Bir gün başımda esti kavak yelleri. Yalınayak, başıkabak düştüm yollara. Yürüdüm babam yürüdüm, gölgemi peşimde sürüdüm. Ne az gittim, ne uz gittim, Kafdağı’na ulaştım. Derken, bir koca nine çıktı karşıma. Koca Nine başladı anlatmaya, ben başladım dinlemeye… İnanmayın söylenenler!
Bir varmış bir yokmuş. Adı sanı unutulan ülke çokmuş. İşte bu adı unutulan ülkelerden birinde, Gülgonca adında bir kız yaşarmış. Gülgonca’nın güzellikten yana dünyada eşi benzeri yokmuş. Saçları sırma, kaşları keman, gözleri badem gibiymiş. Yaz bahar ayları geldiğinde, Gülgonca, kuşlar gibi uçmak, kırlara koşmak istermiş; ama, padişah babası:
“Kız aklı, kuş aklı derler! Kız kısmını başıboş bırakmaya gelmez; ya kurda yem olur, ya kuşa!” diyerekten onu kapıya bacaya çıkarmaz, yüzünü kimselere göstermezmiş.
Gülgonca’yı bu yasaklar çok üzermiş. Böyleyeken; sesi öyle titrek, kendisi öyle ürkekmiş ki, babasının karşısında tek laf edemez; ona, duygularını söyleyemezmiş. Ürkek bir ceylan gibi sessizce odasına çekilir; ya elindeki nakışı işler, ya da boynunu büker çeşit çeşit düşlere dalar gidermiş. Gülgonca’nın annesi derseniz; kızına arkadaşlık edip yol yordam göstereceği yerde; “ya, savaş alanlarında ölüp kalırsa” diyerekten savaştan savaşa koşan padişahın derdine düşermiş.
Gel zaman, git zaman; karların eridiği, doğanın şenlendiği bir bahar mevsiminde padişah yine, eğri kılıç kullananlarla, tatlı cana kıyanları yanına alıp uzak bir ülkeye savaşa gitmiş. Dört duvar arasında yaşamak artık canına tak eden Gülgonca, babasının yokluğunu fırsat bilip elindeki nakışı bir yana atmış, yüzündeki peçeyi bir yana! Saray hizmetçilerini, kapı nöbetçilerini atlatmanın bir yolunu bulup sarayın bahçesine çıkmış.
Bir de bakmış ki, altın gibi parlayan bir güneş! Güneşin çevresinde dolanan beyaz bulutlar! Bahçenin ortasında bir havuz; havuzun içinde yüzer ak kuğular bir de renk renk balıklar! Oradan oraya koşturup duran ceylanlar, buram buram gül kokusu!.. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor; güller dersen, birer tomurcuk olmuş açıyor! Aman neler neler, ne güzellikler!..
Gördüğü güzellikler karşısında öyle bir coşkuya kapılmış ki Gülgonca; kuş olup uçası, daldan dala konası gelmiş. O, kuş olup uçamamış ama, nereden çıktıysa öteden doğru kanadı nakışlı bir kuş uçup gelmiş. Kuş, atmış kendini havuzun serin sularına; öte dolanıp yüzmüş, beri dolanıp yüzmüş… Derken, havuzdan çıkmış , tüyünü teleğini döküp boylu poslu, yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlıya dönüşüvermiş. Üstelik, Gülgoncanın gözlerinin içine aygın baygın bakmış! Bu bakışlar, Gülgonca’nın içine öyle bir aşk ateşi düşürmüş ki; kızcağazın kalbi heyecandan durayazmış!
Gayrı, “Sen kimsin, in misin, cin misin?” diye sormaya kalmamış; delikanlı yeniden bir kuşa dönüşmüş. Açmış nakışlı kanatlarını, süzüle süzüle uçmuş gökyüzüne. Masaldaki iş gibi, uykudaki düş gibi gözden yitmiş gitmiş! Giderken, Gülgonca’nın kucağına gümüşten bir tüy atmış. Gülgonca, öpüp koklayıp tüyü koynuna sakladıktan sonra, kederler içinde boynunu bükmüş. Dalından bir gonca gül koparmış, başlamış onunla dertleşmeye:
“Ah gül, gonca gül; bahar yeli mi dokundu, n’oldu, anlayamadım! Şu uçup giden kanatları nakışlı, büyüleyici bakışlı kuşa aşık oldum. Söyle bene n’olur: Gördüklerim gerçek mi, yoksa, uykudayım da düşler dünyasında mı dolaşıyorum?!”
Deyip, ardından öyle bir ah çekmiş ki; bunu duyan sümbüller boyunlarını bükmüş, ötüşen bülbüller susup şıpır şıpır gözyaşı dökmüş. Tatlı tatlı esen yel derseniz, inim inim inlemeye başlamış.
Kaç gün, kaç saatten sonra bir de ayılıp görmüş ki ne kuş, ne havuz var! Elinden düşmüş kanaviçesi, yanında duruyor kara peçesi… Kendisi de yıllardır oturduğu köşesinde oturup duruyor.
“Gezindiğim bahçe bir bahçeydi ama, aldatmaca mı desem, göz yanılgısı mı! Gördüğüm yiğit, bir yiğitti ama, düş mü desem hayal mi desem!?..” diyerekten, kara kara düşüncelere dalmış. Derken aklına, koynuna sakladığı tüy gelmiş. Elini göğsüne sokup da, parmakuçları tüye dokunevirince, gördüklerinin düş değil, gerçek olduğunu anlamış.
O günden sonra, havuz başında gördüğü delikanlı, Gülgonca’nın aklından çıkmaz olmuş. Karasevdaya yakalanıp yataklara düşmüş. Çektiği aşk acısından, günden güne kanı iliği kuruyup beti benzi kül kesilmiş de, onun bu durumu, ne annesinin dikkatini çekmiş, ne cariyelerin. Ne derdini anlayan, ne de yüzüne gülüp hatırını soran olmuş. Artık yaşadığı yer, billur köşk değil, fildişi saray olsa umurunda mı! Bir gece el ayak çekildikten sonra, bohçasını almış; büyülü kuşu bulmak için, yalınayak başı kabak düşmüş yollara…
Gece dememiş, gündüz dememiş, gitmiş de gitmiş… Onca yol gitmiş, yokuş çıkmış ama; ne bir yuva görmüş, ne bir kuş! Derken, soluğu kesilip dermansız kalınca bir ağacın altına varmış, düşmüş kalmış. Oracıkta, derin bir uykuya dalmış… Nice sonra gözünü açıp bakmış ki, yüzü kırış kırış, elleri buruş buruş bir koca nine; kendisini, rüzgardan, güneşten korumak için kol kanat germiş üstüne! Hemen yanı başında da, yarım kalmış bir örgü duruyor. Gülgonca’nın kendine gelmesiyle birlikte;
“Ah kızım, aman yavrum!” demiş Koca Nine, “şuralarda bir yerlerde yumağımı yitirdim. Karasu mu indi n’olduysa, gözlerim iyi seçmiyor; öteyi aradım, beriyi aradım; bulamadım. Bana yumağımı buluverir misin?”
Gülgonca, ninenin eteğine varıp elini öptükten sonra, “Üzülme nineciğim,” demiş, “arar tarar bulurum onu.” Aşağı bakmış, yukarı bakmış; yok! Sağa sola bakmış; yok! Derken, bir çalı dibinde bulmuş yumağı, götürüp vermiş koca nineye.
Yumağı alıp örgüsüne başladıktan sonra demiş ki Koca Nine:
“A güzel kızım: Ne gezersin böyle tek başına, dağda bayırda?.. Kimin kimsen yok mu senin? Başına geleni, seni yollara düşüreni deyiversene bana! Sen bana bir iyilik yaptın, hiç olmazsa ben de senin derdine ortak olayım.”
“Ah ah! Garibine gitmesi ya nineciğim,” demiş Gülgonca, “ben, bir büyülü kuşa aşık oldum! Dağdan dağa gezer, o büyülü kuşu ararım.” Deyip başlamış ağlamaya.
Koca Nine; “Ağlama kızım ağlama! Ağlayıp da bu nineciğin kalbini dağlama!” demiş. “Sen de bu altın gibi kalp olduktan sonra, aradığını bulursun; yüzün güler bir gün.” Büyülü kuşa gelince: Onun yerini ne sen bilirsin, ne de ben; bilse bilse, Perili Ana’nın perileri bilir.”
“Gülgonca; “Aman ninem, canım ninem, “ demiş, “Perili Ana dediklerini nerede bulurum, bilir misin; bilirsen, bana yolunu gösteriveriri misin?”
Koca Nine, bir ters, bir düz ördükten, düğüm üstüne düğüm attıktan sonra, örgünün ucundaki ipi koparıp yumağı uzatmış Gülgonca’ya;
“Bak kızım,” demiş, “Perili Ana’nın yaşadığı yerle buranın arası, bir yumaklık yoldur. Al işte sana yumak! İpin ucundan tut, yumağı sağarak yürü. Sakın ola ne sağa bak, ne sola! Yüzünün doğrusuna düpedüz git. Bu yumak nerede biterse, orada dur. Durduğun yerde, Perili Ana’nın biri sağlam, biri kırık iki kapılı evi çıkar karşına. Sakın ha, sağlam kapıya yönelme; dert açarsın başına! Şunu aklında iyi tut: Kırık kapının sağ yanında bir yağız at bağlıdır. Atın hemen önündeki bir kara taşın üzerinde; kırmızı donlu, minare boylu, eli kılıçlı, palabıyıklı bir cellat oturur. Kim ki, o celladın yüzüne bakar, kellesi anında uçar! Sen sen ol, merakına yenik düşüp de, celladın yüzüne bakayım deme!
Cellat lafını duyunca, padişah babasının cellatları aklına gelmiş; korkusundan, Gülgonca’nın gözlerinden yaşlar akmaya başlamış.
Koca Nine, Gülgonca’nın gözyaşlarını silip; “Gözü yaşlı, başı dertli kızım!” demiş. “Büyülü kuşu bulmak istiyorsan, korkuyu yakandan at! Yalnızca sözlerime kulak ver. Sana sözünü ettiğim o kırık kapının üstünde bir kamçı, kamçının üstünde de bir külah asılıdır. Külahın hemen yanında bir anahtar durur. Aman kızım sakın ha: Aklına uyup anahtarı kilide takayım, deme! Perili Ana’nın, perilerini kızdırırsın. Anahtarı al, atabildiğin en uzak yere at. Ardından, hiç oyalanmadan külahı al, cellada ver. Kamçıyı al; ‘Deh atım, deh deh!’ diyerek, yedi kez sağa, yedi kez sola savur. Bu arada cellat; palabıyıklarını burar, verdiğin külahı giyer; kılıcını kapıya astığıyla, attığın anahtarı aramaya gider.
‘Fırsat bu fırsattır’ deyip, atla yağız ata! Atın vardığı, zınk diye durduğu yerde, bir nar ağacı görürüsün. ‘Eğil dalım, eğil,’ dersin, dallardan biri eğim eğim eğilir. İşte o daldan üç nar kopart; birini ata yedir, birini kendin ye, birini de Perili Ana’ya götürmek üzere yanına al. Kamçıyı, ‘aldığım narların karşılığı,” deyip ağacın dalına as. Eğilen dal doğrulmadan, yağız at kişnemeye başlamadan; hiç eylenme, arkana bakmadan kaç! O saat, kendini Perili Ana’nın kapısında bulursun. Şunu hiç unutma kızım: Elkapısı, hem geç açılır, hem güç… Hele de bu, Perili Ana’nın kapısıysa!.. Dediklerimi iyi anla, kendine güvenirsen, düş yola,” deyip, gözden kaybolmuş Koca Nine.
Gülgonca, ipin ucunu bir ağaca bağlamış, yumağı sağa sağa başlamış yürümeye. Yumağın bittiği yerde kendini, Perili Ana’nın derme çatma, çerden çöpten, iki kapılı evinin kapısında bulmuş. Kırık kapının yanına varıp anahtarı almış, atabildiği en uzak yere atmış. Külâhı almış, cellada vermiş. Kamçıyı almış; “deh atım, deh deh!” deyip yedi kez sağa, yedi kez sola savurmuş. Cellat, külahı alıp anahtarı aramaya gidince, kendisi hemen yağız ata atlamış. “Deh atım, dedh deh!” derdemez, at şaha kalkıp rüzgâr gibi uçmuş.
“Bağlık bahçelik bir yere gelince, at zınk diye durmuş. Gülgonca attan inmiş, nar ağacına yürümüş. “Eğil dalım eğil!” demiş, dallardan biri yerlere dek eğilmiş. Daldan üç nar koparmış. Narın birini ata yedirmiş, birini kendisi yemiş. Birini de, Perili Ana’ya götürmek üzere bohçasına koymuş. Kamçıyı, “Aldığım narların karşılığı,” deyip nar ağacının dalına asmış. At kişnemeye, nar ağacının dalı doğrulmaya başlamadan, oradan kaçmış. Sonunda gelmiş, Perili Ana’nın kapısına dayanmış.
Neyse ki, Perili Ana o gün, iyi gününeymiş. İyi günlerinde hep yaptığı gibi, merdiven altına dikilmiş, kara kedisine üşüşen pireleri ayıklıyormuş. Pireler, canlarını kurtarmak için zıpladıkça, Perili Ana da onlarla birlikte zıplıyormuş. Derken, kırık kapının kırıklarının aralığından Gülgonca’yı görüverince, onun güzelliğinden gözleri kamaşmış.
“Ay mı doğdu, gün mü doğdu; bana bir haller oldu,” diyerek, kucağındaki kediyi bir yana fırlatmış, yakaladığı pireleri koyduğu şişeyi bir yana… Nice sonra kapıyı açıp bakmış ki, güzeller güzeli bir kız, ayna gibi parlayıp duruyor karşısında. “Elemtere fiş, kem gözlere şiş!” deyip doğruca Gülgonca’ya, “Bre kadın kızım!” demiş, “sen buralara nereden düştün? Kanına mı susadın, eceline mi? Nice Koçyiğitler hem kapımın, hem atımın bekçiliğini yapan celladın hışmına uğradı da, bu kapıya yaklaşamadı, “ dedikten sonra, perilerine;
“Perilerim, perilerim: Bakın hele, kapımın önünde benzi soluk, boynu bükük bir kız duruyor! Buraların insanına benzemiyor. Varın gidin, onu çıkarın sofama. Derdi dileği nedir, nereden gelmiş nereye gider; soruşturalım bir” diye seslenip pire şişesini bir kolunun, kara kediyi diğer kolunun altına almış. Seke seke yürüyerek, şalvarını sürüyerek doğruca evinin sofasına çıkmış.
Perili Ana’nın bu buyruğu üzerine, bir göz açıp yummaya kalmamış; kırmızı fistanlı, altın gümüş hızmalı; yüzleri dövmeli, yürüyüşleri cilveli periler kapıya gelmişler. Cırtlak desem, cırtlak değil; şakrak desem, şakrak değil, tuhafın tuhafı bir sesle;
“Yumruğum kadar yumrusu
İçinde yüzlerce yavrusu
Topacık fincan
İçi dolu mercan!”
Diyerek, Gülgonca’nın elindeki narı “şap” diye kapmışlar. Kaptıklarıyla, Perili Ana’ya atmışlar. Perili Ana, elindeki pire dolu şişeyi kaldırıp “çat” diye ocakbaşındaki köşetaşına vurmuş. Şişe, ben diyeyim yüz, iz deyin bin parçaya bölünmüş. Pireler, bir kara bulut öbeği gibi havalanıp yeniden kara kedinin üzerine üşüşmüşler. Ardından, perilerine yeniden seslenmiş Perili Ana;
“A periler periler, kaçtı gitti pireler!
Çarşıdan aldım bir tane, eve vardım bin tane
Ufacık sandık, içi dolu boncuk
Yerseniz yiyin, yemezseniz yemeyin
Duyduk duymadık demeyin!”
Bunu böyle bir söylemiş, iki söylemiş, derken nara bir yumruk vurmuş. Nar parçalanıp her bir tanesi başka köşelere dağılınca, periler hiç zaman geçirmeden Gülgonca’nın koluna girmişler, onu doğruca Perili Ana’nın yanına, sofaya götürmüşler. Gülgonca bakmış ki, alacalı bulacalı bir sofa, sofaya açılan kırk oda; kırkının eşiğinde kırk peri, perilerin ellerinde birer çıra; çıranın biri yanıyor, biri sönüyor… Sofanın başköşesine kurulmuş bir incesaz, çalıp çığırıyor, şarkı üstüne şarkı söylüyor. Ne, dedikleri anlaşılıyor, ne sesleri sese benziyor!
Gördüklerinden, duyduklarından şaşkına dönen Gülgonca, büyülenmiş de bir hava boşluğunda yüzüyor gibi olmuş. Kendine yabancı gelen bir sesle; saraydaki yaşamını, padişah babasını, büyülü kuşu, Koca Nine’yi, yüreğini yakan aşk ateşini, başına gelen her şeyi bir bir sayıp dökmüş Perili Ana’ya. Perili Ana, bütün bunları dinledikten sonra;
“Bre kızım; bu büyülü kuş dediğin kimdir; neyin nesi, kimin fesidir; nerede yaşar, nerede barınır, perilerime sorup öğreneyim hele, sonra geliriz senin işine!” deyip, perilerini toplamış başına. Perilerin, başına toplanmasıyla birlikte;
“Sussun sazlar, kapansın kapılar! Sönsün çıralar, otursun periler! ” demiş. Sazlar susmuş, kapılar kapanmış, periler oturmuş, çıralar sönmüş. Bir ölüm sessizliği başlamış. Sofa derseniz, zifiri karanlığa bürünmüş. Periler, başlamışlar kendi aralarında, dıvır dıvır, fısır fısır konuşmaya. Aradan üç saat mi geçmiş, üç gün mü bilinmez; Perili Ana’nın sesi bir kez daha yankılanmış sofada:
“Bağlık bahçelik bir yere gelince, at zınk diye durmuş. Gülgonca attan inmiş, nar ağacına yürümüş. “Eğil dalım eğil!” demiş, dallardan biri yerlere dek eğilmiş. Daldan üç nar koparmış. Narın birini ata yedirmiş, birini kendisi yemiş. Birini de, Perili Ana’ya götürmek üzere bohçasına koymuş. Kamçıyı, “Aldığım narların karşılığı,” deyip nar ağacının dalına asmış. At kişnemeye, nar ağacının dalı doğrulmaya başlamadan, oradan kaçmış. Sonunda gelmiş, Perili Ana’nın kapısına dayanmış.
Neyse ki, Perili Ana o gün, iyi gününeymiş. İyi günlerinde hep yaptığı gibi, merdiven altına dikilmiş, kara kedisine üşüşen pireleri ayıklıyormuş. Pireler, canlarını kurtarmak için zıpladıkça, Perili Ana da onlarla birlikte zıplıyormuş. Derken, kırık kapının kırıklarının aralığından Gülgonca’yı görüverince, onun güzelliğinden gözleri kamaşmış.
“Ay mı doğdu, gün mü doğdu; bana bir haller oldu,” diyerek, kucağındaki kediyi bir yana fırlatmış, yakaladığı pireleri koyduğu şişeyi bir yana… Nice sonra kapıyı açıp bakmış ki, güzeller güzeli bir kız, ayna gibi parlayıp duruyor karşısında. “Elemtere fiş, kem gözlere şiş!” deyip doğruca Gülgonca’ya, “Bre kadın kızım!” demiş, “sen buralara nereden düştün? Kanına mı susadın, eceline mi? Nice Koçyiğitler hem kapımın, hem atımın bekçiliğini yapan celladın hışmına uğradı da, bu kapıya yaklaşamadı, “ dedikten sonra, perilerine;
“Perilerim, perilerim: Bakın hele, kapımın önünde benzi soluk, boynu bükük bir kız duruyor! Buraların insanına benzemiyor. Varın gidin, onu çıkarın sofama. Derdi dileği nedir, nereden gelmiş nereye gider; soruşturalım bir” diye seslenip pire şişesini bir kolunun, kara kediyi diğer kolunun altına almış. Seke seke yürüyerek, şalvarını sürüyerek doğruca evinin sofasına çıkmış.
Perili Ana’nın bu buyruğu üzerine, bir göz açıp yummaya kalmamış; kırmızı fistanlı, altın gümüş hızmalı; yüzleri dövmeli, yürüyüşleri cilveli periler kapıya gelmişler. Cırtlak desem, cırtlak değil; şakrak desem, şakrak değil, tuhafın tuhafı bir sesle;
“Yumruğum kadar yumrusu
İçinde yüzlerce yavrusu
Topacık fincan
İçi dolu mercan!”
Diyerek, Gülgonca’nın elindeki narı “şap” diye kapmışlar. Kaptıklarıyla, Perili Ana’ya atmışlar. Perili Ana, elindeki pire dolu şişeyi kaldırıp “çat” diye ocakbaşındaki köşetaşına vurmuş. Şişe, ben diyeyim yüz, iz deyin bin parçaya bölünmüş. Pireler, bir kara bulut öbeği gibi havalanıp yeniden kara kedinin üzerine üşüşmüşler. Ardından, perilerine yeniden seslenmiş Perili Ana;
“A periler periler, kaçtı gitti pireler!
Çarşıdan aldım bir tane, eve vardım bin tane
Ufacık sandık, içi dolu boncuk
Yerseniz yiyin, yemezseniz yemeyin
Duyduk duymadık demeyin!”
Bunu böyle bir söylemiş, iki söylemiş, derken nara bir yumruk vurmuş. Nar parçalanıp her bir tanesi başka köşelere dağılınca, periler hiç zaman geçirmeden Gülgonca’nın koluna girmişler, onu doğruca Perili Ana’nın yanına, sofaya götürmüşler. Gülgonca bakmış ki, alacalı bulacalı bir sofa, sofaya açılan kırk oda; kırkının eşiğinde kırk peri, perilerin ellerinde birer çıra; çıranın biri yanıyor, biri sönüyor… Sofanın başköşesine kurulmuş bir incesaz, çalıp çığırıyor, şarkı üstüne şarkı söylüyor. Ne, dedikleri anlaşılıyor, ne sesleri sese benziyor!
Gördüklerinden, duyduklarından şaşkına dönen Gülgonca, büyülenmiş de bir hava boşluğunda yüzüyor gibi olmuş. Kendine yabancı gelen bir sesle; saraydaki yaşamını, padişah babasını, büyülü kuşu, Koca Nine’yi, yüreğini yakan aşk ateşini, başına gelen her şeyi bir bir sayıp dökmüş Perili Ana’ya. Perili Ana, bütün bunları dinledikten sonra;
“Bre kızım; bu büyülü kuş dediğin kimdir; neyin nesi, kimin fesidir; nerede yaşar, nerede barınır, perilerime sorup öğreneyim hele, sonra geliriz senin işine!” deyip, perilerini toplamış başına. Perilerin, başına toplanmasıyla birlikte;
“Sussun sazlar, kapansın kapılar! Sönsün çıralar, otursun periler! ” demiş. Sazlar susmuş, kapılar kapanmış, periler oturmuş, çıralar sönmüş. Bir ölüm sessizliği başlamış. Sofa derseniz, zifiri karanlığa bürünmüş. Periler, başlamışlar kendi aralarında, dıvır dıvır, fısır fısır konuşmaya. Aradan üç saat mi geçmiş, üç gün mü bilinmez; Perili Ana’nın sesi bir kez daha yankılanmış sofada:
“Yansın yeniden çıralar!”
Alev alev yanmış çıralar.
“Yeniden çalsın sazlar!”
Düttürü düttürü, zıttırı zıttırı, diyerek çalmış sazlar.
“Oynasın bütün periler!” demiş. Periler, zillerini takmışlar, teflerini almışlar şıkıdım şıkıdım oynamaya başlamışlar.
Sazlar çala, periler oynaya dursun, Perili Ana, Gülgonca’yı bir köşeye çekip;
“Bak kadın kızım!” demiş, “aradığın büyülü kuş,falanca yerdeki kötülükler ülkesinin padişahının oğluymuş. Bu padişah, günün birinde, mutluluklar ülkesinde yaşayan beylerden birinin kızını kaçırmış. Buna çok öfkelen bey, intikamını alabilmek için kötülükler ülkesinin padişahının oğluna büyü yaptırmış. İşte bundandır ki oğlan, kanadı nakışlı bir kuşa dönüşmüş. Bizim kuş dediğimiz bu delikanlı, Kafdağı’nın ötesindeki bir sarayda yaşar; gündüzleri dağdan dağa uçar, geceleri yeniden insan olurmuş. Perilerimin söylediğine göre; bu büyüyü ancak, hem ona çılgınlar gibi aşık, hem de altın kalpli bir kız bozabilirmiş.” Tam lafın burasında, Gülgonca;
“Ey Perili Ana: Ben bu büyüyü nasıl bozarım?” diye sormuş.
“Uzun lafın kısası, diyeceğim şudur sana,” diyerek sürdürmüş Peri Ana konuşmasını. “Haydi durma, buradan git! Kafdağı’ndan öte geçince, filanca yerde bir yayla göreceksin. O yaylanın ortasında bir göl, gölün ortasında bir ada, adanın ortasında bir saray… Büyülü kuş, işte orada yaşar. Sen sen ol, aklına uyup, doğrudan saraya girmeye kalkışma! Saray dediğin yerler, netameli yerlerdir. Bin bir tür dolap, bin bir tür fırıldak oralarda çevrilir. Şimdi bana diyeceksin ki: ‘Ey Perili Ana, benim de bir aklım var; kendimi korumayı bilirim!’ Şunu hiç unutma kızım: Bu iş akıl işi değil, büyücü işidir. İşte bunun için, aklının doğrusuna değil, gidişatın seni sürüklediği yöne gideceksin.”
Perili Ana, bunu böyle dedikten sonra, saçından bir tel koparıp, “Bu bir tel saçı al, sakla. Kuş, tüyünü teleğini döktüğü an, bu saç teliyle birlikte oracıkta yak. Ateşi bitip dumanı tütmeden, büyü bozulmuş olur,” deyip, başka bir şey dememiş. Yine, seke seke yürüyerek, şalvarını sürüyerek merdiven altına girmiş.
Alacağı aklı aldıktan, öğreneceğini öğrendikten sonra Gülgonca, yeniden düşmüş yollara. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçmiş. Derken, Kafdağı’nın ardındaki, Perili Ana’nın sözünü ettiği yaylaya ulaşmış. Bakmış; yaylanın ortasında bir göl, gölün ortasında bir ada, adanın ortasında bir saray… “Geldim, geleceğim yere,” deyip bir koca taşın üzerine oturmuş. Gölden, boğulmadan nasıl geçebileceğini, saraya nasıl gidebileceğini düşünmeye başlamış. Düşünürken, düşünürken, nereden çıkıp geldiyse, tepesine ak sakallı, kara şalvarlı bir derviş dikilmiş. “Kızım, ne düşünüyorsun?” demiş bu derviş.
“Derviş dedeciğim, şu saraya nasıl giderim, diye düşünüyorum.”
“Ah kızım, oraya giden sağ gelmez ama, git bakalım senin başına ne gelecek!” deyip, Gülgonca’ya, bir kese dolusu pembe toz vermiş derviş dede. Demiş ki sonra: “Şimdi sen epeyce gittikten sonra, karşına bir zeytin ağacı çıkacak. O ağaçtan beş zeytin, bir kuru dal kopar. ‘Haydi yallah!’ deyip dalı üç kez suyun yüzeyine vur. Gölün üstünde bir turnabalığı belirecektir. Turnabalığını görürgörmez, bu tozu göle serp. O saat, canlı cansız ne varsa, her yer pembeye boyanır. Ardından turnabalığı, bir ucu saraya varan köprüye dönüşecektir. Hiç durma; her şey eski rengine dönüşmeden, yel gibi geç köprüden. Kendini sarayın kapısında bulursun.”
Gülgonca’nın aklına, Perili Ana’nın sarayla ilgili uyarıları gelmiş. “Peki, dedeciğim,” demiş, “ben o saraya, canımı tehlikeye atmadan nasıl gireceğim?”
“Kızım,” demiş derviş dede, “sarayın kapısında, Kuş-Sultan, dedikleri kuşların sultanı nöbet tutar. Bu kuş, dev bir baykuşa benzer. Gözünün bir kördür. Kapıya gelenlerin, tepesine tepesine uçar; pençesine aldığını yalamadan yutar. Kuş_Sultan’ı görür görmez, ‘kış kış, kör baykuş’ diye bağırarak, dalından kopardığın zeytinleri önüne at. O, zeytinleri yer yemez, uysal bir kuzu olup çıkar. Kuzu, yeniden kuş Sultan’a dönüşmeden, hemen, sarayın açık kapısından içeriye dal.”
“Peki dedeciğim,” deyip yeniden yollara düşmüş Gülgonca. Gide gide, zeytin ağacının yanına varmış. Derviş dedenin dediklerini bir bir yaptıktan sonra, elindeki tozu göle serpmiş. Gölün içinde bir köprüye dönüşen turnabalığının üzerinden yel gibi geçerek, sarayın kapısına varmış. Gözlerini dikip kendine alıcıkuş gibi bakan Kuş-Sultan’a, “kış kış, kör baykuş” diye bağırarak, elindeki zeytinleri onun önüne atmış. Kuş-Sultan, zeytinleri yiyedursun, Gülgonca, açık kapısından sarayın içine dalmış.
Saklanmış bir kapının arkasına, büyülü kuşun gelmesini beklemeye başlamış. Beklerken, beklerken, beklerken birden ortalık zifiri karanlığa bürünmüş. Ardından öyle bir gürültü duyulmuş ki, gürültünün şiddetinden saray zangır zangır sallanmış. Sarayın pencereleri ise, çatur çutur sesler çıkararak ardına dek açılmış. Gülgonca derseniz, gök yıkılıyor sanmış da, korkusundan aklını yitireyazmış.
Neyse, büyülü kuş, sarayın penceresinden içeriye dalmış sonunda. Sağına soluna bakıp, köşeyi bucağı aradıktan sonra, tüyünü teleğini döküp aslan gibi bir delikanlıya dönüşmüş. Ardından, yatağına uzanmış, derin bir uykuya dalmış. Gülgonca, usulcacık kapı arkasından çıkmış. Kuşun ayakucuna koyduğu tüyleri almış, Perili Ana’nın verdiği saç teliyle birlikte, ocağa atıp yakmış. Yatağın başucunda, sabah olmasını beklemeye koyulmuş. Derken, gün doğmuş, sabah olmuş. Görelim bakalım, neler olmuş!?
Neler olmamış ki!.. Delikanlı uyanmış bakmış; ne tüy, ne telek var! Yanakları al gibi, boyu dersen çiçek açmış dal gibi , bir görüşte aşık olduğu kız başucuna dikilmiş, kendisine bakıp duruyor! Gülgonca’ya bir bakmış, bayılmış; bir bakmış, ayılmış. Nice sonra kendine gelerek;
“Ah güzel kız,” demiş, “yalnız kalbimi çalmakla kalmadın, büyüyü de bozdun! Gel gidelim babamın ülkesine, bütün kötülükleri yok edelim. Çalsın davullar; oynasın hem kızlar, hem oğlanlar! Kırk gün, kırk gece, düğün edip evlenelim seninle! Ömür boyu yaşayalım, birlikte yapacağımız sırça köşkte. Boyumuza beraber kızlarımız, boyumuza beraber oğullarımız olsun!”
Gülgonca, bunları duyar da durur mu hiç! Atlamış atın terkisine, iki sevgili gitmişler kötülükler ülkesine. “Kötüleri yok edip, ermişler mi muratlarına?” derseniz, bilmem orasını. Bilse bilse, Koca Nine bilir. O da kimbilir, hangi dağda, hangi yaylada gezinir. İşte bu nedenle bu masal, burada bitmedi; ama, yine de gökten üç elma düştü. Biri, bu masalı yazana, biri, amacına ulaşmak için her zorluğu göze alıp yılmadan çalışana; biri de; dünyadaki yoksul çocuklara.
“Yeniden çalsın sazlar!”
Düttürü düttürü, zıttırı zıttırı, diyerek çalmış sazlar.
“Oynasın bütün periler!” demiş. Periler, zillerini takmışlar, teflerini almışlar şıkıdım şıkıdım oynamaya başlamışlar.
Sazlar çala, periler oynaya dursun, Perili Ana, Gülgonca’yı bir köşeye çekip;
“Bak kadın kızım!” demiş, “aradığın büyülü kuş,falanca yerdeki kötülükler ülkesinin padişahının oğluymuş. Bu padişah, günün birinde, mutluluklar ülkesinde yaşayan beylerden birinin kızını kaçırmış. Buna çok öfkelen bey, intikamını alabilmek için kötülükler ülkesinin padişahının oğluna büyü yaptırmış. İşte bundandır ki oğlan, kanadı nakışlı bir kuşa dönüşmüş. Bizim kuş dediğimiz bu delikanlı, Kafdağı’nın ötesindeki bir sarayda yaşar; gündüzleri dağdan dağa uçar, geceleri yeniden insan olurmuş. Perilerimin söylediğine göre; bu büyüyü ancak, hem ona çılgınlar gibi aşık, hem de altın kalpli bir kız bozabilirmiş.” Tam lafın burasında, Gülgonca;
“Ey Perili Ana: Ben bu büyüyü nasıl bozarım?” diye sormuş.
“Uzun lafın kısası, diyeceğim şudur sana,” diyerek sürdürmüş Peri Ana konuşmasını. “Haydi durma, buradan git! Kafdağı’ndan öte geçince, filanca yerde bir yayla göreceksin. O yaylanın ortasında bir göl, gölün ortasında bir ada, adanın ortasında bir saray… Büyülü kuş, işte orada yaşar. Sen sen ol, aklına uyup, doğrudan saraya girmeye kalkışma! Saray dediğin yerler, netameli yerlerdir. Bin bir tür dolap, bin bir tür fırıldak oralarda çevrilir. Şimdi bana diyeceksin ki: ‘Ey Perili Ana, benim de bir aklım var; kendimi korumayı bilirim!’ Şunu hiç unutma kızım: Bu iş akıl işi değil, büyücü işidir. İşte bunun için, aklının doğrusuna değil, gidişatın seni sürüklediği yöne gideceksin.”
Perili Ana, bunu böyle dedikten sonra, saçından bir tel koparıp, “Bu bir tel saçı al, sakla. Kuş, tüyünü teleğini döktüğü an, bu saç teliyle birlikte oracıkta yak. Ateşi bitip dumanı tütmeden, büyü bozulmuş olur,” deyip, başka bir şey dememiş. Yine, seke seke yürüyerek, şalvarını sürüyerek merdiven altına girmiş.
Alacağı aklı aldıktan, öğreneceğini öğrendikten sonra Gülgonca, yeniden düşmüş yollara. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçmiş. Derken, Kafdağı’nın ardındaki, Perili Ana’nın sözünü ettiği yaylaya ulaşmış. Bakmış; yaylanın ortasında bir göl, gölün ortasında bir ada, adanın ortasında bir saray… “Geldim, geleceğim yere,” deyip bir koca taşın üzerine oturmuş. Gölden, boğulmadan nasıl geçebileceğini, saraya nasıl gidebileceğini düşünmeye başlamış. Düşünürken, düşünürken, nereden çıkıp geldiyse, tepesine ak sakallı, kara şalvarlı bir derviş dikilmiş. “Kızım, ne düşünüyorsun?” demiş bu derviş.
“Derviş dedeciğim, şu saraya nasıl giderim, diye düşünüyorum.”
“Ah kızım, oraya giden sağ gelmez ama, git bakalım senin başına ne gelecek!” deyip, Gülgonca’ya, bir kese dolusu pembe toz vermiş derviş dede. Demiş ki sonra: “Şimdi sen epeyce gittikten sonra, karşına bir zeytin ağacı çıkacak. O ağaçtan beş zeytin, bir kuru dal kopar. ‘Haydi yallah!’ deyip dalı üç kez suyun yüzeyine vur. Gölün üstünde bir turnabalığı belirecektir. Turnabalığını görürgörmez, bu tozu göle serp. O saat, canlı cansız ne varsa, her yer pembeye boyanır. Ardından turnabalığı, bir ucu saraya varan köprüye dönüşecektir. Hiç durma; her şey eski rengine dönüşmeden, yel gibi geç köprüden. Kendini sarayın kapısında bulursun.”
Gülgonca’nın aklına, Perili Ana’nın sarayla ilgili uyarıları gelmiş. “Peki, dedeciğim,” demiş, “ben o saraya, canımı tehlikeye atmadan nasıl gireceğim?”
“Kızım,” demiş derviş dede, “sarayın kapısında, Kuş-Sultan, dedikleri kuşların sultanı nöbet tutar. Bu kuş, dev bir baykuşa benzer. Gözünün bir kördür. Kapıya gelenlerin, tepesine tepesine uçar; pençesine aldığını yalamadan yutar. Kuş_Sultan’ı görür görmez, ‘kış kış, kör baykuş’ diye bağırarak, dalından kopardığın zeytinleri önüne at. O, zeytinleri yer yemez, uysal bir kuzu olup çıkar. Kuzu, yeniden kuş Sultan’a dönüşmeden, hemen, sarayın açık kapısından içeriye dal.”
“Peki dedeciğim,” deyip yeniden yollara düşmüş Gülgonca. Gide gide, zeytin ağacının yanına varmış. Derviş dedenin dediklerini bir bir yaptıktan sonra, elindeki tozu göle serpmiş. Gölün içinde bir köprüye dönüşen turnabalığının üzerinden yel gibi geçerek, sarayın kapısına varmış. Gözlerini dikip kendine alıcıkuş gibi bakan Kuş-Sultan’a, “kış kış, kör baykuş” diye bağırarak, elindeki zeytinleri onun önüne atmış. Kuş-Sultan, zeytinleri yiyedursun, Gülgonca, açık kapısından sarayın içine dalmış.
Saklanmış bir kapının arkasına, büyülü kuşun gelmesini beklemeye başlamış. Beklerken, beklerken, beklerken birden ortalık zifiri karanlığa bürünmüş. Ardından öyle bir gürültü duyulmuş ki, gürültünün şiddetinden saray zangır zangır sallanmış. Sarayın pencereleri ise, çatur çutur sesler çıkararak ardına dek açılmış. Gülgonca derseniz, gök yıkılıyor sanmış da, korkusundan aklını yitireyazmış.
Neyse, büyülü kuş, sarayın penceresinden içeriye dalmış sonunda. Sağına soluna bakıp, köşeyi bucağı aradıktan sonra, tüyünü teleğini döküp aslan gibi bir delikanlıya dönüşmüş. Ardından, yatağına uzanmış, derin bir uykuya dalmış. Gülgonca, usulcacık kapı arkasından çıkmış. Kuşun ayakucuna koyduğu tüyleri almış, Perili Ana’nın verdiği saç teliyle birlikte, ocağa atıp yakmış. Yatağın başucunda, sabah olmasını beklemeye koyulmuş. Derken, gün doğmuş, sabah olmuş. Görelim bakalım, neler olmuş!?
Neler olmamış ki!.. Delikanlı uyanmış bakmış; ne tüy, ne telek var! Yanakları al gibi, boyu dersen çiçek açmış dal gibi , bir görüşte aşık olduğu kız başucuna dikilmiş, kendisine bakıp duruyor! Gülgonca’ya bir bakmış, bayılmış; bir bakmış, ayılmış. Nice sonra kendine gelerek;
“Ah güzel kız,” demiş, “yalnız kalbimi çalmakla kalmadın, büyüyü de bozdun! Gel gidelim babamın ülkesine, bütün kötülükleri yok edelim. Çalsın davullar; oynasın hem kızlar, hem oğlanlar! Kırk gün, kırk gece, düğün edip evlenelim seninle! Ömür boyu yaşayalım, birlikte yapacağımız sırça köşkte. Boyumuza beraber kızlarımız, boyumuza beraber oğullarımız olsun!”
Gülgonca, bunları duyar da durur mu hiç! Atlamış atın terkisine, iki sevgili gitmişler kötülükler ülkesine. “Kötüleri yok edip, ermişler mi muratlarına?” derseniz, bilmem orasını. Bilse bilse, Koca Nine bilir. O da kimbilir, hangi dağda, hangi yaylada gezinir. İşte bu nedenle bu masal, burada bitmedi; ama, yine de gökten üç elma düştü. Biri, bu masalı yazana, biri, amacına ulaşmak için her zorluğu göze alıp yılmadan çalışana; biri de; dünyadaki yoksul çocuklara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder