7 Ekim 2012 Pazar

BİR ÖĞRETMENİN GÜNCESİNDEN/ AŞK YASAKTI BİZE


60'lı -70'li yıllarda kasabalarda ve benim doğup büyüdüğüm Eflani'de olduğu gibi, ilçelerin çoğunda lise yoktu. Ortaokulu ilk ve tek kız olarak bitirdiğim 1968 yılında, deliler gibi istediğim eğitimimi sürdürebilmemin tek yolu, bir yatılı okula girebilmekten geçiyordu. İçimden gelen bir ses; "yöredeki kadınlar gibi olmamalısın" diyordu sürekli bana. Kazanamamaktan çok korktuğum, geceleri uykularımın kaçtığı yatılı kız ilköğretmen okulu sınavını kazandığımda (hem de ikincilikle) dünyalar benim olmuştu sanki. Bir meslek seçme lüksüne sahip olmadığım, tek derdimin eğitimime devam edebilmek olduğu için, öğretmenliği bile isteye seçtiğimi söyleyemem.
Okuldaki ilk günlerim mutluluk sarhoşluğuyla geçti. Çoğu benim gibi kasabalardan, ilçelerden gelmiş; aynı feodal kültürün ürünü kızlarla çabuk kaynaştık. Hepimiz de kanaatkardık. Okul idaresinin seçtiği; bir iki giymede ağzı yüzü bir yana kayan 'ayakkabı'ları, bezden kes'leri, beyaz eşofmaları, modeli ve kumaşı öğretmenlerce seçilen bizleri çirkinleştirmeye hizmet eden formaları, komik ötesi şapkaları gıkımızı çıkarmadan giyer, neredeyse halimize şükrederdik. Kızları tecrit etmek için camları yukardan aşağıya boyanmış pencereler, 6-700 metrekare büyüklüğündeki dış dünyaya tamamen kapalı bahçe, 50-60 kişilik sobasız yatakhaneler ve geceleri -20 derecelerde seyreden soğuklar, 10-15 kızın balık istifi girdiği ilkel tek banyo, haftada bir gün yarım saatlik çarşı izni, yer bulabilirsek leğenlerde yıkadığımız çarşafları, çamaşırları asacak yer bulamama telaşı mutluluğumuzu bozamıyordu.
Biz kızlar saftık, cahildik, çocuktuk ve korkaktık. Hak aramanın, 'hayır' demenin, gerektiğinde başkaldırmanın insanı insan yapacağını göremiyorduk bir türlü. Bu bize, aile içinde öğretilmediği gibi, devletin okulunda da öğretilmiyordu.
Erkeklerle konuşmak, erkek ziyaretçi gelmesi, okul duvarları arasında erkek sineğin bile uçması yasaktı. Gelen mektuplarımız açılır satır satır okunurdu. Ortaokul arkadaşlarımın ikisi -sanırım bana sevdalanmışlar- "nasılsın, iyi misin" havalarında, hafiften sevda kokan çocuksu mektuplar yazmışlar bana. Sırf bu yüzden iki kez idareye çağrıldım. "Okuldan atılırsam" korkusuyla gecelerimin nasıl zehir olduğunu bir ben bilirim. Duygularımıza hükmediliyor; aşk, sevda konusunda aldatılıyorduk öğretmenlerimiz tarafından.
Okutulan derslerden de, bir şey öğrendiğimi sanmıyorum. Örneğin, Çocuk Edebiyatı dersimiz vardı; tek çocuk öyküsü okumadığımız gibi, tek çocuk öyküsü yazarından da söz edilmedi. Şiir, masal diye bir konuya girdiğimizi hiç anımsamıyorum. Ne öğretilmişti bize!!!  Tıssss! Yalnızca Atölye dersinde güzel işler yapılır, bütün yaratıcı yeteneklerimizi ortaya koyarak güzel eserler yaratırdık. Alet edevat kullanmayı, ufak tefek tamirat yapmayı, bu derste öğrendim. Köy öğretmenliğim sırasında ve hayatım boyunca da çok işime yaradı öğrendiklerim.
Bir de ev işi derslerimiz vardı; bir türlü öğrenemediğim, sofrada çatal tabağın ne yanına, bıçak ne yanına konulacağı, peçetenin nasıl yerleştirileceği, iyi bir hanımfendinin yemekte nasıl davranacağı vs..., adabı muaşeret kaideleri falan filan... Yama yapmayı, bohça yapmayı, bebek zıbını, bebek önlüğü dikmeyi de öğrettiler. Kızların en zorlandığı, elbise dikmekti. Öncelikle, kumaş alacak paramız olmazdı çoğumuzun. Sonra, okulda az sayıda dikiş makinası olduğundan sıra gelmek bilmezdi size... Stresler yaşar, uykularınız kaçardı bu yüzden. Ben divitin bir kumaş almayı başardım; ama, makine sıram gelmedi bir türlü. Gidip Ermeni bir terziye diktirdim sonunda. Öğretmenimizi aldattım, kendim diktim diyerek. Eeee, aldatılan insan, aldatmayı da öğreniyor sonunda. Aslında öğretmenimizin de umurunda değildi, elbiseyi benim dikip dikmediğim...
Halkoyunları öğretilirdi bolca. Severdim. Ama, köylere gittiğimde topluca oynanması gereken halk oyunlarını oynayacak kimseler bulamadığımdan, oynamaya oynamaya onu da unuttum sonunda. Şimdiki aklımla diyorum ki; keşke, dans etmeyi, vals yapmayı, benim adını bilmediğim pek çok dans çeşidini de öğretselerdi bize. Sanırım bu yüzden, şimdi dans etmeyi bilmeyenler yönetiyor ülkemizi...
Sonunda, diplamalarımızı aldık, "alnımızda bilgilerden bir çelenkle nura doğru koşarak, yurdumuzu yüceltmeye ant içmiş bir halde" dağıldık ülkenin dört bir yanına.
Aşkı sevdayı yaşamamış, erkeklerden korkan ve onları hiç tanımayan, dış dünyadan tecrit edilmiş, ömründe başkaldırmayı düşünmeyen, haklarının farkında olmayan, fen matematik konularında yetersiz yetiştirlmiş biz öğretmenler yeni kuşaklar yetiştirdik canla başla çalışarak. Her şey ortada şimdi; sonuç, olması gerektiği gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder