28 Aralık 2012 Cuma

OKUMALARIM/ KÖRLÜK

"Bakabiliyorsan; gör.
Görebiliyorsan; gözle."

Jose Saramago'nun yeni bitirdiğim 'Körlük' adlı romanı böyle başlıyor. Kısaca özetlemem gerekirse, adamın biri birdenbire kör olur. Sonunda, körlüğün, salgın halinde topluma yayılmasıyla birlikte tüm uygarlık yerle bir oluyor. Toplumsal ve politik hicivleri, dilinin ilginçliği nedeniyle; Saramago sevdiğim, beni etkileyen, siyasilere, demokrasi dediğimiz yönetim biçimine, toplumsal olaylara farklı bakmaya başlamamı sağlayan bir yazardır. Körleşmeyi önleyici bir etkisi oluyor insana.

Herhangi bir fiziksel nedeni bulunmadığı halde, gözlere aniden inen bir sis perdesi, uçsuz bucaksız bir süt deryasına hapsetmektedir insanları. Bulaşıcı olabileceği düşünülen bu beyaz körlüğü kontrol altına almak amacıyla, hükümet tüm körleri eski bir akıl hastanesinde toplar. Sıkı bir denetim altına alınan körlerin dış dünya ile ilişkileri tamamen kesilir. Körler; su tesisatlarının bozuk, tuvaletlerin tıkalı ve yetersiz olduğu, duşların akmadığı  bu eski binada,  kendi işlerini kendileri yapmak zorundadırlar. Hükümet ise belirli aralıklarla, toplumda her şeyin kontrol altında olduğunu, ülkenin geleceği için, herkesin bu özveride bulunması gerektiğini vurgular. Fakat, gerçek bir akıl hastanesine dönüşen ve tutsakların giderek arttığı bu binada, bireyler otokontrollerini  giderek kaybederler. İçerideki ortamdan kaygı duyan, durumu hükümet yetkililerine duyurmak için girişimde bulunan kişi, kapıdaki nöbetçi asker tarafından öldürülür.

Zamanla, çeteler oluşur. Açlık, tecavüz giderek artar. İnsanlar onurlarını yitirirler sonunda. Kargaşa, sefalet, pislik, rezalet kol gezmektedir. Sonradan aralarına katılan körün radyosu (pili bitene dek), tepkilerinde bir uyuşma, yumuşamaya neden olur (basının uyuşturucu etkisi). Körler, radyodan duyduklarının etkisiyle, kendilerini normalmiş gibi hissetmeye başlarlar ve bir kat daha körleşirler sanki...

İşler gittikçe çığırından çıkınca gözleri gören tek kişi olan (doktor olan kocasının yanında olabilmek için, kör olduğunu söylemiştir görevlilere) ve çevresindeki bu kokuşmuşluğu net olarak gören, ama, görmezden gelmeye çalışan aydın bir kadın olan doktorun eşinin (aydınların durumu, hapse atılma korkuları vs.. nedeniyle.) çetenin elebaşısını öldürmesi ve tecavüz edilen kadınlardan birinin yangın çıkarması sonucu bir isyan başlar. Kapıda nöbet tutan askerlerin de kör olması sonucu, dışarı çıkmayı başarırlar.
Dışarıda uygarlık çökmüş, bir çöplüğe dönüşmüştür. Marketler yağmalanmış, sokakları, birbirleriyle çarpışan, dövüşen körler, her yeri saran otlar, çöpler, insan ölüleri ve onları yiyen köpeklerle dolmuştur. Doktorun karısı; bunları göreceğime, keşke kör olsaydım," der.

Demokrasilerde, hele bizim gibi 'ileri demokrasi'lerde körlüğün nasıl yaygın olduğunu, hâlâ kör olmayanlar görebiliyor mu acaba? 'Tek kitap öneren, gençliği dindar ve kindar olmaya yönelten, hükümet üyelerinin gözünün içine baktığı, aykırı ses çıkarmaktan korkan milletvekillerinin çevresinde halka oluşturduğu, kendisine bir demokrasi kahramanı gözüyle bakılan kişinin toplumu yönettiği bir ülkede, "kral çıplak' diyenlerin başına gelenleri gördükten sonra, kim gıkını çıkarabiliyor ki!


Saramago, 1998 Nobel Edebiyat ödülünü aldığı törende, 'Körlük'le ilgili düşüncelerini şöyle dile getirmiştir: "Bu kitapla anlatmak istediğim, hepimizin körleşmeye başladığı değildir; bence körleşmiyoruz, hepimiz körüz. Körüz ama bakıyoruz. Bakabilen ama göremeyen kör insanlar."

Saramago'nun sözleriyle bitirmek en iyisi.

"Bakabiliyorsan; gör.
Görebiliyorsan; gözle."

23 Aralık 2012 Pazar

İÇ DÖKMELERİM/ MASAL DEYİP GEÇMEYİN

Daha önceki bir yazımda (İç Dökmelerim/Sakıncalı), 12 Eylül öncesi  Cem Yayınevi'nin, Arkadaş Kitaplar dizisinden çıkan, sonraları darbecilerce yasaklanan kitaplar üzerindeki görüşlerimden ve o tür çocuk kitaplarına duyduğum özlemimden söz etmiştim. Bu gün, kitaplığımı düzenlerken; sözünü ettiğim diziden, Andersen'in 1976 basımı, "Karlar Kraliçesi" adlı masalının ilk sayfalarına şöyle bir göz attım. Okuduğum birkaç paragrafı sizinle paylaşmak istiyorum.

".... Kara yürekli bir büyücü yaşardı eskiden. Büyücülerin en kötüsüydü.
İşte bu büyücü, günün birinde bir ayna yaptı. Aynanın bir özelliği vardı: Güzel şeyleri çarpıtıyor, çirkin şeyleri ise olduklarından on kat çirkin, on kat büyük gösteriyordu. Çiçekli yemyeşil ağaçlar, büyücünün aynasında haşlanmış ıspanak gibi görünüyorlardı; yakışıklı delikanlılar, eciş bücüş yaratıklara dönüyorlardı (.....) Kafalarından güzel bir düşünce geçiyorsa, alınlarında derin çizgiler beliriyordu.
Büyücü aynasını yapıp bitirince, ellerini sevinçle oğuşturdu. Ünü her yana yayılacaktı artık. Büyücülük okulundaki öğrencilerini çağırdı; "Bu aynayı dünyanın dört bir bucağına götürün, herkes baksın ona," dedi.
Öğrenciler aynayı her yere taşıdılar, herkese gösterdiler. Sonra, gökyüzüne çıkarıp meleklerin yüzüne tutmak istediler. (....) Sonunda çok yükseklere çıktıklarında, ayna kayıverdi.Yeryüzüne düşüp parçalandı. Binlerce, milyonlarca, milyarlarca parçaya bölündü. Kum tanecikleri gibi ufalandı. Bu da, büyük bir mutsuzluğa yol açtı.
Yelin savurduğu ayna parçacıkları bazı insanların gözlerine kaçtı. O insanlar dünyayı başka türlü görmeye başladılar. Çevrelerinde ne varsa, hepsi kötü, hepsi çirkindi sanki.
Ayna parçacıklarının bazıları da yüreklerine saplandı insanların. O yürekler katılaşıverdi, soğudu, yüreklikten çıkıp buz kesiliverdi. Bazı parçacıklar evlerin pencerelerine, camlarına yapıştı. O pencerelerden bakanlar kardeşlerini, arkadaşlarını birer düşman olarak görmeye başladılar.
Gözlükçüler de, bazı parçacıkları hiç bilmeden gözlük camlarına karıştırdılar. O gözlükleri takanların neler gördüklerini artık siz düşünün!
Bütün bunlar, kara yürekli büyücüyü çok eğlendirdi, katıla katıla güldürdü.
Aynanın bazı parçacıkları da havaya saçılmıştı, onlara ne olduğunu birazdan öğreneceksiniz......

 
Masalın bu küçük bölümünde sözü edilen  kara yürekli büyücü, gerçek dünyadaki beyin yıkayıcı "büyücüler"i  çağrıştırmıyor mu? Silahların patladığı, bombaların atıldığı, gençlere potansiyel suçlu gözüyle bakıldığı, çok sayıda insanın öldüğü, kadınların şiddet ve zulüm gördüğü, terörist gözüyle bakılan gazetecilerin cezaevlerine tıkıldığı, toplumun kamplara bölündüğü şu günlerde bizlerin gözlerine de masaldaki cam kırıklarından parçacıklar kaçmış olmasın!  Bütün bu olumsuzluklar insanları etkisi altına almışken, bizim gerçek dünyamızdaki kara yürekli büyücülerin; keselerini doldurup, bizi köşelerinden seyrederken kahkahalarla güldüklerini duyuyor gibi oluyor kulaklarım.

Belki de, 12 Eylül darbecileri yapmışlardı bu aynayı, işte o zaman dağılıp saçılmıştı kırıkları ortalığa. Alıntı yaptığım türdeki kitapları yasaklamaları da yaptıkları büyüyü, ancak okuyan kişilerin bozabileceğini düşünmüş olmalarındandır. Günümüz kara büyücülerinin de kitap yasaklama istekleri var ama çekiniyorlar; o günden bu güne dünya değişti çünkü. Yine de bir yolunu buldular; koyun kırpar gibi, kitap sayfalarını, satırları, paragrafları kırpıyorlar, şimdilik!..

Masal deyip geçmeyin, günümüzdeki pek çok çocuk kitabıyla karşılaştırıldığında, masallar mı daha gerçekçi, yoksa, şu son yıllarda yazılan çocuk kitapları mı, diye sorarsanız, yanıtım; "masallar" olacaktır.      

   

22 Aralık 2012 Cumartesi

HAYATIN İÇİNDEN/ KÜRT KOMŞULARIM


Evimin bitişiğindeki  dört katlı binada oturan komşularımın hepsi Kürt. Nedense (nedeni belli ama, yine de ben 'nedense' demeyi tercih ettim), bir arada yaşamayı ve birbirlerine yakın oturmayı tercih ediyorlar. Kürtlerle Türkler arasındaki  sorunların iyice yoğunlaştığı, pek çoğunun birbirine düşman gözüyle baktığı, sosyal paylaşım sitelerinde (özellikle Kürtler'e)  hakaretler edildiği şu günlerde Kürtler'le bir arada yaşayan ben, deneyimlerimi ve onlarla olan komşuluk ilişkilerimi konu edeceğim bu yazımda. Zor bir konu seçtiğimin farkındayım, ama siyasi söylemlerle beyinlerin yıkanmaya çalışıldığı, birtakım ideolojilerin silah dayar gibi insanlara dayatıldığı bu dünya düzeninde halktan birilerinin, kendi 'bağımsız' düşüncelerini, deneyimlerini, gözlemlerini anlatması gerektiğine inanıyorum.

Oturduğum mahallede apartmanlara rastlansa da, müstakil evler çoğunluktadır. İşte bu özelliği nedeniyle, komşuluk ilişkileri hâlâ sürmekte. Yine de, komşularıyla ilişkisi olmayan ben, pek tanımam kimseyi. Onlarla kendi arama sınır çizmeye özen gösteririm. Komşularım da belki bu nedenle resmi davranırlar, kadın erkek çoğunlukla 'Hocam' diye hitap ederler bana. Ne zaman ki, karşımdaki dört katlı binaya Kürtler yerleşti, benim komşuluk ilişkilerimde değişiklik olmaya başladı. Bu yeni komşularım; çizgilerimi kaldırmaya, beni aralarına almaya kararlıydılar. Her balkona çıkışımda, kapı önünde karşılaşmalarımızda selam verdiler bana. Hal hatır sormadan geçmiyorlardı yanımdan. Hatta, ihtiyacım olursa, seve seve yardım edeceklerini belirtiler. Ne de olsa, tek başına yaşayan bir kadındım onların gözünde. Elimde paketlerle alışverişten döndüğümü gördükleri anda, yardıma gönderirler çocuklarını ya da kendileri gelirler yardıma.. İnsan böyle sıcak yüzler, sıcak tavırlar karşısında yumuşuyor, araya koyduğu mesafeleri kaldırıyor. Seyrek de olsa, ortak konularımız pek olmasa da davetlerini kıramayıp onlara çay içmeye gider oldum. Kültürümüzde var karşılıklılık, ben de onları davet ettim. Gelmediler ama...

Kürt komşularımla olan bu sıcak ilişkiler, sanırım biraz yadırganıyordu, Türk komşularım tarafından. Perde arkalarına gizlenip gizli gizli gözetlemeleri, yüzüme baktıklarında bakışlarında hissettiğim farklılık bende böyle bir izlenim uyandırıyordu. Belki onlar da haklıydı, çünkü Kürtler, çevredeki Türkler içinde yalnızca benimle ilişki halindeydiler. Beni daha güvenilir bulduklarından mı, okuyan yazan biri olduğumdan mı, çevre kadınlarına göre daha farklı giyindiğimden mi, onlara karşı önyargısız olabileceğimi düşündüklerinden mi!.. Bilmiyorum... Aslında Kürt komşularımla  sınırlı da olsa yaşadığım bu ilişki, beni tedirgin etmiyordu, desem yalan söylemiş olurum. Hani, kamplara bölünmüş bir ülkenin insanlarından biri olarak, yanlış kampta yer almışım gibi...

Şu son seçim gecesi, müthiş derecede moralim bozuktu. AKP oyların yarısını toplamış, tv'lerin gösterdiği sokaklarda, seçmenleri sevinç gösterilerine başlamışlardı. Muhafazakarlaşmak; kadın haklarında geriye gidiş demekti, din tüccarlarının artması demekti, bilimden uzaklaşmak demekti, dikdatörlüğe kadar gidebilecek bir yolun başlangıcı demekti. Bütün bunları düşünmekten içim sıkılmış, karamsarlığa bürünmüştüm. Biraz hava almak için balkona çıktım. Kürt komşularımdan gelen kahkaha seslerini duydum.  BDP'lilerin seçim başarısı  fena değildi, neşeleri ondandır diye düşündüm. Neşelenmek, mutlu olmak istiyordum ben de... Pijamalarımı çıkardım, giyindim, Kürt komşularımın zilini çaldım. Balkona çıkıp "Kim o" diye seslendi birisi. Balkonlarında oturan Türk komşularımın bakışlarını üzerimde hissettim. Ama, ben madem ki mutsuzdum, mutlu olan birilerinin mutluluğunu paylaşırsam, bu duygudan kurtulabilirim, diye düşündüm. Kapı açıldı; içeri girdiğimde, apartmandaki bütün Kürtler'in bir araya toplandığı salonda, sevinç ve saygıyla karşıladılar beni. Çay içtik birlikte, pasta ikram ettiler bana. Ertuğrul Kürkçü'nün ve Sırrı Süreyya Önder'in milletvekilliğini kazanması gurur ve mutluluk kaynaklarıydı. Ben ise mutsuz olduğumu, bu mutsuzluğuma, AKP'ye oy veren Kürtlerin de neden olduğunu söyledim. Biraz sitem ettim onlara...

Evime döndüğümde, kendimi biraz daha rahatlamış hissettim. Aradan zaman geçti, AKP'nin Atatürk'e ve cumhuriyet değerlerine saldırıları artırdığı günlerden birine denk gelen bir ulusal bayramda, bir tepki, belki de  çaresizlik duyguları içinde oluşum nedeniyle, umudumu asar gibi bayrak astım balkonuma. Fakat bir yandan da Kürt komşularımın "Sen de mi ırkçısın Hocam" diye sitem ettiklerini duyar gibi oldum. Türk komşularım ise: "Sonunda yola geldiniz mi Hocam!" diyorlardı sanki!

Kitap Fuarı nedeniyle İstanbul'da kaldım bir süre. Evime döndüğümde, işinden dönen Kürt komşum, beni kapının önünde görünce, sevinç içinde gelip boynuma sarıldı sıkı sıkı. Evine davet etti ısrarla. Benim sevgili Türk dostlarım ise, bana sık sık telkinde bulunuyorlar: "Taşınsana Allah aşkına o mahalleden, Kürt mahallesi oldu orası!"
Duygulu ve duyarlı insanlarının içini acıtan pek çok olayın yaşandığı bu günlerin, en kısa sürede sona ermesi, en büyük dileğim.            

       

16 Aralık 2012 Pazar

ÇOCUKLUK AŞKLARIM

Düşlerimde de olsa, çocukluk yıllarıma geri döndüğümde, kendimi fantastik bir dünyanın içindeymiş gibi hissediyorum. Yaşamımda; radyonun dışında hiçbir teknolojik ürünün olmadığı o yıllarda seksekler, beştaşlar, evcilik oyunları, çizgi, yüzük, ip atlama, saklambaç, köşe kapmaca gibi oyunlarla geçen günlerin tadına doyum olmazdı. Kız çocuk olduğumdan, yüklenilen sorumlukların fazlalığı yüzünden-az buz değildi- doyasıya oynayamadığım anlar ise, en mutsuz anlarım olurdu. Böyle zamanlarda düşlerime sığınır; kendime, özgür olabileceğim başka dünyalar yaratır; böylece, omuzlarımdaki yükün ağırlığını hafifletirdim birazcık olsun. Belki de, çocukluğumu anımsadığımda, kendimi fantastik bir dünyanın içindeymiş gibi hissetmemin nedeni, sığındığım düşlerdeki ben'le, gerçek çocukluğumdaki ben'i birbirine karıştırmam yüzündendir.

Evcilik oyunlarını, kız kıza oynardık; öyle, bazı şarkılardaki gibi, "sen anne olurdun, ben baba olurdum" tarzı, erkeklerle birlikte oynanan oyun geleneği pek yoktu, yaşadığım küçük ve tutucu kasabada. Daha küçücük bir çocukken, gelenekler yoluyla, erkeklerden uzak durmanız gerektiği fikrini yerleştirmeye çalışsalar da beyninize; sizin, çocuk da olsanız, kalbinizden gelen duygularınıza engel olamıyorlar. Bir gün ne olduğunu bilmediğiniz, anlayamadığınız aşk, birden kapınızı çalıveriyor.

Aşk kapımı ilk çaldığında 8 yaşında, 3. sınıf öğrencisiydim. Farkında bile olmadan sınıf arkadaşım Mehmet'e karşı, içimde bir ilgi bir sevgi uyandı. Neden, Hasan Hüseyin ya da Osman değil, Mehmet'ti bu kişi bilmiyorum. Mehmet de beni  sevsin, beni beğensin gibi bir derdim yoktu; yalnızca ona yakın olmak, onunla konuşmak hoşuma gidiyordu, hepsi bu! Bu duygunun adının aşk olduğunu filan da bilmiyordum. Yalnızca, içimde sevinç, heyecan uyandıran bir durumdu bu duygu benim için. Rastlantıya bakın ki, yapılacak olan okul müsameresinde bana, Mehmet'in nişanlısı rolünü verdi öğretmenimiz. Nişanlılık konusunda bir bilgim olmasa da bunun benim açımdan hoş bir şey olduğunun farkındaydım ama. Bir gün okulun bahçesinde kovalamaca oynuyorduk, ebe bendim. Gözüm Mehmet'ten başkasını görmediği için, önce onu yakaladım, sözde, yakalama sırasında, Mehmet'in beline sarılmışım! Müzevir bir kız, gözümün önünde bir kağıt parçasına "Pakize, nişanlısını kucakladı." yazdı ve derse girer girmez öğretmenimize bu kağıdı verdi. O gün, anlamını kavrayamadığım bir olay yüzünden yaşadığım korkuyu yıllarca unutamadım. Yine o gün anladım ki, karşı cinse sevgi beslemek, ona dokunmak, ona sarılmak bir suçtur.

Neyse, ben yine konuya döneyim. Vefasızlık mıdır nedir; eve gittiğimde, yaz tatillerinde, şubat tatillerinde, uzak kaldığımda, Mehmet, hiç aklıma gelmiyor, ona karşı bir özlem duymuyordum. Belki de, çocukluk aşkının bir özelliğiydi bu. Fakat, vefasızlığım bu kadarla da sınırlı kalmadı. 5. sınıfa geçtiğimizde, sınıfımıza hafif tombul, çilli yüzlü, zekasının parlaklığı gözlerine yansıyan üstelik Bölge Şefi'nin oğluymuş diye söz edilen Erdal geldi. İşte o anda, Mehmet'in pabucu dama atıldı tarafımdan. Kalbimin yeni prensi Erdal'dı artık. Üstelik, Mehmet'e olan aşkımda olduğu gibi karşılıksız bir aşk istemiyordum. Erdal da beni beğensin, bana aşık olsun istiyordum. Mehmet, sıradan bir köylü çocuğuyken, karşıma farklı giyimli, bakımlı, şivesi düzgün, kasabada saygınlığı olan bir babanın oğlu çıkmıştı. Nasıl da çabuk düzenin kafa yapısına sahip oluveriyor insan! O saf, temiz, karşısındakini sırf içinden geldiği için, olduğu gibi seven temiz duygulu çocuk gitmiş, yerine bambaşka, yabancı biri gelmişti sanki.

Erdal'a olan aşkım, okulların yaz tatiline girmesiyle birlikte sona erdi. Onu daha sonra hiç görmedim, nerede olduğu, neler yaptığı hakkında hiçbir bilgim yok. Fakat Mehmet'le yıllar sonra (evlenmiştim; bir kızım bir oğlum olmuştu). Doğup büyüdüğüm Eflani'nin Devlet Hastanesi'nde karşılaştım. Yeğenimi götürmüştüm, doktor olarak karşıma Mehmet çıktı. Öylesine lafladık biraz. Pratisyen hekimdi. Tıp kitabına birlikte bakarak, yeğenimin sorununun ne olabileceğini araştırdık. O günden bu yana Mehmet'i de görmedim hiç. Fakat çok başarılı bir cerrah olduğunu, hâlâ çalıştığını duydum, Eflanililer'den.

Daha sonra, aşkın, erkeklerle konuşmanın, mektuplaşmanın yasak olduğu yatılı kız ilköğretmen okuluna gittim. Üç yıllık bir rahibe hayatından sonra, köy öğretmenliği yıllarım başladı... Şimdi düşünüyorum: Çocuklara eğitim verme görevini üstlenecek olan öğretmen adaylarını, aşkın sevginin yasaklandığı bir eğitim sisteminden geçirmek ülke açısından acı sonuçlar doğurur. Sırf kadın görüntüsünde diye, mankenlerin bile kafası kesilir, kolları bacakları kırılır, üstleri paçavralarla örtülür. Kadına ait bir organ diye 'vajina' sözcüğünden utanılır. Cinsel sorunlarla boğuşan erkeklere mesir macunu önerilir. Kadınlar boğazlanır, kurşunlanır, kesilir, diri diri toprağa gömülür. Bu zihniyet sahiplerinden korkan kadınlar korunma güdüsüyle, örtündükçe örtünür.

MAZİYE BİR BAK/ GENÇLİK AŞKLARIM

Yeni bir aşk arıyorum, haberin olsun
Beni bu hale koyan Allah'tan bulsun! (şarkı sözü)

Şarkıda, yeni bir aşk aramaktan söz ediliyor. Ben yeni bir aşk değil; ama, gençlik yıllarımın aşklarını aradım. Didik didik ettim belleğimi. Bilinçaltımı deşelemeye kalkıştım; bir iz, bir işaret var mı, bulabilir miyim diye. Karşıma yalnızca çocukluk aşklarım çıktı. Çocukluktan yetişkinliğe geçen süredeki yaşamımda, bir atlanmışlık, bir boşluk var bu konuda. Nasıl olur böyle bir şey! Kafam karıştı "hayatımdan aşkla sevdayla ilgili bir bölüm silinip atılmış; arama motoru arızalı olmasın sakın!" dedim kendi kendime. Gerçek yaşamla, sanal yaşamı karıştırdığım olur, bazen böyle!

Tutucu zihniyetin hakim olduğu bizim gibi toplumlarda, çocukluktan ergenliğe geçerken özellikle kızlara karşı baskılar, onu sindirmeler başlıyor. Evlere kapatılıyoruz, haremlik selamlık ilişkilere içine hapsoluyoruz, perdeler arkasına gizlenmeye zorlanıyoruz. Kısacası dünya ile ilişkimiz koparılmaya çalışıyor. Fakat, egemen zihniyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, gönlü ferman dinlemeyenlere sözünü geçiremiyor. Sözünü geçiremedikleri var; ama, benim gibi boyun eğiciler (o dönemim için) çoğunlukta ne yazık ki! Kendimi boyun eğicilikle suçlamadan önce gençlik yıllarıma, o günkü koşullara göz atmalıyım önce.

Ergenlik dönemimde, kadınlara dayatılanlar konusunda pek çok şaşkınlık yaşadım ama, beni en çok etkileyeni, bir köy camisinde, haremlik selamlık uygulaması nedeniyle tanık olduğum bir olaydı. Teyzemlerin köyünde bir Mevlit'e gitmiştim. Bütün kadınlar; caminin, asma kat benzeri, balkonumsu, korkulukları kilimlerle kapatılmış olan ikinci katına çıkıp diz üstü oturduk. Mevlit başladıktan sonra, kimi kadınlar gizli gizli, kilimlere açılmış küçük deliklerden alt katı gözetlemeye başladılar. Bunlardan biri de benden 3 yaş büyük olan teyzemin kızıydı. Merak ettim. Kulağına fısıldadım; "ben de bakabilir miyim o delikten," dedim."Bak ama çabuk!" dedi bana. Gözümü kilimdeki deliğe dayadım, baktım: Aşağıda diz üstü oturmuş, takkeli, çamurlu pantolonlu, buruşuk ceketli, tarşsız, sakalları birbirine karışmış adamlar oturuyordu. O yaşlarımda, kadınların bu pasaklı erkekleri niçin böyle hem ilgiyle, hem de böyle gizli gizli izlediklerini anlayamadım. Aşk desem, aşk değil; ilginçlik desem, ilginçlik yok! Romantizm desem... gülerim buna!

O dönemi gözler önüne sermem için, sanırım bu örnek yeterlidir. Gençlik aşklarım konusuna gelirsek, tabi ki gençliğimde aşık oldum. Gençsin, kanın deli deli akıyor, enerji yüklüsün, hormon salgıların artmış. Masal kahramanı Rapunzel, dünya ile ilişkisi koparılmak için hapsedildiği kulede bile aşık olduktan sonra, kısıtlı da olsa gerçek dünyada yaşayan ben niye aşık olmayayım! Ama, benim tutsaklık yaşamımda, bırakın Rapunzel  gibi bir prensle karşılaşmayı, sıradan, yaşıtım bir erkekle karşılaşma ve konuşma şansım olmadığı, ya da olanlar benim hoşuma gitmediği için, tuttum bir 'ses'e aşık oldum. Beni etkileyen, kendine aşık eden ses, Kerim Afşar'ın sesiydi. Onun seslendirdiği 'Radyo Tiyatrosu', 'Arkası Yarın' programlarını hiç kaçırmaz heyecan içinde dinlerdim. Kendisinin fotoğrafını bile görmediğimden, düşlerimde yakışıklı bir erkek olarak canlandırır, kafama göre istediğim fiziksel özellikleri ekler ya da çıkarırdım. Ancak yıllar sonra 'Arkadaş' filminde görebildim gerçek görüntüsünü (rahmet ve saygıyla anıyorum; bana heyecanlar, coşkular yaşatan platonik aşkım olan kendisini).

Daha sonrasını biliyorsunuz, önceki yazılarımda anlatmıştım. Yatılı okula başlamamla birlikte, platonik olanı da dahil, aşklara veda etme zamanı geldi benim için. Köy öğretmenliği yıllarım da dahil buna... Evlilik düzeni üzerine kurulu toplum yapısında, belirli bir yaşa geldiğinizde çevre baskısına ve evde kalmış kız aşağılanmalarına hedef olmamak için, yeterince tanımadığınız, tanışıp konuşmanıza, oturup sohbet etmenize izin verilmeyen ömür boyu bir yastıkta kocamak üzere yola çıktığınız biriyle mantık evliliği yapmak zorunda kalıyorsunuz. Aşk konusunda, çocukluk aşklarıyla sınırlı kalan bir ömür sürmeye mahkum ediliyorsunuz sonunda.

 Geçmişi bırakıp günümüze baktığımızda gençlerin aşklarını yaşama konusunda attıkları adımların önüne set çekilmeye çalışılıyor egemen güçler tarafından. 'Ahlak' adı altında, dini baskılar artıyor. Din ticaretiyle, toplumun beynini uyuşturan zihniyet, seçim sandıklarında -biraz kuşkulu da olsa- zaferler kazanıyor. Çıkarlarını korumak için dini kendilerine kalkan yapan bu tutucu zihniyet; yaşayamadıkları aşkları, bastırılmış ve bu yüzden hastalanmış cinsellikleri; hastalıklı cinsellikleri yüzünden kadına duydukları nefretleri nedeniyle olsa gerek, aşka karşı cephe alıyorlar. Yine de, dillerinden düşüremedikleri, akıllarına yer etmiş şey, cinsellik  oluyor nedense. Bir erkek milletvekili, bir kadın milletvekiline; "Bu şık ve zarif hanımefendi gözlerini benden ayıramıyor; Sana hiç yakıştıramadım, kendi organının adını ağzına almanı, gibi sözler edebiliyor. Bir fuar alanında ise, plastik kadın mankenlerin kafaları kolları koparılıyor cinsel arzular uyandırabileceği düşüncesiyle. Her çalı dibi bir genelev gibi, Öz kızımı kucağıma alamıyorum; kötü duygularım uyanır diye, diyenleri de var tabii. Birbirlerine, yetersiz olduklarını düşündükleri durumla ilgili önerilerde bulunabiliyorlar: Mesir macunu ye! Yine başımızdaki zihniyetin, yaşam biçimlerine pek imrendiği Arap ülkelerinden birinde, toplumda saygın bir yeri olan din adamı; "Karınız öldükten sonra, 5 saat içinde, onunla cinsel ilişkide bulunabilirsiniz," fetvası veriyor.

Bütün bu dini baskılar, dayatmalar sonucu toplumun sağlığı bozuluyor. Pedofili, nekrofili hastalıkları, ensest, hayvanlarla ilişkide bulunma, taciz, tecavüz, namus adı altında işlenen kadın cinayetleri, cinsel sapıklık türü sapkınlıklar yaygınlaşıyor. Bu hastalıklı zihniyetten, nasıl yapılır bilmiyorum ama, kendimizi korumalıyız.
Aşk güzeldir. Kimse aşksız kalmasın!

Not: "Çocukluk Aşklarım" konulu yazımı, yanlışlıkla sildim ne yazık ki!  

10 Aralık 2012 Pazartesi

İÇ DÖKMELERİM/ SAKINCALI!

Eskiye değil ama, 12 Eylül öncesi Cem Yayınevi'nce yayımlanan Arkadaş Çocuk Kitapları'na özlem duyuyorum. Behrengiler, Permyaklar, Nazım Hikmetler, Angel Karaliyçevler, Dağlacalar, Dostoyevskiler... Ne güzel kitaplardı ve ne güzel yazılmışlardı öyle! Çocuğa göre olan şiir gibi dilleri, etkileyici içerikleri, düşündürücü konuları, özgürleştirici ve insanlaştırıcı bakışaçıları.... Hem ben, hem çocuklarım hem de öğrencilerim bu kitapları okumaktan zevk alırdık. Kan dökücü 12 Eylül darbecileri işbaşına gelir gelmez ilk işleri, hiçbir gerekçe öne sürmeden bu kitapların 18 yaş altı kişilerin okumasına yasak getirmek oldu. Okullara geceyarısı  baskınları düzenleyip, kilitli sınıf kitaplıklarının kapılarını kırarak, yasaklanan kitaplar arandı. Her nasılsa benim sınıfıma girmemişlerdi; ama, iki arkadaşımız sırf bu yüzden soruşturma geçirmişti. Kitabevleri sahiplerinin de kimi korkudan, kimisi de kraldan çok kralcı geçindiğinden bu tür çocuk kitaplarını satmaz oldular.

Bütün bunlar bir yana, Talim Terbiye'den onay almamış tek bir kitabın bile o günden sonra okullara girmesi yasaklandı. Varsa, kütüphane öğretmenleri; yoksa, müdür tarafından görevlendirilen öğretmenler kütüphanelerdeki kitapları didik didik ederek, Talim Terbiye'den izinsiz olan kitapları ayıkladılar. Tahmin edileceği gibi, kütüphaneler boşaltıldı. Peki, benim gibi, öğrencilerine kitap sevdirmeyi, okuma alışkanlığı kazandırmayı görev bilen öğretmenler bundan sonra ne yaptılar. Başkalarını bilmem ama ben bir çözüm yolu bulmuştum. Müdürümüz sorgulayan, düşünce üreten öğretmenleri pek sevmezdi. Ayrıca, "solcu"ları hiç sevmezdi. Darbecilerin mantığı bana karşı güçlendirmişti onu. Kısacası, sevilmeyen bir öğretmen olarak, müdürün takibindeydim. Günlük planlarımı imzalamadan önce didik didik okur, öğrencilerime okumak üzere planıma aldığım kitabı göstermemi isterdi. Ben çantamda, biri 'sakıncalı', diğeri 'sakıncasız' iki kitap bulundurur, 'sakıncasız' olanını gösterirdim müdüre. Sınıfta, 'sakıncalı' kitabı yoklama defterinin arsına gizler, öyle okurdum çocuklara; onların, düşürüldüğüm durumu anlamamaları için de çok özen gösterirdim.

Çocukların bir şeyleri anlamayacağını sanıyoruz nedense. Yazdığımız çocuk kitapları da aynı düşünce ışığında yazılıyor. Oysa ki, çocuklar her şeyi anlıyorlar; hem de nasıl!.. Emekli olduktan birkaç yıl sonra, bir kız öğrencim ziyaretime geldi. Okul yıllarından konuşuyorduk; birden; "Öğretmenim" dedi, " siz bize yoklama defterinin arasına saklayarak gizli gizli kitap okurdunuz!" Donup kaldığım için, bir açıklama da getiremedim öğrencime. Hem nasıl açıklayabilirdim ki!..

Neyse, asıl gelmek istediğim konuya geleyim. Bütün bu anlattıklarımdan yola çıkarak diyorum ki, o yasaklı yıllardan sonra, çocuk kitaplarının kalitesinde yavaş yavaş bir düşüş başladı.( Görüntüsel kalitesinden söz etmiyorum.) Bir süre, didaktik kitaplar aldı yürüdü. Derken içerikler koflaştı. Dil, biçem bozuldu. Kurgu kayıplara karıştı. Düşündürücülük; yerini, kafa karıştırıcılığa bıraktı. Dinozorlar, büyüler, büyücüler, vampirler sardı satırları... Artık; toplumsal, politik, duygusal, gerçekçi, eleştirel, düşündürücü, ufuk açıcı kitaplar yazılmaz, yazılsa bile basılmaz oldu. Ne kadar çok ciddiyetten uzak yazarsan o kadar iyi: lay lay lom, fan fin fon.... Yazılanlara, baharat olarak çevrecilik, ukalalık, şaklabanlık da eklenmesi gerekiyor ama... Asıl olmazsa olmazlarından biri de yazarın 'ünlü' olması, bir parçacık da olsa, sağda solda adını duyurmuş olması! Ayrıca, din tüccarlığının geçer akçe olduğu şu günlerde, dinî kitaplar da çok kazançlı, müşteri bulmak da o kadar zor değil.

Torunlarıma alacak kitap bulamıyorum. O anlı şanlı bankaların bastığı kitaplar, hangi mantıkla, hangi bilgiyle, hangi pedagojik gerçeklere dayanılarak basılıyor bilemiyorum. Yayınevleri beyinlerindeki prangaları kırsınlar, sıkıyönetim günlerinde bile insanlar kendi beyinlerine böylesi sansür uygulamadılar. 30 yılı aşkın süre geçmiş, yayınevleri hâlâ !2 Eylül  mantığıyla hareket ediyorlar.        
   

8 Aralık 2012 Cumartesi

OKUMALAR/ ÇOCUKLARIN SINIRLANAN DÜNYASI


Çocuklar için yazılmış kitaplar evimize girmezdi benim çocukluğumda. Yaşadığım küçük kasabada, kitabevi olmayışındandı belki de... Ara ara okulumuza, nereden geldiğini bilmediğim, din ağırlıklı öykü kitapları ile, şimdi yazarını anımsayamadığım macera kitapları serisi gelir; babam satın alırdı, daha çok ağabeyim için (belki de ağabeyimin kandırmasıydı). Ağabeyim onları saklar, biz kızların okumasına engel olurdu. Ne yapar eder, hırpalanmayı göze alır, evi didik didik arar, bir biçimde ele geçirmeyi başarırdım kitapları. Babam, köy enstitüsü mezunu bir öğretmendi; bu nedenle, büyüklere göre yazılmış çoğu klasik türde kitaplar da vardı evimizde. Çoğunlukla sıkılmadan okurdum onları, pek bir şey anlamasam da.

Bir yerlerde okumuştum, eskiden Rus evlerinde akşamları topluca kitap okunurmuş. Şaşırmadım bunu duyunca. Bizim evde de, akşamları kitap okuma alışkanlığı vardı. Dostovyevski'nin Ezilenler'inden tutun da, ders kitaplarındaki küçük öykülere dek ne bulunursa okunurdu. Daha sonraları, ortaokul çağlarına geldiğimde, okuma yazması olmayan anneme, İnce Memed, Akşam Güneşi gibi romanları okumuştum büyük bir zevkle. Benim okuldan dönüşümü dört gözle bekler, merak içinde okuduğum romanı dinlerdi, sevgili anneciğim. Şimdi düşünüyorum da, ailece en mutlu olduğumuz anlar, akşamları yaptığımız toplu okuma etkinlikleri sırasındaydı. Bendeki okuma sevgisinin başlangıcı o yıllara dayanır.

Buradan yola çıkarak asıl gelmek istediğim konu başka. Son yıllarda artık, çocuk ve gençlere yönelik kitaplar yazılıyor. İyi de oluyor! Fakat bu durum, aynı zamanda bir sakıncayı da beraberinde getiriyor. En başta gerek 'ahlaki' gerek ticari kaygılarla çocuğa/gence anlatılan dünya, gerçek dünya ile pek bağdaşmıyor. Özellikle bizim gibi muhafazakar toplumlarda yazara, 'toplumun geleceği açısından' gibi görüşler öne sürülerek  birtakım kısıtlamalar, sansürlemeler getiriliyor. Pek çok yazar da, sırf kitabının basılması ya da kendisi de o kafa yapısında olduğu için, bu görüşü onaylayabiliyor.

Örneğin, eğitim sisteminin kokuştuğu, öğretmenlerin yeterli pedagojik formasyona sahip olmadığı, eğitimlerinin yetersizliği, çoğunlukla otoriter kafa yapısına sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Bu olumsuzluklar yüzünden çocuklar ve gençler olumsuz etkilenmekte ve acı çekmektedirler. Kişilikleri örselenmekte, kendilerine olan güvenleri sarsılmaktadır. Ahlaksal yozlaşma sonunda, ensest, pedofili, taciz küçük büyük ayırmadan herkesin başına gelebilecek durumlardır. Yazar, eğer çağına tanıklık edecekse, bu durumları anlatmalıdır ya da anlatmaktadır. İşte, böyle içerikteki bir kitabı yayınevine bastırmak, neredeyse olanaksızdır. Yazardan beklenen, öğretmenlere övgüler düzmesi (ticari kaygıları nedeniyle); üzntü verici karamsar olayları anlatmaması (buna da duygu sömürüsü yapmak deniliyor); seks ve cinselliği ağzına bile almaması; eserde içki, sigara laflarının hiç geçmemesi, genç ve çocuk dili böyledir deyip argo ve küfürlü sözcükler kullanmaması, anne ve babaya karşı saygı ve sevgi uyandıran bir içerik taşıması, politik konulara değinilmemesi vb... Oysa, çocuk zaten yaşadığı dünyada, büyükleri tarafından sakıncalı görünen tüm olaylar ve kişilerle iç içe yaşıyor. Gençler ve çocuklara karşı neden ikiyüzlük yapılması gerektiğini anlayamıyorum!

Şimdi, tekrar çocukluğuma dönecek olursam; çocukluğumda okuduğum bütün kitaplarda (Ezilenler, Akşam Güneşi, Sefiller, İnce Memed vb...) Yukarda sözünü ettiğim, şimdilerde sakıncalı görülen her türlü kavram (aşk, argo, küfür, isyan, politika, hüzün hatta seks, içki, sigara...) vardı. Artık büyüdüm, bu okuduklarımdan dolayı, kafadan sakat bir olmadığım gibi, okumaya karşı yerleşmiş sevgim nedeniyle, sorgulayan, düşünen, yerine göre isyan eden, zamanı gelince küfreden biri oldum. Durumumdan da hiç şikayetçi değilim.

Dikkatimi çeken başka bir konu ise, bazı ailelerin çocuklarına hep tek yanlı kitaplar okutması ya da okuması. Oysa, hayat tek yönlü değildir, içinde; siyaset, macera, romantizm, yönetilme/yönetme, tarih, psikoloji, sosyoloji türü konuları barındırır. Çocuklarının entellektüel, sorgulayan, meraklı, toplumsal olaylara karşı ilgili, sorumlu ve bilinçli insanlar olmalarını istiyorlarsa, bu tek yönlü okuma yanlışlığına son vermeleri gerekir.
Kitapların bu kadar yaygın olmadığı dönemlerde,  küçük büyük ayrımı yapılmadan topluca masallar dinlenilirdi. Bu masallarda; yönetenleri, yönetilenleri, yoksulları zenginleri, aşkları, iyileri,  kötüleri içinde barındıran küçük bir dünya modeli çizilirdi dinleyenlere... Çocuk ve gençlere yönelik kitaplara sınırlama getirerek, onların dünyalarını küçültmeyelim, diyorum ben.  

6 Aralık 2012 Perşembe

İÇE BAKIŞ/ DÜŞÜNSEL KÖRELME (2)

Uzun süre evimden, yalnızlığımdan uzak kaldım. Gittiği yere kendini de götüren insanlardan olmadığım için, alışılmış yaşamım, kaygılarım, beklentilerim bıraktığım yerde, bıraktığım gibi kaldı. Farklı yaşamların, farklı düşünce dünyaları olan insanların -çocuklarım da olsa- arasına karışıp kayboldum. Bu kendini kaybediş biraz sersemletti beni. Öncelikli konularım, peşine düştüğüm önemli saydığım gündemlerim, neredeyse otomatikleşmiş yaşam biçimim birdenbire kesintiye uğrayıverince, yalpaladım. Bu yalpalama düşünce sistemimi de etkiledi. Neyi, nasıl düşüneceğimi bilemez duruma düştüm bir yandan, bir yandan da kimi konularda hayata bakışımı yeniden sorgulamam gerektiği düşüncesine kapıldım. Bütün bu karmaşa sonucunda "düşünce sistemim köreldi" yanılsamasına kapıldım.
Oysa, körelen düşünce sistemim değil, içine girdiğim yeni yaşamın etkisiyle, olaylara bakışımdaki tek yanlılığı sezmem; kendimi kaptırıp gittiğim, çok önemli saydığım kimi olayların, kimileri için hiç önemli olmadığının  farkına varmam; sonunda kaybettiğim kendimi, değişmiş olarak yeniden bulma girişimlerimdi, beni bir süreliğine yazmaktan ve düşünce üretmekten alıkoyan.

"İnsanın kendini bulması için, önce kaybetmesi gerekir." demiş adını anımsayamadığım bir düşünür. Kendi yaşamımda doğruladığım bir söz bu. Aylar boyu, 4+4+4 tartışmaları içinde bulmuştum kendimi. Yazılı, görsel medyada yazılanlar, yapılan tartışmaların peşine düştüm. Sosyal paylaşım sitelerindeki paylaşımları adım adım izledim. Sonunda, ulaşılan nokta, 'it ürür kervan yürür' biçiminde sonuçlandı. Kafa patlattım ama hiç bir işe yaramadı. Bir avuç din tüccarının ortaya attığı bu zırvalığa nasıl olsa bir gün son verilecek. Klişe deyişle, yanlış hesap Bağdat'tan dönecek. Oysa, asıl mesele hayatın içindeki vehâmeti görmekte. Bir gün 4 yaşındaki torunumu kreşe bıraktım. Kreşin kapısına gelir gelmez torunum; uslu, efendi, sessiz ve boş boş bakan bir çocuğa dönüştü. Bir robottan farksızdı. Ben de ağlamak üzere gelen bir babaanneye dönüştüm ânında. İstanbul'un Kurtuluş semtinde, aileler çocuklarını daracık apartman dairelerindeki 'kreş'lere -kafeslere- bırakmak zorundalar. Çocukların gezip oynayabilecekleri bir bahçe, birbirleriyle çarpışmadan dolaşabilecekleri bir fiziki ortam yok. Öğretmen adı altında görev yapan gardiyanlar tarafından gün boyu gözetim altında tutuluyorlar. 'Yaramazlık' yapanlar çarpı, 'uslu' olanlar yıldız' la ödüllendiriliyor. Hitler'in eğitim anlayışı harfiyyen uygulamada. Denetlenme gibi bir sorunları da yok bu 'kafes'lerin sahiplerinin.

Kendi torunum, faşistçe bir eğitimden geçerken, ben çok bilmiş kadın, oturup  4+4+4'ü tartışabiliyorum. Sen önce kendi başını düz, demezler mi adama! Diğer yandan, umut verici gelişmeler de var. Ama, kendimi din tüccarlarını izlemeye adamış ben, bu güzel gelişmeleri görmezden gelebiliyorum. Kızımın oğlu da 4 yaşında ve o farklı bir eğitim uygulayan başka bir kreşe gidiyor. Resmi eğitim sisteminin ve pek çok özel okulun garabetliklerini gören kimi veliler ve kimi girişimciler farklı arayışlar içine girmişler. Bunlardan biri Montosseri okulları. Bu sistemde çocukların, kapitalist düşünce sisteminden arındırılmış, hırslı ve yarışmacı zihniyetten uzak, bireysel gelişimlerini özgürce tamamlayan, kendi haklarının bilincine varıp, başkalarının haklarına da saygı gösteren bireyler olarak yetiştirilmesi amaçlanıyor. Gördüğüm kadarıyla, uygulamaları da bu yönde.  Şimdilik yalnızca kreş düzeyinde hizmet veriyorlar; ama, seneye birinci sınıfı da açmayı düşünüyorlarmış.

Yukarıda, bir avuç din tüccarının ortaya attığı 4+4+4 zırvalığına bir gün nasıl olsa son verilecek, dememin nedeni, medyumluğumdan değil; toplumdaki bu kıpırdanışlardan, yeni oluşumlardan, bilinçli velilerin yeni eğitim yöntemleri arayışlarından yola çıkarak ortaya attığım bir görüştür.

İnsanın, bakış açısını değiştirebilmesi, kendini yenileyebilmesi için, ara ara kendini kaybetmesi gerekiyor. Arada bir kaybolursam, bilinsin ki nedeni: düşüncelerimde özgürleşebilme isteğimdir