdır? Darda kaldığımızda, zor anlar yaşadığımızda, bunaldığımızda sığınabileceğimiz, güvenebileceğimiz limanlar mıdır? Tabi ki bu soruya kesin olarak "hayır" diyemeyiz, ama, "evet" de diyemeyiz. "Hayır" demeyi gerektirecek sözler ve şarkılar vardır. Zülfü Livaneli bir şarkısında; "Aç yüreğini bir merhabaya/ kardeşin duymaz eloğlu duyar" der.  Montaigne: "Aynı delikten çıktık diye kardeşlerimi sevmek zorunda değilim. Ben kendi emeğimle kazandığım dostlarımı severim." demiştir.

Şimdi size birkaç gün önce yaşadığım bir olayı anlatacağım.Çok yakın kan bağım olan birini yemeğe çağırmıştım.   O gelmeden önce alelacele ekmek almak için bakkala gittim. Dönüşte, bahçe kapısını açmış, bir adım atmıştım ki, ayağımın üstünden kocaman bir lağım faresi geçip, önüm sıra yürümeye başladı. Ben tabii çığlık çığlığa sokağa fırladım. Korkum o kadar büyük ki, fare yok olmazsa evime giremeyeceğim. Onu yok edecek bir erkek (koşullanmışlık) aradı gözlerim. Sonunda yoldan geçen bir erkeğe rica ettim. Nereden bilebilirdim ki, onun benden daha çok korktuğunu. Fareyi arar gibi yapıp kaçmış olabileceğini söyleyerek yoluna devam etti. Bu arada benim durumumda olan üç-dört kadın komşum geldi. Derken Kürt komşularımdan bir kadın ('Kürt Komşularım' başlıklı blog yazımda sözünü ettiğim) elinde sopası çıkageldi. Sorunu çözmeye öyle kararlıydı ki. Her yeri didik didik aramaya başladı. Bir yandan da korkulacak bir şey olmadığı konusunda ikna etmeye çalışıyordu beni. Tam da o sırada, yemeğe çağırdığım yakınım geldi. Baktı ki ortada çözülmesi gereken bir sorun var. Yardım etmesi gerekiyor," ben sonra geleyim" diyerek ayaklarının izi üzerine geri döndü. Kürt komşum, fareyi bulamadı. Ama, bir kaba fare  zehir koyup, eğer ölmez, yeniden görünür ve ben yine korkarsam, kendisini çağırmamı isteyerek ayrıldı. Montaigne'ye nasıl hak vermeyeyim! Zülfü'nün şarkısındaki sözler doğru değil mi!

Biliyorum, konuyu yine dağıttım. N'apayım; benim özelliğim bu! Sonuçta demek istediğim; kutsallar, töreler, dini söylemler, tabular bizleri birbirimize bağlayan zincirlerdir. Bu zincirler yalnızca mağara duvarlarına yansıyan gölgelerin gerçek olduğuna inandırıyor bizleri. Gerçekleri görmek için ışığa ihtiyacımız var. Işığa ulaşmak için de zincirleri kırmamız, bize gösterilenlerden ve belletilenlerden kuşku duymamız gerekiyor.                                          



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder