18 Ekim 2012 Perşembe

BİR YAZARIN BOHÇASINDAN/BİR BOŞ MÜCEVHER KUTUSU



     Aile arasındaki adı "Uyuşuk"tu. Başlangıçta duymazdan gelmeler, kırgın bakmalarla tepki gösterse de, sonunda  sessizce kabullenmişti bu adı. Aldırdığı filan yoktu artık bu duruma. Onu asıl çileden çıkaran, başkalarının yanında da kendine Uyuşuk denilmesiydi. Kendi aile çevrelerinden olan bu başkaları, düşüncelerini sözleriyle değil, gözleriyle anlatan insanlardı. Onların; "uyuşukluğun yüzünden okunuyor!" diyen alaycı; ya da, "vah zavallı yavrucak, nasıl da gururunu kırıyorlar!" diyen acıklı bakışlarına dayanamıyor;  içinde bulunduğu durumun sorumlularıymış gibi, tüm öfkesini onlara yöneltiyordu, Esin (gerçek adı buydu). Ah, eziğin biri olmasaydı, neler söyleyecekti onlara neler!..
    
     "Neler söylerdin?" diye sordu içinden gelen bir ses. Duraksadı. Kaşları, kaygıyla dolan gözlerinin üstüne düştü. Kendine yöneltilen sorulardan korkar, kendisi de soru sormaktan çekinirdi. Fakat ne olduysa, şu son zamanlarda hem kendini, hem de kendi dışında gelişen bazı durumları sık sık sorgular olmuştu. "Neler söylerdim?" diye mırıldandı kendi kendine. Boş bakışlarını, beyaz badanalı boş duvarlarda gezidirdi. Hızla sağa döndü, sonra sola. Bir kapıya baktı, bir pencereden yana... Sonunda gözlerini pikenin kenarına dikip derin düşünceler daldı. Aklına bir şey gelmiş de söyleyiverecekmiş gibi dudakları kıpırdadı bir an; ama, yalnızca "hiçbir şey" diyebildi.
     Bazı durumlarda, ne kadar çabalarsa çabalasın iki çift lafı bir araya getiremiyor; duygularını anlatabileceği anlamlı bir cümleye dönüştüremiyordu bir türlü. Sıkıntılı yüzünü, güneşin kızıllaştırdığı perdeye döndürdü. Perdeden yansıyan kızllık, yüzünü de kırmızıya boyadı. Pencere pervazından havalanan bir karasinek, dağınık saçlı başının çevresinde vızıltılı şarkılar söyleyerek dans etmeye başladı. Hop burnuna, hop yanağına, hop alnına konuyor; çıldırtıyordu Esin'i. O karasineğin canına okuyacaktı. Üzerindeki pikeyi tepip attı. Kalkmak için yeltendi; ama, omuzlarına çöken bir ağırlıkla birlikte, başı yastığa düştü kaldı...

     Öfkesi kendine yönelmişti. "Uyuşuğun tekiyim işte!" dedi. Kendi kendine mırıldanıyor, insanlara kızıyor; ama, en çok da kendine kızıyordu. Kendisi bile kendine uyuşuk, dedikten sonra başkaları demiş n'olacaktı ki! Gözlerinden boşalıveren yaşları gizlemek istercesine, yüzünü yastığın altına gömdü.
     Böyle ağlamaklı anlarında; Almira, kendini beğenmişlere özgü duruşuyla, canlanıveriridi gözünün önünde. Kulaklarında yankılanan sesiyle birlikte; çilli yüzü, gurur ve kibir akan ışıltılı gözleriyle karşısındaydı yine işte. Haftanın son gününde, buluşmak için sözleştikleri kameriyenin altına; yürürken çevresinde yarattığı, görünmez ama hissedilebilir esintiler arasından, sert adımlarla geçerek gelmişti. Herkesi, tepeden bakışlarla süzdükten sonra, bir elini formasının kemerine sokup, diğer eliyle dalgalı saçlarını havalandırarak;
   
     "Hey, var mısınız millet: Yarın hep birlikte Yorum Alışveriş Merkezi'ne gidelim, altını üstüne getirelim oranın!" deyişiyle karşısına dikilmişti yine.Başını yastığın altından çıkardı. Hem yüzüne yayımış gözyaşlarını siliyor, hem de Almira'yı düşünüyordu. Bir kız, nasıl olur da böyle rahat davranabilirdi ki! Bunu anlayamıyordu. Kendisi, uyuşuk biri olduğu için böylesine ezikti belki de.
   
     Öyle miydi?..
     Hiç de öyle değildi. Ezik olduğu için uyuşuktu aslında! Bunu bir yerlerden duymuştu: Ezik insanlar, kendilerine güvenleri olmadığı için, hareket etmeye, düşüncelerini söylemeye kolay kolay cesaret edemezlermiş. Bu yüzden, gün geçtikçe pısırıklaşıp giderlermiş. Kendi gerçek durumunun nedeni buydu işte!
     Almira bambaşkaydı ama! Kendisiyle gurur duyuyordu. Gösteriş yapmayı seviyordu. Kimsye aldırmaz bir hali vardı. Burnu havada gezen kızlardandı o. Doğrusu, ezikliğin 'e'si bile yoktu Almira'da. Almira, yalnız rahatlık konusunda değil, giyim konusunda da bir numaraydı, Esin'e göre. Bronzlaşmış bacaklarının üstüne giydiği, bir çiçeğin taç yapraklarıymış gibi duran mini, plili etekler; göbeğini ve ince belini açıkta bırakan bluzlar nasıl da yakışıyordu kendisine! Papatya, kelebek, uğurböceği şeklindeki o rengârenk tokaları ile, kızıl saçlarının arasında baharı taşıyordu sanki! Hiç kimse, Almira kadar kendine yakışan giysiler giyemezdi.

     Bakışlarındaki havadan mı, yüzündeki kendini beğenmişlik anlamından mı; yoksa, kimi zaman sergilediği çılgınca davranışlarının yarattığı durumlar nedeniyle mi, bilemiyordu; Almira'dan çok etkileniyor, onu çok da güzel buluyordu. Gerçi Esin'in kendine özgü garip bir güzellik anlayışı vardı. Herkesin hayran kaldığı değil; çoğunun, "çirkinin teki" diyebileceği tipler arasından çıkıyordu onun hoşlandıkları. Amcasının oğlu Hasan'ı bile yakışıklı buluyordu. Evdekiler, dayısıgil, halasıgil istedikleri kadar Kirpi Kafa desinler ona. Zaten onların işi gücü, ona buna ad takmak, diğer insanları alaya alarak küçümsemek, fesat bakışlarla süzerek insanların kötü yanlarını aramak, dedikodularını etmek değil miydi! İşte sırıf bu nedenlerle, sinir oluyordu onlara. Onlar; "Allah bir" dese, "iki" demek geçiyordu içinden hep. Yine de inat olsun, diye değil de, gerçekten beğeniyordu Hasna'ı. Dudaklarını ve gözlerini kısarak gülümseyişine, komik konuşmaları sırasındaki el hareketlerine bayılıyordu!

     Almira'nın da güzel olmadığı, üstelik kendini beğenmişin teki olduğu, söyleniyordu hep. Güzel olmadığı değil de, kendini beğenmişin biri olduğu, Esin'e göre de doğruydu. Ama, kim ne derse desin Almira'yı çok beğeniyor; ona özeniyor, hayran kalıyor; onun gibi âni çılgınlıklar yapabilmek, onun gibi kısa etekler, göbeğini ve belini açıkta bırakan blûzlar giyebilmek istiyordu.
     Hıçkırığı andıran derin bir iç çekiş çıktı dudaklarının arasından. Hüzünlenen gözlerini tavana dikti. Gerçekleştirmek için can attığı o küçücük özlemler, neden yıldızlar kadar uzağındaydı! Neden babasının belirlediği sınırlar içine hapsoluyordu hep! Üstelik bu sınırlar, yaşı büyüdükçe daralıyor; daraldıkça, kıpırdayamaz hale getiriyordu Esin'i.Babası, kaşlarını çatıp "höt!" dedi miydi, akan sular durudu evlerinde. Görüşüp konuşabildiği tek erkek, Hasan'dı. Bir keresinde Hasan'la yan yana oturmuş, babaannelerinin komikliklerini konuşmaya dalmışlardı. Esin'in kahkahalarla güldüğü bir sırada, âniden kapıda beliriveren babasının delici bakışlarıyla karşılaşmış, kahkahası dudaklarının arasına sıkışıp kalmış, korkusundan ne yapacağını şaşırmıştı.

     Babası, Hasan gittikten sonra, Esin'i bir köşeye çekmiş; "Bir daha, oğlanlarla konuştuğunu görür, öyle at gibi kişnediğini duyarsam; ağzını yırtarım senin!" demişti. On iki yaşına ayak bastığı, ilk regl olduğu günlerden birinde yaşamıştı bunu. İşte o zaman fark etti; yaşı büyüdükçe, çevresini saran sınırların daraldığını. Babasının "höt"leri çoğaldıkça çoğalıyor; annesinin suskunlukları da iyiden iyiye artıyordu artık. Esin, Hasan'la birlikteyken geçirdiği mutlu anları özlüyor, Hasan yanında olsun istiyordu hep. Ama, Babası "höt" demişti bir kez; artık, Hasan'a elveda demenin zamanının geldiğini, kalbinden gelen buruk ve acı bir ses fısıldamıştı kulağına. O günden sonra, amcasıgil ziyaretlerine geldiğinde; "Hasan bir şey söyler de, yanıt vermek zorunda kalırım" düşüncesinin yarattığı korkuyal, çay kahve yapma bahanesiyle, mutfaktan hiç çıkmadı Esin.

     Annesi nasıl da mutlu olmuştu, böyle mutfak işlerine soyunmasından. Ağzı kulaklarında, hoşnut bakışlarla Esin'i süzerek: "Büyüyorsun gayrı; bak, uyuşukluk filan da kalmadı; elin işe yatkınlaştı1" demişti. Yüzüne yapıştırdığı sırıtkan bir ifadeyle yanına yaklaşmış, sırtını sıvazlamaya yeltenmişti. Ama Esin, kendini hızla kenara çektiği için, annesinin uzanan eli, havada kalakalmıştı.

     Başının çevresinde dolanıp duran karasineğin varlığını unuttu Esin. Bir titreme geldi birden, pikeye sarındı yeniden. O gün, kendisinde olmayan konuşma yeteneğine birdenbire kavuşuvermişçesine; "büyümek, büyümek, büyümek..." diye başlayan isyankâr cümleler, dilinin ucuna nasıl da peş peşe akın etmeye başlayıvermişti!  "Büyümek, istediğim kişilerle artık konuşamamak demekse, büyümek kahkahalarla gülememekse, büyümek mutfaklara saklanmak demekse; büyümek filan istemiyorum ben!" diyecekken vazgeçmişti. İyi de yapmıştı, böyle yapmakla! Nasıl olsa, kendisini anlamazdı annesi. İyi biliyordu bunu. Ona, kırık dökük cümlelerle de olsa, herhangi bir şeyi anlatabilme umudunu kesmişti artık. Hangi konuda olursa olsun, söylediklerini dinletmek olanaksızdı annesine. Karşısında öylece durur; "neler yumurtlayacaksın bakalım yine sen!"diyen baışlarını takınır, başlamadan bitiriverirdi konuşmayı.

     Annesinin bir uyurgezer olduğunu düşünüyordu Esin. Komşularının yanında, her şeyi ben bilirim, anlamı yüklediği ses tonu, sürmeli gözlerinden yansıyan gurur duygusuyla; "Bir çocukta önce Allah, sonra ana baba korkusu olmalı komşum! Maaşallah, çocuklarım pek saygılıdır. Allah sizi inandırsın: Babalarının karşısında ağızlarını bile açmamışlardır daha!" diye övünerek konuşan annesi, uykusunda konuşmuyor da, n'apıyordu, peki! Uyanık olsaydı; saygıdan değil, korkudan konaşamadıklarını görmez miydi! Durup dururken, Hasan'la olan ilişkisini neden kesti bu kız, diye sorgulamaz mıydı!..

     Aklına yer eden, ölene dek unutamayacağı bir olay vardı Esin'in. Annesi, kareli bir kumaştan kendisine etek dikiyordu bir gün. Eteğin öyle dümdüz değil de, şöyle biraz süslü püslü olması için, annesine yalvarmıştı. Kdın; bu yalvarmalara, bu ısrarlara dayanamadığı için, eteğin iki yanına, süs niyetine püsküllü cepler koymuştu sonunda. Esin, bu şekliyle, eteğe bayılmış, sevincinden, hiç yapmadığı bir şeyi yapmış; annesinin yanağına, kocaman bir öpücük konduruvermişti. Akşam işten gelen babası, cepleri görünce çılgına dönmüş-çılgına dönüş nedenini hiçbir zaman anlayamamıştı Esin-iki cebin ikisini de, patır patır söküp fırlatıp atmıştı çöpe. Babasının heyheyleri tuttuğu o gece; cepleri sökmesine engel olması için, annesinin gözlerinin içine yalvaran baışlarla bakarak bir şeyler yapmasını beklemiş; beklentisi boşa çıkınca, karanlık mutfak köşelerinde gizli gizli ağlamıştı.

     Annesi uykuda olmasa; "Neden böyle yapıyorsun Selahattin? Çocuk bunu çok istiyor! Kime ne zararı var; bırak kalsın, sökme o cepleri!" demez miydi babasına! Rüyalarına bile uyurgezer olarak giriyordu artık annesi. Rüyalarında onu, pardösüsünün uzun etekleri yerleri süpürür, türbanının ibikleri havada dalgalanırken, kolları yana açılmış bir şekilde; rüzgârın önüne katıp sürüklediği kocaman bir hayalet gibi, bilinmeyen bir yöne doğru sürüklenip giderken görüyordu hep. Başına kötü bir şey gelmesinden korktuğu annesinin, soluk soluğa peşinden koşmaya başlardı. Sonunda onu yakaladığında, beline sıkıca sarılır, uyandırmak için sarsar sarsar sarsardı.  Esin sarstıkça, annesinin, bedeniyle birlikte yüzü de yavaş yavaş silinir; saydam bir kâğıda rastıkla çizilmiş de alnının iki yanına yapıştırılıvermiş gibi duran kaşları ile, çevreleri sürmeye belenmiş gözleri kalırdı yalnızca görünürde. Esin, bir çift göz, bir çift kaş haline dönüşen annesine, korku içinde bakar, korku dolu çığlık atarak uyanırdı hep.

     Bu düşünceleri kovmak istercesine, iki elini birden sağa sola salladı. Almira; varlığını, çevresindekilere hissettiren yürüyüş biçimiyle, düşüncelerinin arasına sızıverdi yeniden. Yalnız giysilerine değil, her şeyine hayranlık duyuyordu Esin onun! Son günlerde, herkesin çirkin bulduğu, onu çirkinleştirdiği söylenen yürüyüşüne bile öykünür olmuştu. Almira gibi hissedilebilir esintiler yaratamasa da; zınk zınk, diye ses çıkartan sert adımlarla yürüyordu artık. Annesi, niye öyle bağdan boşanmış gibi, memelerini sallay sallaya, paldır küldür yürüdüğünü sorunca, çok öfkelenmişti. İçinde "meme" sözcüğü geçtiği için, bu sorudaki ayıplayıcı ve suçlayıcı anlamı; sorunun içinde barındırdığı kötü niyeti hemen sezmiş; "Memelerim yok ki sallayayım!" diye bağırmıştı annesine. Böyle bağırmıştı annesine; ama, yine de, içine bir ayıplanma, hatta bir suçlanma korkusu yerleşmiş, o günden sonra nasıl yürüyeceğini şaşırır duruma gelmişti.

     Esin,Almira'yı her dedğini seve seve yapacak kadar çok seviyordu, ama Almira, belki sessiz pısırık duruşundan, belki de gözlerini ayırmadan kendini izleyişinden hoşlanmadığından, en çok da kendini beğenmişliğinden yüzüne soğuk bir anlam yükleyerek baktığı Esin'i sevmiyordu. Esin, cesaretini toplayıp bir şey soracak olsa, Almira onu duymazdan geliyordu. Hep Esra ile konuşuyor, Esra ile fısıldaşıyor; yalnızca, Esra bir şey söylediğinde kulak kesiliyordu. Hoş, Almira kendisine bir şey söylese, heyecanından, sinikliğinden yanıt bile veremezdi ya Esin! Rüküş giysileri, ezik duruşuyla aynadan yansır gibi kendi görüntüsünün yansıdığı karşı duvara dikti gözlerini. Dağnık saçlarında ellerini gezdirerek baktı düşsel görüntüsüne. Sümsüklerin en sümsüğü bir kız duruyordu karşısında. Hoşlanılacak neyi vardı ki!

     Vızıltısı kesilmiş, karasinek çoktan kayıplara karışmıştı. Pikenin yüzeyinde oluşan geniş bir dalgalanma ile birlikte, tırnakları yaldızlı ojeli iki ayak uzandı yatağın dışına. Esin, anında kızıla boyanıveren ayaklarına, hayran hayran baktı. Nasıl da yakışıyordu, gizli gizli sürdüğü o pembe oje!Ne hoş duruyordu tırnaklarında! Kollarını pikenin altından çıkardı. Bakışlarını ayaklarından ayırmadan, tatlı tatlı gerindi. Ah babası kızmasa, akrabaları dedikodusunu etmese; el tırnaklarını da, yaldızlı ojelerle rengârenk boyasa! Hem o zaman, ojeleri bozulmasın, diye tırnaklarını da yemezdi. Ellerine baktı dikkatle. Dudaklarıyla birlikte, gözlerinin içine de bir gülümseme oturmasıyla birlikte, bambaşka bir güzelliğe büründü.

     Esin, yastığa yayılmış siyah, ince telli saçından bir tutamını yüzüne yaklaştırarak ilgiyle inceledi. Yüzündeki gülümseme izleri siliniverdi birden. I ıhhh, kötü, çok kötüydü; cansız ve hacimsiz! Televizyonlardan duyuyordu: Hacimli saçlar kadınları mutlu edermiş. Oysa, daha önceleri 'hacim'i, kadınları mutlu eden gür saçlar olarak değil; matematik kitaplarında yazdığı gibi, bir maddenin uzayda kapladığı yer, olarak bilirdi yalnızca. Durakladı. Biraz düşününce, bir yanlışlık yaptığını anladı. 'hacim' ve 'hacimli' sözcükleri farklı anlamlardaydı. Çünkü, '-li' eki sözcüklerin anlamlarını değiştirirdi. Peki öyleyse, hacimli saç, deniliyorsa; hacimli kap, da denilebilir(miy)di. Yine de bu işte bir yanlışlık vardı! Bütün saçlar uzayda yer kapladığına göre, zaten hacimleri var demekti; öyleyse, hacimli saç, ya da hacimsiz saç diye bir şey olmazdı ki!..

     "Aman, neyse ne canım; derdi bana mı düştü!" dedi. Sırt üstü döndü çabucak. Hayalleri dağılsın uçup gitsin istemiyordu. Saçlarına baktı yeniden. Hem hacimli (güldü kendi kedine) hem de canlı görünmesi için bir tutamı mor, bir tutamı kırmızı-yeşil de olabilirdi-olacak şekilde saçına kaynak yaptırsa; renkli tokalar, pırıltılı bandanalar taksa, kendisi de Almira gibi, bahar saçlı bir kıza dönüşebilirdi. Tabi ki dönüşebilirdi! Ya bir de dövmesi olsa!?.. İçinde başlayıp yüzüne yayılıveren bir heyecan duygusu yanaklarını pembeleştirdi.Gözleri pırıltılı bir görünüme bürünürken, aceleci hareketlerle, pamuklu geceliğinin sol kolunu omzuna dek sıyırdı. İnce, beyaz koluyla omzunun birleştiği bir noktaya, parmağını bastırarak dövme yerini işaretledi. İşaretlediği yerde küçük, beyaz bir yuvarlak oluştu. Başını yana eğip küçük beyaz yuvarlağın oluştuğu, o belli belirsiz noktaya baktı dikkatle. "İşte, tam oraya; uçmaya hazırlanan bir kelebek..." diye düşünüyordu ki; önce durakladı, sonra bakışlarını hızla çekti omzundan. Yok ama, kolsuz giysi giyemezdi; yasaktı ona! Olsun, omuza yaptırmak şart mıydı sanki! Kolunu uzatıp sol bileğine baktı; buraya da olabilirdi pekala!

     Odanın içinde dolaştırdı bakışlarını. Davranışlarını kısıtlamaya zorlayan, kendisine karışmaya kalkışacak kimseler yoktu odada. Yüzünde beliren bir gülücükle birlikte, gözlerinin önünde tatlı, bulanık görüntüler canlanıverdi. Tepeden tırnağa değişmiş haliyle, pembe toz bulutları arasından çıkıp geliveren yeni Esin karşısındaydı şimdi. Üzerinde bordo renkli, şal desenli, göbeğiyle belini açıkta bırakan İspanyol kollu bir blûz; altında saf ipekten, plili, gri bir etek vardı. Rengârenk tokaları, ışıltılı bandanasıyla tıpkı Almira gibi, renkli saçlarında baharı taşıyor; insanların yığınlar halinde aktığı bir caddede, ayağında kırmızı sandaletleri, bileğinde halhal'ı, dudağının ucuna minicik bir goncagül gibi oturmuş gülümsemesiyle, mankenler gibi yürüyoooor yürüyordu...  Hayır, yürümüyor; o incecik , zarif bedeniyle kelebekler gibi uçuyordu sanki...

     İki de bir, rüzgârda uçuşup yüzüne savrulan saçlarını kaldırıyor; rimel ve göz kalemiyle belirginleşmiş iri gözleriyle çevresine bakınıyor; insanlar üzerinde hayranlık duygusu uyandırdığını görebiliyordu. Çöp gibi incecik, tahta gibi kupkuru bedenli bu çelimsiz çocuk haliyle, bu kadr çok ilgi görmesine, böylesine hayranlık uyandırmasına hiç de şaşırmıyor; çünkü, nedenini gazete ve televizyonlarda görüp okuduklarından biliyordu: Böylesine hayranlık dolu gözlerle izlediklerine göre, onu 'sıfır beden' sayıyorlardı mutlaka!

     Esin, bu duygular, bu düşünceler arasında kaybolu gitmişti. Artık Esin olmaktan çıkmış, bambaşka bir kimliğe, bambaşka bir kişiliğe bürünmüştü. Bu yeni kimliği gözlerini kamaştırmış, körleştirmiş, çevresinde olup bitenleri göremez hale getirmişti onu.  Alaycı kahkahalar atarak, düşe kalka kendisine doğru koşan kişinin-yaratığın-farkında bile değildi. Dikkati, çevresindeki nesnelere yönelme özgürlüğünü yitirmişti artık. Tuhaf, paspal, işler acısı halde peşinden koşan bu yaratık, Esin'i bir an önce yakalamak, yeniden avucunun içine alarak eski haline döndürmek için koşuşturmaktan kan ter içinde kalmıştı. Sonunda, Esin'in tam burnunun dibine sokularak iki eliyle birden yakasına yapıştı. Delici bakışlarını takınıp alaycı bakışlarını kullanarak;

     "Hey, Uyuşuk!" dedi. Sesi hırıltılı ve boğuk çıkıyordu, "bak, peşindeyim işte, benden kurtulduğunu mu sanıyordun!" Olduğu yerde kalakaldı Esin. Beti benzi attı. Yıllardır peşini bırakmayan bu ses, bu görüntü en olmadık yerlerde karşısına dikiliveriyordu. İşte, yine karşısına dikilmiş, yakasına yapışmıştı. Bazen öfkeli, bazen de alaycı sesiyle demediğini bırakmazdı Esin'e. Kendini bildi bileli, ardı arkası gelmeyen o yürek sıkıcı, ürkütücü, en çok da aşağılayıcı laflarını dinletmiş, canından bezdirmişti Esin'i. Ya, utanç verici o görünüşü!..

     O ezik, o sümsük, o kılığı bozukla herkesin içinde yan yana görünmektense, yedi kat yerin dibine girse daha iyiydi. İnsanı rezil etmek için, elinden geleni ardına koymazfı bu sümsük; biliyordu bunu. Üstelik, knuşması konuşmaya benzemez, iki çift lafı bir araya getirmeyi beceremezdi; ama, karşısındaki Esin olunca çenesi bir açılır, bir daha kapanmak bilmezdi. Onu tekmelemek, yerden yere çarpmak, bir dozer gibi ezip yok etmek, körkuyulara atmak geçti içinden; ama, onun ne kadar baskın olduğunu, ne yaparsa yapsın ondan kurtulamayacağını, daha önceki deneyimlerinden biliyordu.

      "Bırak artık peşimi!" diye bağırdı. Ama boşuna! Annesi gibi, ona da laf anlatmak mümkün değildi. Dırdırlarına başlamıştı bile:
     "Başkalarının gözünde, sana karşı hayranlık duygusu yüklü, diye gururlanacak kadar aptal mısın? İnsanların sözleriyle değil, gözleriyle anlattıkları yüzünden, yeterince acı çekmedin mi? Ruhunda karakış hüküm sürerken, saçlarında taşıdığın yalancı bahara mı seviniyorsun? İnsanlar seni 'sıfır beden' sandı diye, duygularını anlatacak anlamlı cümleler kurabilecek misin? Böyle havalı giysiler giymekle, babanın "höt"lerinden kurtulabilecek misin? Şimdi Hasan sana, "günaydın" dese, sen ona, günaydın, diye karşılık verebilecek misin? Eteğine püsküllü cepler diktirebilecek misin?.. Vıdı vıdı bıdı bıdı..."

     Kısa süren sisli görüntünün, kulak tırmalayıcı cızırtının ardından, bir boşluk, bir sessizlik başladı birden. Bir el gizlice kumandaya basmış,bütün o vıdı vıdıları, o görüntüleri kesivermişti sanki. Tam da derin bir soluk alacakken, yeni bir tehlikeyle yüz yüze gelmek üzere olduğunu önce hisseti, sonra gözleriyle gördü Esin. Kulakları uğuldamaya, kalbi deli gibi çarpmaya başladı. Aman Allahım, çığ gibi yuvarlanıp kalabalığı yara yara, üstüne doğru gelen o koyu gölge de neyin nesiydi! Şimdi, bütün bedeni, zangır zangır titriyordu. Gözleri, yuvalarından fırlayacaktı neredeyse. Daha, 'neler oluyor' demeye kalmadan, gölgenin açılıveren dev ağzından çıkan yüksek ve ürkütücü bir ses, uğuldayarak dalga dalga yayıldı kalabalık cadde boyunca:
     "Hööööt. hötötöt höt hööööt!"

     Bu ses, tanıdık bir sesti. Sık sık içinde duyduğu, kendisini ürküten, elini kolunu bağlayıveren bir sesti, Esin'in; ama, bugüne dek hem böyle bir görüntüyle karşısına çıkmamış, hem de bu kadar büyük bir korkuyla sarsmamıştı kendisini. Kalakaldı olduğu yerde. Yardım isteyen gözlerle çevresine bakındı. Kısa bir an önce, kendisini hayranlıkla izleyen insanlar, onu yapayalnız bırakmış, arkalarına bile bakmadan kaçışıyorlardı şimdi. Topukları, popolarını dövüyordu koşuşurlarken. Parfüm kokuları yerine, terden sırılsıklam olmuş pantalon ve gömleklerinden, mide bulandırıcı kokular salıyorlardı çevrelerine. Yüzleri yüz olmakta, gözleri göz olmaktan çıkmış; her biri acınacak birer ucubeye dönmüştü.

     Kendisi olsaydı, böyle bir durumda Almira'yı bırakıp kaçmaz, onu asla yalnız bırakmazdı. Oysa, bu korkaklar daha neler olup bittiğini bile anlamadan, köşebaşlarına, dar sokak ağızlarına sürüler halinde akıyor; magazaların içlerine zor atıyorlardı kendilerini. Toz duman içindeki bu ıssızlık ve sessizliğin ortasında yapayalnız kalakaldı Esin. Korkusundan, aklı başından gitmiş; ne yapacağını, ne yana gideceğini şaşırmıştı. Bugüne dek, kendisini hep éhöt"ler yönettiğinden, kendi kendini yönetemez, yol bilmez iz bilmez duruma gelmişti. Düşlerinde bile kafasına eseni yapamıyor, emin adımlarla istediği yöne yürüyemiyordu. Yürüyüp gitmeye kalkıştığında yalpalıyor, sendeliyor, düşüyor, sakatlanıyordu. Sonunda, bir karabasanın ortasında buluveriyordu kendisini. Yol gösterecek, uzanıp tutuvereceği sıcak bir ele; kendisini dinleyecek, kendisini anlayacak, kendisini avutacak tatlı, yumuşak, iç okşayıcı bir sese ne kadar çok ihtiyacı vardı!

     Bu çıldırtıcı sessizliğin ortasında, hiç olmazsa bir "çıt" sesi duyabilmek için kulak kesildi. İşte o anda, önce kulakları sağır eden bir uğultu, ardından, birbiri ardına eklenerek bir alarm sesine sönüşen "çıt çıt çıt.." sesleri arasında, bir bez parçası havalara fırladı. Bu bez parçaı, Esin'in başının üstünde dolanıyor, yüzünü gözünü kapatıyor, boğazına sarılıyor soluk alamaz, çevresini göremez, soluk alamaz hale getiriyordu onu.  Onu başından def etmek, uzaklaştırmak için sağına soluna tekmeler savurmaya başlamıştı ki, bez parçası kırmızılara boyanmış bir hortlak şekline dönüşerek, Esin'in üzerine çullandı. Esin, pikenin altına zor attı kendini. Soluğunu tutmuş, korku içinde başına gelecekleri beklerken, pencerden doğru bir ses yükseldi:

     "Hanımların dikkatine: Overlok makinesi ayağınıza geldi! Halı kenarları, kilim kenarları, battaniye kenarları, paspas kenarları beş dakikada yapılır, evini...." Başını yavaşça, yastığın altından çıkardı. Neredeyse her gün, aynı saatlerde duyduğu overlokçunun sesiydi bu. Kalp atışları yavaşladı. Titremesi geçti. Yavaş yavaş kendine geldi. Bütün bu başına gelenlere bir anlam vermeye çalışıyordu ki, biraz önce gördüğü hortlak, perdenin arkasından çıkıp, odanın ortasına zıplayıverdi. Ağzını kocaman açıp kazma dişleriyle halıların püsküllerini, kilimlerin püsküllerini, örtülerin püsküllerini, püskül niyetine Esin'in saçlarını, havluların püsküllerini, nerede ne kadar püskül varsa, hepsini de teker teker, "kıtırt kıtırt kıtırt" diye kesti. Ardından, dev birer iğneye dönüştürdüğü uzun parmaklarının ucunu batıra çıkara, delik deşik etti, her yeri, her şeyi...

     Esin, korkusundan ne yapacağını şaşırdığından, saklanacakken, yatağının üstünde, bir heykel gibi dimdik doğruldu. Pıtı pıt sesleri gittikçe yükseliyor, bu seslere karışan yeni tuhaf seslerle birlikte kulaklarında çınlıyordu artık. " "Höt, Uyuşuk! Pıtı pıt! Neler yumurtlayacaksın bakalım yine! Pıtı pıt, babalarının karşısında ağızlarını bile açamazlar! Pıtı pıt, at gibi kişneme ağzını yırtarım Zavallı yavrucak! höt höt höööt"

     Beyaz badanalı duvarlarda, tenis topları gibi zıplayan bu karman çorman cümle bozuntularının her bir, sözcüğü, birbirine karışıp, birer sözcük salatasına dönüşerek, uçlarından kan damlayan ünlem işaretlerini keskin birer kılıç gibi kuşanmış, ürkütücü bir marşa dönüştürdükleri höt höt sesleri eşliğinde güçlü bir ordu gibi, Esin'in üstüne üstüne yürümeye başlamışlardı.
Yatğın üstünden korku içinde atlayıp, karyolasının altına attı kendini. Loş boşlukta, el yordamıyla, bir şeyler aradı çabuk çabuk. Bir süre sonra, titreyen ellerinde tuttuğu metal bir kutuyla, sürünerek çıktı karyolasının altından. Doğruldu çabucak. Kutuyu, yatağının üstüne koydu. Titremesine engel olamadığı elleriyel güçlükle açtı, kutunun kapağını. İçindeki bir sürü ıvır zıvırın üstüne; hayallerini, düşlerini, kendisine yıldızlar kadar uzak olan özlemlerini, yarattığı yeni Esin'i, Hasan'ı, Almira'yı, Almira ile ilgili özentilerini, tutam tutam kırpılıp atılan renkli saçlarını, ojesini, göz kalemini, hızmasını, halhalını, kahkahalarını, dudağının ucunda minicik bir goncagül gibi oturan gülümsemesini, kırmızı sandaletleriyle birlikte daha başka şeyleri üstü üste tıkıştırarak yerleştirdi çabucak. Dışa taşanları, sanki zıplıyormuşçasına kutunun dışına atlayanları yeniden kutuya yerleştirip iki elini birden üzerine bastırdı sıkı sıkı.

     Eli, bir Kurban Bayramı'nda  Hasan'ın hediye ettiği ve tam kalbinin üstünde taşıdığı kolyesine gitti. Kolyenin gizli bölmesinden çıkardığı minik bir anahtarla kapağını kapatıp kutuyu kilitledi çabucak. Gözü, avucunda tuttuğu anahtarda, yavaş adımlarla pencereye yürüdü. İki kanadını birden sonuna dek açtığı pencereden, yarı beline dek dışarı uaznıp anahtarı, fırlatabileceği en uzak noktaya fırlattı. Baktı arkasından; anahtar, suda yüzer gibi yere paralel havada yüzdü bir süre.Sonra, yavaş yavaş bir kuş tüyüne dönüşerek, gökyüzüne doğru yükselmeye başladı. Yükseldi, yükseldi, yükseldi... ve... yumuşacık beyaz bulutların arasına karışarak gözden yitti, gitti...

     Hızla, sırtını döndü pencereye Esin. Hiçbir duygu izi barındırmayan yüzünde, bomboş bakan gözleri, usulca kapanıp iki damla yaş akıttı yanaklarına. Gözyaşları, yanaklarından süzülürken hızlı adımlarla, bir kapıya, bir pencereye, sonra tekrar kapıya yürüdü. Yürümüyormuş da, uçuyormuş sanıyordu kendini. Hafiflemişti, çok hafiflemişti. ama, bu hafiflik, içinde sakladığı değerli mücevherler çalınmış olan boş bir mücevher kutusunun hafifliğini andırıyordu.

    Hızlı hızlı soluyarak durakladı bir süre. Sonra, bir uyurgezeri andıran yürüyüşüyle pencereye yöneldi yeniden. Üzerlerindeki karlar hâlâ erimemiş olan dağlara gözlerini dikip korkunç bir çığlık attı.        
     
  


    
    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder