8 Ekim 2012 Pazartesi

BİR ÖĞRETMENİN GÜNCESİNDEN/ AŞKI YASAK ETTİK KENDİMİZE

Bir önceki yazımda (Aşk Yasaktı Bize) sözünü ettiğim, biz kızlara layık görülen rahibe yaşamı, hiç beklemediğimiz 'Kahramanımız' birgün çıkıp gelinceye dek sürdü! O günlerde okulumuzda; bilmediğimiz, anlamlandıramadığımız bir şeyler dönüyordu. Dört öğretmenimiz sürgün edilmiş, Müdüre Hanımımız okula gelmez olmuştu. Biz, o sümsükleştirilmiş kızlar, sanki  derin bir uykudan uyanmışçasına, şaşkınlık içinde olup bitenleri anlamaya çalışıyor, yine de neler olduğunu kavrayamıyorduk; politik bilincimiz, siyasi düşüncelerimiz hamasi duygulardan öteye geçmiyordu çünkü. Fakat nasıl oldu bilmiyorum, biz sümsükleştirilmişler topluca, sürgün edildiğini bile bilmediğimiz o dört öğretmeninizin okulumuzdan gitmesini protesto eylemine giriştik (dersler girmeyerek) durup dururken. Öyle kendiliğinden bir eylemdi ki bu, kendimiz bile şaşırmış durumdaydık kendimize.
İşte bu çarpraşık durumlar yaşanır, kafalarımız adamakıllı karışmışken, bir gün okul koridorlarında dolaşıp duran çok şık giyinmiş, köstekli saatli, esmer yüzünde şark çıbanı izi olan; kuzguni siyah saçlı, genç görünümlü karizmatik mi karizmatik bir adamla karşılaştık. Bir film kahramanını izler gibi , aygın baygın bakışlarla hayran hayran izlerken biz onu; sağdan soldan gelen fısıltılar kulaklarımıza ulaşmaya başladı: "Okul müdürümüzmüş, okul müdürümüzmüş, okul müdürü....."
Bu yeni müdürün hayatımızı değiştireceğini, kahramanımız olacağını bilmeden sevmiş, hayranlıkla karışık başka duygular da beslemiştik ona. Müdürümüz, erkek öğretmenlerin ayak basmasının yasak olduğu yerlerde geziniyor; çamışırhaneden yemekhaneye, banyodan revire her yerde aniden karşımıza çıkıveriyordu. Kimi kez, soyunmakta olan bir kızla karşılaşıyor; çok doğalmış gibi, "giyin giyin!" diyerek oradan uzaklaşabiliyordu. Her hareketi şaşırtıyor, bazen ürkütüyor, çoğunluk hayran bırakıyordu bizi.

Çok kısa sürede büyük değişiklikler olmaya başladı hayatımızda. Artık, bizi zorlayan, gücümüzün üstünde olan çamaşır çarşaf yıkama işini, sabahtan akşama değin oturdukları yerde dantel örüp duran kadın hademeler yapacaktı. İşte o zaman öğrendik, okulumuzda atıl durumda bulunan ne kadar çok çamaşır makinesi bulunduğunu. Bulaşıkları da kendimiz yıkamayacaktık artık, üç ahçıdan biri yapacaktı bu işi. Sonra, çok kötü beslendiğimiz, gelişme çağındaki bizlerin haftada iki kez balık, iki kez hindi veya tavuk yememiz gerektiğini öğrendik yeni müdürümüzden; o günden sonra hep o şekilde beslendik. Midelerimiz bayram ediyor, yemekhaneden ekmek helva çalmaktan, sürekli çektiğimiz gizli açlıktan kurtuluyorduk.

Otel lobisini andıran okul girişimizin kirli duvarları pembeye boyandı. Bir köşesine, istediğimiz zaman çalabileceğimiz bir pikap ve plaklar yerleştirildi. En güzeli de, sabahları ranzanın demirlerine cetvelle vurarak çıkardığı "çat çat çat!" seslerine eşlik eden nöbetçi öğretmenin azarlarına muhatap olmadan uyanabilmekti. Bir sabah müzik sesiyle gözlerimi açtığımda, adını ve müziğini ilk kez duyduğum Maurice Ravel'in Bolero'suna hayran kalmış; başka bir sabah Neşet Ertaş'ın; "Seher vakti çaldım yarin kapısını, çıkageldi o gözleri sürmeli" türküsüyle sarhoş olmuştum. Hayatım, renkli rüyalar kadar güzelleşmeye başlamıştı!
Biz kızları bu kadarı bile mutlu etmeye yetiyorken, değişiklikler hız kesmeden sürüyordu. Bir gezi furyası başlattı yeni müdürümüz. Kastamonu'nun nerdeyse bütün ilçelerine geziler düzenlendi. Gidip görmediğimiz piknik alanı, keşfetmediğimiz tarihi alan kalmadı. Kumanyalarımız nefisti! Ne güzeldi yaşamak!..
Karşılaşacağımız en güzel sürprizden habersiz, böyle geçiyorken günlerimiz; bir gün, erkek sineğin bile giremediği okulumuz genç erkeklerin istilasına uğradı adeta! Hepimiz, şaşkınlık ve hayret dolu bakışlar, soran gözlerle süzdük birbirimizi. Öğrendik ki, bu genç erkekler, Gölköy Öğretmen Okulu'nun bizim gibi yatılı öğrencileriydi. Bundan böyle sık sık bir araya gelecek; onlar bize, biz onlara karşılıklı okul ziyaretleri düzenleyecek, birlikte yemekler yiyecek ve ortak etkinlikler yapacaktık. Gel de inan buna!... İnsak da, inanmasak da aynen böyle oldu. O günden sonra, biz sümsükleştirilmiş kızlar arasında bir şıklık yarışı başladı ki, sormayın!
Fakat, işin acı tarafı; beynimiz öyle yıkanmış, duygularımıza öylesine kelepçe vurmaya alışmıştık ki, bu yeni ortamlarda sevgili bulma, erkek arkadaş edinme eylemlerine geçemedik bir türlü (Gönlüm, Cemal diye bir yakışıklıya kayıyor baktım, gizli silahlarımı dpğrulttum kalbime).  Artık dışarıdan bir otoritenin beyinlerimizi ve duygularımızı ele geçirmesine, bize hükmetmesine gerek yoktu. Biz kendi jandarmalığımızı kendimiz yapıyor; aşkı, kendimiz, kendimize yasaklıyorduk. Bu konuda ne kadar başarılı olduğumuzu anlatamam!
Sonunda, öğretmen olmaya hak kazandık. Müdürümüz öyle nutuk atmayı, öğüt vermeyi seven biri değildi. Karşımıza geçip herhangi bir konuda konuşma yaptığına da tanık olmadık hiçbir zaman. Ama, mezuniyet törenimizde, birkaç cümle konuştu: "Şimdi sizler köylere dağılacaksınız. Sizlere; rahat etmeniz, köylü tarafından kabul görmeniz için, çevreye uyma, başınızı kapatma konusunda telkinde bulunanlar olacaktır. Bu telkinlere kanmayın, köylere ışık götürme görevini üstlendiğinizi asla unutmayın!" Bu telkinlere kanar mıydım, kanmaz mıydım bilmiyorum; ama, müdürümüzün bu sözlerini hep aklımın bir köşesinde tuttum. Ayrıca, iyi bir fotoğrafçı, aynı zamanda resimle ilgilenen müdürümüz, bana hep şunu düşündürdü: İçinde sanatçılık ruhu taşıyan kişiler, dünyayı değiştirip dönüştürme gücüne de sahiptirler.
Sevgili Öğretmenim Aytaç Açıkalın, size müteşekkirim. Saygılarımı sevgilerimi, hürmetlerimi sunuyorum buradan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder