31 Ekim 2012 Çarşamba
'ACILARIN KADINI'IN SAVUNMASI
Yakın arkadaşlarım, aile efradım bana "karamsarsın" diyor. Bir sevgili dostum, bununla da yetinmedi "acıların kadını" ünvanını verdi. Peki, öyle olsun! Bu yönümle eğlenin bakalım!.. Karamsarlığımı yenmeme yardımcı olmak için avutmalara filan kalkışın! Şimdi ben size, hiç de "acıların kadını" olmadığımı, aslında çok komik biri olduğumu göstereyim de yaptığınız yakıştırmalardan utanın biraz!... Yaaa, ben de laf çoktur!
Geçenlerde bir arkadaşım geldi, derdini dökecek, içini açacak, belli... Neşelenmeye ihtiyacı var. Karamsarın teki olsam, neşelenmek için onca yolu tepip bana gelir mi!!! Geldi ama... Eşiyle sorunları var arkadaşımın, epeydir ayrı yaşıyorlar. Çoğu evlilikte olduğu gibi onlarınkisi de garip bir birliktelikti aslında. Bu kadar zamandır neden birbirlerine katlandıklarını bilemiyorum; bu, zaten onların bileceği bir iş, beni ilgilendirmez!
Neyse, anlaşamadığı eşleriyle mesafe olarak uzaklaşmalarının hiç bir anlamı yok bazı kadınların, birlikteliklerini beyinlerinde sürdürüyorlar. Arkadaşım da böylelerinden. Öyle çok kocasından söz etti ki, onun da aramızda olduğu yanılsamasına kapıldım bir an, kendime çekidüzen bile verdim. N'olur, n'olmaz; tetikte durmam gerekir. Tetikte durmamın nedeni; arkadaşımın çok kıskanç, kocasının da -arkadaşımın söylediğine göre- 'çapkının teki' oluşundan. Bazı kadınlar çok kıskanç; kocalarının başkalarına göz koyacağı, kendisini terk edeceği korkusunu yaşamaktan kurtulamıyorlar bir türlü. Hatta istiyorlar ki, kendilerini haklı çıkarmak için kocaları çapkınlık yapsın! Eee, adam da karısını kırmıyor, çapkının biri olup çıkıyor sonunda! Aileyi yakından tanıdığımdan ve bu durumu da bildiğimden dolayı çekidüzen verdim kendime. Çünkü, her hareketimden, kocası kendi lehine, arkadaşım da kendi aleyhine bir anlam çıkarabilir. Akıllıyımdır; kabak benim başımda patlamasın diye, tedbiri elden bırakmam böylelerinin yanında hiçbir zaman. Yakın çevremde bu tip karıkoca sayısı oldukça fazla olduğundan, birtakım deneyimler edinmişimdir.
Kocası 'çapkın' dedim ya, evliliklerinin bitmesinin görünür nedenlerinden biri bu, arkadaşımın söylediğine göre... Bana göre ise daha derinlerde, psikolojik temelleri olan başka nedenleri var. Yanlış doğru, bu benim görüşüm. Ben kendi görüşüme inanırım! Neyse, arkadaşım aralıksız sürdürdü, kocasıyla yaşadığı olumsuzlukları: beceriksiz, bencil, tembel, kaytarıcı, uslanmaz bir çapkın, kadir kıymet bilmez bir vefasız... Kocasından ayrılan çoğu kadının edeceği türden laflardı bunlar.
Birden sıra kadınları kötülemeye geldi. Gözlerinden nefret duyguları fışkırarak; bazı kadınların nasıl ahlaksız olduğunu, utanmadan evli barklı adamların peşlerinde koştuğunu, üstelik bu kadınların çoğunun yaşlı ve çirkin olduğunu, her yerde ahlaksızlığın kolgezdiğini... falan filan...
"Neden kadınları 'ahlaksız'lıkla suçluyorsun ki!" dedim. "Sonra, senin 'ahlak' dediğin ne, anlamadım!?" Böyle bir hainlik beklemiyordu benden, afalladı. "Kocanın ahlakı hakkında da konuşsana!" "Erkek," dedi, "zar atabilir(!) Kadın niye geliyor onun attığı zara?.. Konu ters yöne dönünce, tatsızlaşacak baktım;
"Bak kardeşim," dedim, "senin kocan, bulaşık yıkar mı: Yıkamaz, Çamaşır yıkar mı: Yıkamaz. Ütü yapar mı: Yapmaz. Seninle hayatı paylaşır mı: Paylaşmaz. Kendi karnını doyurmayı becerebilir mi: Beceremez. Kadına karşı sevgi saygı duyguları besler mi: Beslemez. Bencil midir: Bencildir. Tembel midir: Tembeldir. Senin için özel yemek yapar mı: Yapamaz. Vs... Öyleyse, senin beğenmediğin, kapıdışarı ettiğin bu adamı, n'apsın başka kadınlar. Onları çöp toplayıcı olarak mı görüyorsun? Sustu, başını öne eğdi. "Haydi sahile gidelim!" dedi. Attık kendimizi dışarı. Sahil boyu yürüdük, bir bankta oturup yaşamdan, toplumdan söz ettik.Arkadaşımın neşesi yerine gelmiş, keyifli kahkahalar atmaya başlamıştı.
Yaaa, gördünüz mü, beni karamsarlıkla suçlayanlar, çevreme neşe saçmayı da biliyorum, sözlerinizi geri alın bakalım. Hem anlatacaklarım bu kadar da değil, gecenin geç saatlerinde arkadaşım aradı beni. Gece CHP'nin düzenlediği fener alayına katılmış, sokaklarda dolaşmış, sesi çok şen şakraktı.
27 Ekim 2012 Cumartesi
PEDOFİLİ/ VARDIR BİR BİLDİĞİ:::
Bu günlerde, dünya gündeminin önemli konularından biri pedofili. Geçenlerde 84 yaşında ölen BBC'nin ünlü sunucusu sir ünvanlı Jimmy Savile' in, 40 yıl boyunca çocuklara cinsel tacizde bulunduğu; BBC'nin, hatta savcılığın bunu örtbas etmekle suçlandığı söylentileri yayılıyor dört bir yana. Taciz ettiği çocuk sayısı 200'ü buluyormuş. Bir fenomen haline gelmiş bu adamla ilgili pek çok dava açılmış şu son günlerde.
Bugünkü vatan Gazetesi'nde, ucu Sulukuley'e uzanan başka bir pedofili olayından söz ediliyor. Hollanda'da, 1998'de patlayan pedofili skandalının olay adamı ise Adalet Bakanlığı Genel Sekreteri Joris Demmink. Türkiye'de konuk olarak bulunduğu bir sırada, polisten, birlikte olacağı çocuklar bulmasını istemiş. Sulukule'den getirlmiş istediği çocuklar. Demmink'i çocuklarla ilişki içindeyken gösteren kaset, sözde; daha sonra, uyuşturucu ticaretinden tutuklanan Kürt Baybaşin'in ağır ceza alması için, Mehmet Ağar, Tansu çiller, Necdet Menzir tarafından Hollanda Adalet Bakanlığına şantaj için kullanılmış. Demmink, her durumda gücünü kullanarak kendini kurtarmayı başarmış. Sulukuleli çocuklar ve başka mağdurlar mahkemeye vermişler şimdilerde Demmink'i. Ona çocuk bulmakta aracılık eden polis ise, olayı doğrulamış. Skandalın çıktığı günlerde, Demmink'in şoförü, çok kötü bir biçimde ölmüş. Böyle 'büyüklerin', üst kademelere yükselmiş insanların olduğu bir dünyada, küçük, masum çocukların hayatları her zaman tehlikededir.
Buradan asıl gelmek istediğim, Cübbeli'nin, geçenlerde müridlerine (doğru kullandım mı bilmiyorum.) yaptığı tembihler: "Kız çocuklarına el öptürmeyiniz; yedi yaşından yukarı ya da aşağı olsa da... Gösterişli olan kız yavrularımıza el öptürmemenizi ÖZELLİKLE tembih ederim." Ayrıca Cübbeli, "Kendi öz kızımı bile, kötü hisler besleyebileceğimden, kucağıma alıp sevemiyorum." demiştir. Cübbeli'nin bu söyledikleri, ilk bakışta, hoşlanmadığım bu adama karşı iyice allerji duymama neden oldu. "Yobaz"ın tekinin zırvalamaları diye düşündüm. Ciddiye alınacak sözler değildi bunlar; ta ki bir arkadaşimin; "Vardır bir bildiği, adam içeriden bakıyor olaya..." diyerek küçük bir uyarıda bulunana dek. Sonra, Suudi Arabistan'ın Büyük Müftüsü Şeyh Abdülaziz el eş-Şeyh'in; "10 yaşında kızlar evlenebilir." fetvası geldi aklıma. Ardından da gazetelere peş peşe yansıyan, yukarıda sözünü ettiğim pedofili olayları da gündeme gelince; "Cübbeli'nin sözlerine kulak vermeli," diye düşündüm.
Pedofili üzerine araştırmalara giriştim. Öğrendiklerim:
-Toplumlara göre farklı adlandırılabilen bir cinsel tercih olan pedofili; cinsler arası ilişkinin 18 yaşlarında olgunlaşmaya başladığı toplumlarda sapıklık(pedofili) olarak görülürken, kızların 12- 13 yaşlarında evlendirildiği yörelerde sapıklık olarak karşılanmamaktadır.
-Kızlar yerine, erkekleri tercih denler de vardır.
-Pedofililer; gözlerden uzak, karanlıkta avını yakalamaya çalışan kimseler değil; herhangi birinin çok iyi bildiği arkadaşı, topluma iyi entegre olmuş, şüphe uyandırmayan kimseler; baba, ağbi, dayı, amca, kuzen, yeğenler de olabilir.
-Pedofili vakalarının gerçek sayısına, aile içi pedofili vakalarının örtülü kalması nedeniyle ulaşılamamaktadır.
-Çocukluğunda bu tür tacizlere maruz kalan çocuk, ilerki yaşlarında, ağır ruhsal bunalımlar yaşayabilmekte, kendisi de çocuklara aynı tacizleri yapabilmekte; bu nedenle, toplum yapısının bozulmasına, yozlaşmasına, kokuşmasına neden olabilmektedir.
-Böyle pedofiliktacizler yaşayanların geçirdikleri ruhsal bunalımların tedavisi, yaşanılan olayın derinliklerine inilemediği için, yanılgıya düşülmekte; paranoid, nevroz, kişilik bölünmesi, şizofreni gibi yanlış tanılar konulabilmektedir.
Kendi iç araştırmalarımı da yapmalıydım tabii... Geçmişime şöyle derinlemesine gözatmalıydım. Bilinçaltına attığım, asla deşelemek istemediğim olaylara ulaşmak, o günleri yeniden düşsel de olsa yaşayabilmek için zorladım kendimi. Çocukluğuma gittim. Çocukluğumun çocukluk arkadaşlarına gittim. İlkokul öğretmenliği yapmış birisi olarak öğretmenlik yıllarıma gittim. Hoş olmayan görüntüler ve yaşantılarla, karşılaşmadım desem yalan olur. Çocukluğum neyse de, öğretmenliğim yıllarında yaptığım sessizlikler, anlamazlıktan gelmeler nedeniyle, yüreğim hâlâ yaralıdır. Bu konularda daha fazla söz söyleyemeyeceğim; çünkü, kafamdaki tabuları yıkabilecek kadar güçlü değilim. Kendi özelim, deyip geçmek benim için bir kurtuluş yolu olacak.
Genel olarak söylemem gerekirse, bizim gibi feodaliteyi hâlâ yıkamamış toplumlarda, geniş aile ilişkileri sürdürülmektedir. Hısım akraba ziyaretleri çok olur. Onlarla iç içe, kucak kucağa yaşamlar sözkonusudur. Genellikle kırsal kesimlerde, ısı tasarrufu, yer darlığı gibi nedenlerle, aynı odalarda hatta aynı yataklarda yatılmaktadır. Küçük kızlar- oğlanlar da tabii- amcalarla, dayılarla, ağbilerle aynı yatağı paylaşabilmektedir. Akrabalar, 'saygı- sevgi' gereği birbirlerine hep güvenirler(!). Dosta düşmana karşı güçlü görünmek için, aralarında bir tatsızlık çıksın istemezler. Kızlar zaten önemsizdir onların gözünde, yeter ki, bekaretleri bozulmadan oynansın onlarla.
Sonuç olarak, tabuları yıkmış ve yıkmakta olan Batılı ülkelerde, yukardaki olaylarda da görüldüğü gibi pedofili olaylarının üzerine gidilebilmekte; bizim gibi tabuların esiri olmuş, hâlâ çocuk gelinlerin bulunduğu ülkelerde ise, bu tür olaylar örtbas edilebilmektedir. Bu konu iyi düşünülmeli, iyi gözlenmeli, topluma gerekli eğitimler verilmeli, toplum, bu konuda sık sık uyarılmalıdır. Asıl görev ise ailelere düşmektedir. Cübbeli'nin dediği gibi "Kızlarınıza el öptürmeyiniz!" Ben buna erkek çocukları da ekliyorum.
Bugünkü vatan Gazetesi'nde, ucu Sulukuley'e uzanan başka bir pedofili olayından söz ediliyor. Hollanda'da, 1998'de patlayan pedofili skandalının olay adamı ise Adalet Bakanlığı Genel Sekreteri Joris Demmink. Türkiye'de konuk olarak bulunduğu bir sırada, polisten, birlikte olacağı çocuklar bulmasını istemiş. Sulukule'den getirlmiş istediği çocuklar. Demmink'i çocuklarla ilişki içindeyken gösteren kaset, sözde; daha sonra, uyuşturucu ticaretinden tutuklanan Kürt Baybaşin'in ağır ceza alması için, Mehmet Ağar, Tansu çiller, Necdet Menzir tarafından Hollanda Adalet Bakanlığına şantaj için kullanılmış. Demmink, her durumda gücünü kullanarak kendini kurtarmayı başarmış. Sulukuleli çocuklar ve başka mağdurlar mahkemeye vermişler şimdilerde Demmink'i. Ona çocuk bulmakta aracılık eden polis ise, olayı doğrulamış. Skandalın çıktığı günlerde, Demmink'in şoförü, çok kötü bir biçimde ölmüş. Böyle 'büyüklerin', üst kademelere yükselmiş insanların olduğu bir dünyada, küçük, masum çocukların hayatları her zaman tehlikededir.
Buradan asıl gelmek istediğim, Cübbeli'nin, geçenlerde müridlerine (doğru kullandım mı bilmiyorum.) yaptığı tembihler: "Kız çocuklarına el öptürmeyiniz; yedi yaşından yukarı ya da aşağı olsa da... Gösterişli olan kız yavrularımıza el öptürmemenizi ÖZELLİKLE tembih ederim." Ayrıca Cübbeli, "Kendi öz kızımı bile, kötü hisler besleyebileceğimden, kucağıma alıp sevemiyorum." demiştir. Cübbeli'nin bu söyledikleri, ilk bakışta, hoşlanmadığım bu adama karşı iyice allerji duymama neden oldu. "Yobaz"ın tekinin zırvalamaları diye düşündüm. Ciddiye alınacak sözler değildi bunlar; ta ki bir arkadaşimin; "Vardır bir bildiği, adam içeriden bakıyor olaya..." diyerek küçük bir uyarıda bulunana dek. Sonra, Suudi Arabistan'ın Büyük Müftüsü Şeyh Abdülaziz el eş-Şeyh'in; "10 yaşında kızlar evlenebilir." fetvası geldi aklıma. Ardından da gazetelere peş peşe yansıyan, yukarıda sözünü ettiğim pedofili olayları da gündeme gelince; "Cübbeli'nin sözlerine kulak vermeli," diye düşündüm.
Pedofili üzerine araştırmalara giriştim. Öğrendiklerim:
-Toplumlara göre farklı adlandırılabilen bir cinsel tercih olan pedofili; cinsler arası ilişkinin 18 yaşlarında olgunlaşmaya başladığı toplumlarda sapıklık(pedofili) olarak görülürken, kızların 12- 13 yaşlarında evlendirildiği yörelerde sapıklık olarak karşılanmamaktadır.
-Kızlar yerine, erkekleri tercih denler de vardır.
-Pedofililer; gözlerden uzak, karanlıkta avını yakalamaya çalışan kimseler değil; herhangi birinin çok iyi bildiği arkadaşı, topluma iyi entegre olmuş, şüphe uyandırmayan kimseler; baba, ağbi, dayı, amca, kuzen, yeğenler de olabilir.
-Pedofili vakalarının gerçek sayısına, aile içi pedofili vakalarının örtülü kalması nedeniyle ulaşılamamaktadır.
-Çocukluğunda bu tür tacizlere maruz kalan çocuk, ilerki yaşlarında, ağır ruhsal bunalımlar yaşayabilmekte, kendisi de çocuklara aynı tacizleri yapabilmekte; bu nedenle, toplum yapısının bozulmasına, yozlaşmasına, kokuşmasına neden olabilmektedir.
-Böyle pedofiliktacizler yaşayanların geçirdikleri ruhsal bunalımların tedavisi, yaşanılan olayın derinliklerine inilemediği için, yanılgıya düşülmekte; paranoid, nevroz, kişilik bölünmesi, şizofreni gibi yanlış tanılar konulabilmektedir.
Kendi iç araştırmalarımı da yapmalıydım tabii... Geçmişime şöyle derinlemesine gözatmalıydım. Bilinçaltına attığım, asla deşelemek istemediğim olaylara ulaşmak, o günleri yeniden düşsel de olsa yaşayabilmek için zorladım kendimi. Çocukluğuma gittim. Çocukluğumun çocukluk arkadaşlarına gittim. İlkokul öğretmenliği yapmış birisi olarak öğretmenlik yıllarıma gittim. Hoş olmayan görüntüler ve yaşantılarla, karşılaşmadım desem yalan olur. Çocukluğum neyse de, öğretmenliğim yıllarında yaptığım sessizlikler, anlamazlıktan gelmeler nedeniyle, yüreğim hâlâ yaralıdır. Bu konularda daha fazla söz söyleyemeyeceğim; çünkü, kafamdaki tabuları yıkabilecek kadar güçlü değilim. Kendi özelim, deyip geçmek benim için bir kurtuluş yolu olacak.
Genel olarak söylemem gerekirse, bizim gibi feodaliteyi hâlâ yıkamamış toplumlarda, geniş aile ilişkileri sürdürülmektedir. Hısım akraba ziyaretleri çok olur. Onlarla iç içe, kucak kucağa yaşamlar sözkonusudur. Genellikle kırsal kesimlerde, ısı tasarrufu, yer darlığı gibi nedenlerle, aynı odalarda hatta aynı yataklarda yatılmaktadır. Küçük kızlar- oğlanlar da tabii- amcalarla, dayılarla, ağbilerle aynı yatağı paylaşabilmektedir. Akrabalar, 'saygı- sevgi' gereği birbirlerine hep güvenirler(!). Dosta düşmana karşı güçlü görünmek için, aralarında bir tatsızlık çıksın istemezler. Kızlar zaten önemsizdir onların gözünde, yeter ki, bekaretleri bozulmadan oynansın onlarla.
Sonuç olarak, tabuları yıkmış ve yıkmakta olan Batılı ülkelerde, yukardaki olaylarda da görüldüğü gibi pedofili olaylarının üzerine gidilebilmekte; bizim gibi tabuların esiri olmuş, hâlâ çocuk gelinlerin bulunduğu ülkelerde ise, bu tür olaylar örtbas edilebilmektedir. Bu konu iyi düşünülmeli, iyi gözlenmeli, topluma gerekli eğitimler verilmeli, toplum, bu konuda sık sık uyarılmalıdır. Asıl görev ise ailelere düşmektedir. Cübbeli'nin dediği gibi "Kızlarınıza el öptürmeyiniz!" Ben buna erkek çocukları da ekliyorum.
25 Ekim 2012 Perşembe
SİYASİ GÜNLÜĞÜMDEN/BEN ZENGİNLERİ SEVERİM
Aşağıda alıntılar yapacağım kitabın yazarı Heinrich Böll; sevgi, saygı, hayranlık duyduğum yazarların önde gelenlerindendir. 2. Dünya Savaşı sonrası Almanya'da yaşanan kıtlık döneminde, insanların yaşadığı sefaleti, açlığı, yoksulluğu, ahlak çöküntüsünü anlattığı "Ve O Hiç Bir Şey Demedi" adlı romanı beni çok etkilemiştir. Yazıma, bu eserden alıntılar yaparak başlamamın nedeni, anlatacaklarım konusunda, bana yol gösterici özellikler taşımasından; hem de onun o güzel anlatımının verdiği zevki, sizlere de tattırma isteğimdendir.
"......Bayan Franke üç yüz kavanozunu doldurdu doldurmasına, fakat koridorda hala reçel, turşu kokuları; Fred'in safrasını kabartmaya tek başına birebir.... Kapılar kilitli; gardropta Bay Franke'nin bodruma inerken başına geçirdiği eski şapkası var sadece. Yeni kapladıkları duvar kâğıdı, bizim kapıya kadar geliyor. Yeni badana, bizim bölüğün başlangıcı olan oda kapımızın pervazlarını aşıyor, ortasına kadar geliyor. Bizim bölük tek oda; içinde kontrplakla kamara gibi bir yer ayırdığımız tek odadan ibaret. Bu kamarada en küçük yavrumuz yatar, döküntülerimizi koyarız. Frankiler'inse dört odaları var. Bayan Franke, kadın erkek bir sürü ziyaretçiyi salonunda kabul eder. Komitelerin sayısını bilmem, kolların sayısını bilmem; onun üye olduğu derneklerden bana ne! Benim bildiğim, kilise makamlarının, bu odanın Bayan Franke'ye kesinlikle gerekli olduğunu onaylamış olmasıdır.
...... Bazan bu aile en kıymetli şeyin ticaretini yapıyor gibime gelir: Din ticareti.......Bayan Franke altmışındadır, fakat hâlâ güzel bir kadındır. Yalnız, gözlerindeki, o herkesi büyüleyen acayip parıltı ürkütür beni. O siyah, katı gözleri, ustalıkla boyanmış o bakımlı saçları, yalnız benimle konuşurken birdenbire cırlaklaşan o basık ve hafif titrek sesi; giysilerinin vücuduna tıpatıp oturuşu; her sabah kiliseye âyine gidişi; her ay cemaatin rehber hanımlarını kabul ettikçe piskoposun yüzünü öpüşü. Bütün bunlar onu o hâle getirmiştir ki, onunla savaşmak boşunadır artık.
...... Bayan Franke, binde bir yumuşar; en başta paradan söz ediyorsa. Para lafı ederken sesi öylesine tatlılaşır ki, bu korkutur beni: Bazı kimselerin hayat derken, aşk derken, ölüm veya Tanrı derken seslerine kattıkları o hafif ürküntü, o büyük muhabbetle ne de yumuşak söyler bunu! Gözlerindeki parıltı donuklaşır, yüz hatlarında bir gençleşme olur paradan, reçellerden, turşularından konuştuğu vakitler. Bunlar onun el sürülmesine asla izin vermediği hazineleridir. Kömür, ya da patates almaya arada aşağıya bodruma indiğim zamanlar, bir korku kaplar beni: Onun bitişikte kavanozları saydığını duyarım. Yumuşacık bir sesle mırıldanarak, gizli bir âyin havasına uymuş gibi ahenkli, sayar da sayar ve sesi, dua eden bir rahibin sesini hatırlatır bana. Çok zaman elimdeki kovacığı oraya bırakır, yukarı kaçar, çocuklarımı bağrıma basarım; çünkü onları bir şeylerden korumam gerekiyormuş gibi bir duyguya kapılırım....."
Romandaki Franke'lerin bitişiğinde yaşayan Bayan Kaete gibi ben de şu yaşadığımız günlerde; gidişatı, din adına yapılan zırvalamaları, partizanlıkları, adam kayırmaları, baskıları gördükçe, çocuklarımı bir şeylerden korumam gerekiyormuş gibi bir duyguya kapılıyorum sık sık. Frankeler'in, yaptıkları din ticareti sayesinde güçlü bir konuma ulaştıklarını, zenginleştiklerini ve bütün bunlar nedeniyle onlarla savaşmanın boşunalığını gören Kaete'in duygularını, kendi duygularımmış gibi hissediyorum zaman zaman.
Kendi duygularımmış gibi hissediyorum; çünkü, dini kullanarak gücü eline geçiren insanların çevrelerine korku saldıklarını, ağzını açanı çeşitli yöntemlerle susturduklarını, medyayı, şirket yönetimlerini, hukuku, bilim kuruluşlarını, üniversiteleri hükümleri altına aldıklarını, yandaş gazeteciler ürettiklerini, eğitim sistemini kendilerini onaylayacak, başkaldırıdan uzak insanlar yetiştirecek şekilde yeniden düzenlediklerini yaşayarak görüyor; onlarla savaşmanın ne kadar zor olduğu düşüncesine kapılıyorum.
Bayan Franke, çevresindekilerin gözünde etkileyici görüntüler yaratabilme konusunda ustalaşmış. Duygusal ve duyarlı görünümü, bakımlı saçları ve giysileri, her yanından şefkat fışkıran davranışlarıyla... Şu anda, ülkede gücü elinde bulunduranlara baktığımda, Bayan Frankeler'in kopyalarını görüyorum sanki. Meclisimizde ağlayan ağlayana... Sümükleri burunlarından, gözyaşları yanaklarından eksik olmuyor. Başbakanımızın eşi, ziyaret ettikleri her yoksul ülkede kendi gözyaşlarının selinde boğulacak kadar ağlıyor. Bir de Ahsen Yengemiz vardı, eski Maliye Bakanımızın sevgili eşi. Aman ne romantikti, uluorta kocasını öpmeler, boynuna sarılmalar, rüyalarında kocasının gitmesi gereken hastaneleri görmeler... Tam da, "kutsal aile" yapısına örnek olacak göz yaşartıcı mutlu aile pozları. Gerçi çocukları deveyi hamutuyla yutuyorlardı ama olsun! O kadar kusur, kadı kızında da bulunur. Emine Hanım için de, şirketlerinin sayısı belli değilmiş, diyorlar. Ben bilmem orasını. Yalnız gittiğim her yerde, bir hastane, bir fırın, bir market hatta bir ev gösteriyorlar; "Bak, Emine Hanım da buranın ortaklarındanmış" diyerek. Olabilir!..Cumhurbaşkanımızın sevgili oğlu da küçük yaşta ticarete atılmadı mı! Bülent Arınç'ın gencecik yeğeninin de BOTAŞ'a md yardımcısı olmadı mı! Emine Hanım'a laf söyleyenler bunları da görmeli. Hem bunlar fısıltı gazetesinin haberleri; gerçekliği tartışılır! İftira da olabilir saygıdeğer muhafazakarlarımıza, din tüccarlarımıza. Hem herkese ne! Yüce Rabbim verdikçe veriyor böylelerine!.. Gazeteler şu sıralar ılımlı dindar yöneticilerimize övgüler düzmeyi bıraksalar ah, ne haberler duyacağız, ne haberler!.. Ama, ne yapsınlar korku başa bela. Hem yandaş olmak da fena değil, kesenizi doldurabilir, tv kanallarında her gün boy göstererek ünlü de olabilirsiniz! Fırsat ellerine geçmişken, bırakın değerlendirsinler çocuklar.
Hem muhafazakar, hem dindar, hem liberal olan Merhum Cumhurbaşkanımız Turgut Özal: "Ben zenginleri severim." demişti. Halkımız da zenginleri seviyor! Zenginliğin nereden geldiği nasıl kazanıldığı önemli değil onlar için, madem ki kendileri zengin olamamışlar, bari seçecekleri kişiler zengin olsun! Zenginler; makarna, kömür, mercimek dağıtarak ne kadar şefkatli olduklarını gösteriyorlar,; bu bile yeter garibanların onlara karşı hayranlık duyguları beslemeleri için. Ayrıca 'dinibütün' adamlara çok hayrandır bizim halkımız. Kim ki Allah adını zikrediyor, onu baş tacı ederler anında.
Franke'ler, çoğaldıkça çoğalıyor dört bir yanda; Franke'lere ayak uyduramayan Bayan Kaete'lere ise, korkuya kapılmak düşüyor, gördükleri karşısında...
Kısa zamanda çok şeyler değişecek; buna inanıyorum!
Kısa zamanda çok şeyler değişecek; ama hangi yönde?.. Bunu bilmiyorum
20 Ekim 2012 Cumartesi
SOKAK GÜNLÜĞÜMDEN/OTURALIM MI BİR BANKTA KADIN KADINA
Biz kadınalar ne çabuk kaynaşıyoruz kendi aramızda! Bir AVM'de giysi mağazasını dolaşıyordum. Göz göze geldik. Dudaklarımızda gülümseme, çekingen adımlarla yaklaştık birbirimize. Ne konuştuğumuzun önemi yoktu, şuradan buradan, lafladık işte öylesine... Sonra, çoğu kadının yaptığı gibi, tepeden tırnağa süzdük birbirimizi.
"Elbiseniz," dedi, "ne güzel, ayakkabılarınızla da uyum içinde!"
Yüzü hüzünlüydü. Sesi de hüzünlendi; "Elbise giymeyi çok severim; ama... göbeğimmmm!" dedi, elini çökertecekmiş gibi göbeğine bastırarak. Sıradan görünümlü, aslında hiç de kilolu olmayan bu kadının göbeği biraz çıkkındı.Ona güzel şeyler söylemek geldi içimden; iltifatına karşılık olsun diye değil; hüznünü giderecek şeyler duymaya ihtiyacı var gibi geldiği için bana. "Ama," dedim, "spor giyinmişsiniz; çok yakışmış size! Bayılırım ben spor giysilere!"
Bazen böyle saçmalarım işte; hüzünlü olduğunu düşündüğüm bir kadına, çok yakışmış giysiniz, demekle onun hüznünü giderebilir miyim hiç! O da etkilenmedi zaten. Söylediklerimi duymamış gibi baktı yüzüme. Sesindeki ve yüzündeki hüzün, gözlerine de yansımıştı. Merakımı, sorularımı, duygularımı da peşinde sürükleyerek yavaş adımlarla uzaklaştı yanımdan. Sessizce seslendim arkasından: Oturalım mı bir bankta kadın kadına!
Wirginia Woolf'un, anlattıklarıma benzer bir öyküsü vardır. Bir trenin kompartımanında, karşısında oturan bir kadın ilgisini çekmiş; bu kadından etkilenerek, Bayan "Bennett ve Bayan Brown" adlı eserini yazmıştır. Bir bölümünü alıntılıyorum:
"Temiz fakat yıpranmış, abartılı düzenliliği paçavralardan veya kirden daha fazla fakirliği çağrıştıran yaşlı hanımlardan biriydi: Her şeyi ilikli, bağlı, tutturulmuş, yamanmış ve temizlenmişti. Ona ıstırap veren bir şeyler vardı, görünüşü kederli veya endişeliydi, üstelik çok da ufak tefekti. Temiz, küçük botları içindeki ayakları yere ancak değiyordu. Ona bakacak kimsesinin olmadığını, kararlarını kendi başına vermesi gerektiğini, senelerce önce terk edildiğini ya da dul kaldığını, belki de tek oğlunu büyüterek geçirdiği sıkıntılı, ziyan olmuş bir hayatı olduğunu ve oğlunun artık kötü yola sapmaya başladığını hissettim."
AVM'deki kadınla ilgili benim meraklarım ve hislerim de bunlardan pek farklı değildi. Ah, bir bankta yan yana oturup konuşabilseydik! Konuştukça laf lafı açar; anlatma sırası bana geldiğinde belki ben de ona içimi açardım.
"Elbiseniz," dedi, "ne güzel, ayakkabılarınızla da uyum içinde!"
Yüzü hüzünlüydü. Sesi de hüzünlendi; "Elbise giymeyi çok severim; ama... göbeğimmmm!" dedi, elini çökertecekmiş gibi göbeğine bastırarak. Sıradan görünümlü, aslında hiç de kilolu olmayan bu kadının göbeği biraz çıkkındı.Ona güzel şeyler söylemek geldi içimden; iltifatına karşılık olsun diye değil; hüznünü giderecek şeyler duymaya ihtiyacı var gibi geldiği için bana. "Ama," dedim, "spor giyinmişsiniz; çok yakışmış size! Bayılırım ben spor giysilere!"
Bazen böyle saçmalarım işte; hüzünlü olduğunu düşündüğüm bir kadına, çok yakışmış giysiniz, demekle onun hüznünü giderebilir miyim hiç! O da etkilenmedi zaten. Söylediklerimi duymamış gibi baktı yüzüme. Sesindeki ve yüzündeki hüzün, gözlerine de yansımıştı. Merakımı, sorularımı, duygularımı da peşinde sürükleyerek yavaş adımlarla uzaklaştı yanımdan. Sessizce seslendim arkasından: Oturalım mı bir bankta kadın kadına!
Wirginia Woolf'un, anlattıklarıma benzer bir öyküsü vardır. Bir trenin kompartımanında, karşısında oturan bir kadın ilgisini çekmiş; bu kadından etkilenerek, Bayan "Bennett ve Bayan Brown" adlı eserini yazmıştır. Bir bölümünü alıntılıyorum:
"Temiz fakat yıpranmış, abartılı düzenliliği paçavralardan veya kirden daha fazla fakirliği çağrıştıran yaşlı hanımlardan biriydi: Her şeyi ilikli, bağlı, tutturulmuş, yamanmış ve temizlenmişti. Ona ıstırap veren bir şeyler vardı, görünüşü kederli veya endişeliydi, üstelik çok da ufak tefekti. Temiz, küçük botları içindeki ayakları yere ancak değiyordu. Ona bakacak kimsesinin olmadığını, kararlarını kendi başına vermesi gerektiğini, senelerce önce terk edildiğini ya da dul kaldığını, belki de tek oğlunu büyüterek geçirdiği sıkıntılı, ziyan olmuş bir hayatı olduğunu ve oğlunun artık kötü yola sapmaya başladığını hissettim."
AVM'deki kadınla ilgili benim meraklarım ve hislerim de bunlardan pek farklı değildi. Ah, bir bankta yan yana oturup konuşabilseydik! Konuştukça laf lafı açar; anlatma sırası bana geldiğinde belki ben de ona içimi açardım.
18 Ekim 2012 Perşembe
BİR YAZARIN BOHÇASINDAN/BİR BOŞ MÜCEVHER KUTUSU
Aile arasındaki adı "Uyuşuk"tu. Başlangıçta duymazdan gelmeler, kırgın bakmalarla tepki gösterse de, sonunda sessizce kabullenmişti bu adı. Aldırdığı filan yoktu artık bu duruma. Onu asıl çileden çıkaran, başkalarının yanında da kendine Uyuşuk denilmesiydi. Kendi aile çevrelerinden olan bu başkaları, düşüncelerini sözleriyle değil, gözleriyle anlatan insanlardı. Onların; "uyuşukluğun yüzünden okunuyor!" diyen alaycı; ya da, "vah zavallı yavrucak, nasıl da gururunu kırıyorlar!" diyen acıklı bakışlarına dayanamıyor; içinde bulunduğu durumun sorumlularıymış gibi, tüm öfkesini onlara yöneltiyordu, Esin (gerçek adı buydu). Ah, eziğin biri olmasaydı, neler söyleyecekti onlara neler!..
"Neler söylerdin?" diye sordu içinden gelen bir ses. Duraksadı. Kaşları, kaygıyla dolan gözlerinin üstüne düştü. Kendine yöneltilen sorulardan korkar, kendisi de soru sormaktan çekinirdi. Fakat ne olduysa, şu son zamanlarda hem kendini, hem de kendi dışında gelişen bazı durumları sık sık sorgular olmuştu. "Neler söylerdim?" diye mırıldandı kendi kendine. Boş bakışlarını, beyaz badanalı boş duvarlarda gezidirdi. Hızla sağa döndü, sonra sola. Bir kapıya baktı, bir pencereden yana... Sonunda gözlerini pikenin kenarına dikip derin düşünceler daldı. Aklına bir şey gelmiş de söyleyiverecekmiş gibi dudakları kıpırdadı bir an; ama, yalnızca "hiçbir şey" diyebildi.
Bazı durumlarda, ne kadar çabalarsa çabalasın iki çift lafı bir araya getiremiyor; duygularını anlatabileceği anlamlı bir cümleye dönüştüremiyordu bir türlü. Sıkıntılı yüzünü, güneşin kızıllaştırdığı perdeye döndürdü. Perdeden yansıyan kızllık, yüzünü de kırmızıya boyadı. Pencere pervazından havalanan bir karasinek, dağınık saçlı başının çevresinde vızıltılı şarkılar söyleyerek dans etmeye başladı. Hop burnuna, hop yanağına, hop alnına konuyor; çıldırtıyordu Esin'i. O karasineğin canına okuyacaktı. Üzerindeki pikeyi tepip attı. Kalkmak için yeltendi; ama, omuzlarına çöken bir ağırlıkla birlikte, başı yastığa düştü kaldı...
Öfkesi kendine yönelmişti. "Uyuşuğun tekiyim işte!" dedi. Kendi kendine mırıldanıyor, insanlara kızıyor; ama, en çok da kendine kızıyordu. Kendisi bile kendine uyuşuk, dedikten sonra başkaları demiş n'olacaktı ki! Gözlerinden boşalıveren yaşları gizlemek istercesine, yüzünü yastığın altına gömdü.
Böyle ağlamaklı anlarında; Almira, kendini beğenmişlere özgü duruşuyla, canlanıveriridi gözünün önünde. Kulaklarında yankılanan sesiyle birlikte; çilli yüzü, gurur ve kibir akan ışıltılı gözleriyle karşısındaydı yine işte. Haftanın son gününde, buluşmak için sözleştikleri kameriyenin altına; yürürken çevresinde yarattığı, görünmez ama hissedilebilir esintiler arasından, sert adımlarla geçerek gelmişti. Herkesi, tepeden bakışlarla süzdükten sonra, bir elini formasının kemerine sokup, diğer eliyle dalgalı saçlarını havalandırarak;
"Hey, var mısınız millet: Yarın hep birlikte Yorum Alışveriş Merkezi'ne gidelim, altını üstüne getirelim oranın!" deyişiyle karşısına dikilmişti yine.Başını yastığın altından çıkardı. Hem yüzüne yayımış gözyaşlarını siliyor, hem de Almira'yı düşünüyordu. Bir kız, nasıl olur da böyle rahat davranabilirdi ki! Bunu anlayamıyordu. Kendisi, uyuşuk biri olduğu için böylesine ezikti belki de.
Öyle miydi?..
Hiç de öyle değildi. Ezik olduğu için uyuşuktu aslında! Bunu bir yerlerden duymuştu: Ezik insanlar, kendilerine güvenleri olmadığı için, hareket etmeye, düşüncelerini söylemeye kolay kolay cesaret edemezlermiş. Bu yüzden, gün geçtikçe pısırıklaşıp giderlermiş. Kendi gerçek durumunun nedeni buydu işte!
Almira bambaşkaydı ama! Kendisiyle gurur duyuyordu. Gösteriş yapmayı seviyordu. Kimsye aldırmaz bir hali vardı. Burnu havada gezen kızlardandı o. Doğrusu, ezikliğin 'e'si bile yoktu Almira'da. Almira, yalnız rahatlık konusunda değil, giyim konusunda da bir numaraydı, Esin'e göre. Bronzlaşmış bacaklarının üstüne giydiği, bir çiçeğin taç yapraklarıymış gibi duran mini, plili etekler; göbeğini ve ince belini açıkta bırakan bluzlar nasıl da yakışıyordu kendisine! Papatya, kelebek, uğurböceği şeklindeki o rengârenk tokaları ile, kızıl saçlarının arasında baharı taşıyordu sanki! Hiç kimse, Almira kadar kendine yakışan giysiler giyemezdi.
Bakışlarındaki havadan mı, yüzündeki kendini beğenmişlik anlamından mı; yoksa, kimi zaman sergilediği çılgınca davranışlarının yarattığı durumlar nedeniyle mi, bilemiyordu; Almira'dan çok etkileniyor, onu çok da güzel buluyordu. Gerçi Esin'in kendine özgü garip bir güzellik anlayışı vardı. Herkesin hayran kaldığı değil; çoğunun, "çirkinin teki" diyebileceği tipler arasından çıkıyordu onun hoşlandıkları. Amcasının oğlu Hasan'ı bile yakışıklı buluyordu. Evdekiler, dayısıgil, halasıgil istedikleri kadar Kirpi Kafa desinler ona. Zaten onların işi gücü, ona buna ad takmak, diğer insanları alaya alarak küçümsemek, fesat bakışlarla süzerek insanların kötü yanlarını aramak, dedikodularını etmek değil miydi! İşte sırıf bu nedenlerle, sinir oluyordu onlara. Onlar; "Allah bir" dese, "iki" demek geçiyordu içinden hep. Yine de inat olsun, diye değil de, gerçekten beğeniyordu Hasna'ı. Dudaklarını ve gözlerini kısarak gülümseyişine, komik konuşmaları sırasındaki el hareketlerine bayılıyordu!
Almira'nın da güzel olmadığı, üstelik kendini beğenmişin teki olduğu, söyleniyordu hep. Güzel olmadığı değil de, kendini beğenmişin biri olduğu, Esin'e göre de doğruydu. Ama, kim ne derse desin Almira'yı çok beğeniyor; ona özeniyor, hayran kalıyor; onun gibi âni çılgınlıklar yapabilmek, onun gibi kısa etekler, göbeğini ve belini açıkta bırakan blûzlar giyebilmek istiyordu.
Hıçkırığı andıran derin bir iç çekiş çıktı dudaklarının arasından. Hüzünlenen gözlerini tavana dikti. Gerçekleştirmek için can attığı o küçücük özlemler, neden yıldızlar kadar uzağındaydı! Neden babasının belirlediği sınırlar içine hapsoluyordu hep! Üstelik bu sınırlar, yaşı büyüdükçe daralıyor; daraldıkça, kıpırdayamaz hale getiriyordu Esin'i.Babası, kaşlarını çatıp "höt!" dedi miydi, akan sular durudu evlerinde. Görüşüp konuşabildiği tek erkek, Hasan'dı. Bir keresinde Hasan'la yan yana oturmuş, babaannelerinin komikliklerini konuşmaya dalmışlardı. Esin'in kahkahalarla güldüğü bir sırada, âniden kapıda beliriveren babasının delici bakışlarıyla karşılaşmış, kahkahası dudaklarının arasına sıkışıp kalmış, korkusundan ne yapacağını şaşırmıştı.
Babası, Hasan gittikten sonra, Esin'i bir köşeye çekmiş; "Bir daha, oğlanlarla konuştuğunu görür, öyle at gibi kişnediğini duyarsam; ağzını yırtarım senin!" demişti. On iki yaşına ayak bastığı, ilk regl olduğu günlerden birinde yaşamıştı bunu. İşte o zaman fark etti; yaşı büyüdükçe, çevresini saran sınırların daraldığını. Babasının "höt"leri çoğaldıkça çoğalıyor; annesinin suskunlukları da iyiden iyiye artıyordu artık. Esin, Hasan'la birlikteyken geçirdiği mutlu anları özlüyor, Hasan yanında olsun istiyordu hep. Ama, Babası "höt" demişti bir kez; artık, Hasan'a elveda demenin zamanının geldiğini, kalbinden gelen buruk ve acı bir ses fısıldamıştı kulağına. O günden sonra, amcasıgil ziyaretlerine geldiğinde; "Hasan bir şey söyler de, yanıt vermek zorunda kalırım" düşüncesinin yarattığı korkuyal, çay kahve yapma bahanesiyle, mutfaktan hiç çıkmadı Esin.
Annesi nasıl da mutlu olmuştu, böyle mutfak işlerine soyunmasından. Ağzı kulaklarında, hoşnut bakışlarla Esin'i süzerek: "Büyüyorsun gayrı; bak, uyuşukluk filan da kalmadı; elin işe yatkınlaştı1" demişti. Yüzüne yapıştırdığı sırıtkan bir ifadeyle yanına yaklaşmış, sırtını sıvazlamaya yeltenmişti. Ama Esin, kendini hızla kenara çektiği için, annesinin uzanan eli, havada kalakalmıştı.
Başının çevresinde dolanıp duran karasineğin varlığını unuttu Esin. Bir titreme geldi birden, pikeye sarındı yeniden. O gün, kendisinde olmayan konuşma yeteneğine birdenbire kavuşuvermişçesine; "büyümek, büyümek, büyümek..." diye başlayan isyankâr cümleler, dilinin ucuna nasıl da peş peşe akın etmeye başlayıvermişti! "Büyümek, istediğim kişilerle artık konuşamamak demekse, büyümek kahkahalarla gülememekse, büyümek mutfaklara saklanmak demekse; büyümek filan istemiyorum ben!" diyecekken vazgeçmişti. İyi de yapmıştı, böyle yapmakla! Nasıl olsa, kendisini anlamazdı annesi. İyi biliyordu bunu. Ona, kırık dökük cümlelerle de olsa, herhangi bir şeyi anlatabilme umudunu kesmişti artık. Hangi konuda olursa olsun, söylediklerini dinletmek olanaksızdı annesine. Karşısında öylece durur; "neler yumurtlayacaksın bakalım yine sen!"diyen baışlarını takınır, başlamadan bitiriverirdi konuşmayı.
Annesinin bir uyurgezer olduğunu düşünüyordu Esin. Komşularının yanında, her şeyi ben bilirim, anlamı yüklediği ses tonu, sürmeli gözlerinden yansıyan gurur duygusuyla; "Bir çocukta önce Allah, sonra ana baba korkusu olmalı komşum! Maaşallah, çocuklarım pek saygılıdır. Allah sizi inandırsın: Babalarının karşısında ağızlarını bile açmamışlardır daha!" diye övünerek konuşan annesi, uykusunda konuşmuyor da, n'apıyordu, peki! Uyanık olsaydı; saygıdan değil, korkudan konaşamadıklarını görmez miydi! Durup dururken, Hasan'la olan ilişkisini neden kesti bu kız, diye sorgulamaz mıydı!..
Aklına yer eden, ölene dek unutamayacağı bir olay vardı Esin'in. Annesi, kareli bir kumaştan kendisine etek dikiyordu bir gün. Eteğin öyle dümdüz değil de, şöyle biraz süslü püslü olması için, annesine yalvarmıştı. Kdın; bu yalvarmalara, bu ısrarlara dayanamadığı için, eteğin iki yanına, süs niyetine püsküllü cepler koymuştu sonunda. Esin, bu şekliyle, eteğe bayılmış, sevincinden, hiç yapmadığı bir şeyi yapmış; annesinin yanağına, kocaman bir öpücük konduruvermişti. Akşam işten gelen babası, cepleri görünce çılgına dönmüş-çılgına dönüş nedenini hiçbir zaman anlayamamıştı Esin-iki cebin ikisini de, patır patır söküp fırlatıp atmıştı çöpe. Babasının heyheyleri tuttuğu o gece; cepleri sökmesine engel olması için, annesinin gözlerinin içine yalvaran baışlarla bakarak bir şeyler yapmasını beklemiş; beklentisi boşa çıkınca, karanlık mutfak köşelerinde gizli gizli ağlamıştı.
Annesi uykuda olmasa; "Neden böyle yapıyorsun Selahattin? Çocuk bunu çok istiyor! Kime ne zararı var; bırak kalsın, sökme o cepleri!" demez miydi babasına! Rüyalarına bile uyurgezer olarak giriyordu artık annesi. Rüyalarında onu, pardösüsünün uzun etekleri yerleri süpürür, türbanının ibikleri havada dalgalanırken, kolları yana açılmış bir şekilde; rüzgârın önüne katıp sürüklediği kocaman bir hayalet gibi, bilinmeyen bir yöne doğru sürüklenip giderken görüyordu hep. Başına kötü bir şey gelmesinden korktuğu annesinin, soluk soluğa peşinden koşmaya başlardı. Sonunda onu yakaladığında, beline sıkıca sarılır, uyandırmak için sarsar sarsar sarsardı. Esin sarstıkça, annesinin, bedeniyle birlikte yüzü de yavaş yavaş silinir; saydam bir kâğıda rastıkla çizilmiş de alnının iki yanına yapıştırılıvermiş gibi duran kaşları ile, çevreleri sürmeye belenmiş gözleri kalırdı yalnızca görünürde. Esin, bir çift göz, bir çift kaş haline dönüşen annesine, korku içinde bakar, korku dolu çığlık atarak uyanırdı hep.
Bu düşünceleri kovmak istercesine, iki elini birden sağa sola salladı. Almira; varlığını, çevresindekilere hissettiren yürüyüş biçimiyle, düşüncelerinin arasına sızıverdi yeniden. Yalnız giysilerine değil, her şeyine hayranlık duyuyordu Esin onun! Son günlerde, herkesin çirkin bulduğu, onu çirkinleştirdiği söylenen yürüyüşüne bile öykünür olmuştu. Almira gibi hissedilebilir esintiler yaratamasa da; zınk zınk, diye ses çıkartan sert adımlarla yürüyordu artık. Annesi, niye öyle bağdan boşanmış gibi, memelerini sallay sallaya, paldır küldür yürüdüğünü sorunca, çok öfkelenmişti. İçinde "meme" sözcüğü geçtiği için, bu sorudaki ayıplayıcı ve suçlayıcı anlamı; sorunun içinde barındırdığı kötü niyeti hemen sezmiş; "Memelerim yok ki sallayayım!" diye bağırmıştı annesine. Böyle bağırmıştı annesine; ama, yine de, içine bir ayıplanma, hatta bir suçlanma korkusu yerleşmiş, o günden sonra nasıl yürüyeceğini şaşırır duruma gelmişti.
Esin,Almira'yı her dedğini seve seve yapacak kadar çok seviyordu, ama Almira, belki sessiz pısırık duruşundan, belki de gözlerini ayırmadan kendini izleyişinden hoşlanmadığından, en çok da kendini beğenmişliğinden yüzüne soğuk bir anlam yükleyerek baktığı Esin'i sevmiyordu. Esin, cesaretini toplayıp bir şey soracak olsa, Almira onu duymazdan geliyordu. Hep Esra ile konuşuyor, Esra ile fısıldaşıyor; yalnızca, Esra bir şey söylediğinde kulak kesiliyordu. Hoş, Almira kendisine bir şey söylese, heyecanından, sinikliğinden yanıt bile veremezdi ya Esin! Rüküş giysileri, ezik duruşuyla aynadan yansır gibi kendi görüntüsünün yansıdığı karşı duvara dikti gözlerini. Dağnık saçlarında ellerini gezdirerek baktı düşsel görüntüsüne. Sümsüklerin en sümsüğü bir kız duruyordu karşısında. Hoşlanılacak neyi vardı ki!
Vızıltısı kesilmiş, karasinek çoktan kayıplara karışmıştı. Pikenin yüzeyinde oluşan geniş bir dalgalanma ile birlikte, tırnakları yaldızlı ojeli iki ayak uzandı yatağın dışına. Esin, anında kızıla boyanıveren ayaklarına, hayran hayran baktı. Nasıl da yakışıyordu, gizli gizli sürdüğü o pembe oje!Ne hoş duruyordu tırnaklarında! Kollarını pikenin altından çıkardı. Bakışlarını ayaklarından ayırmadan, tatlı tatlı gerindi. Ah babası kızmasa, akrabaları dedikodusunu etmese; el tırnaklarını da, yaldızlı ojelerle rengârenk boyasa! Hem o zaman, ojeleri bozulmasın, diye tırnaklarını da yemezdi. Ellerine baktı dikkatle. Dudaklarıyla birlikte, gözlerinin içine de bir gülümseme oturmasıyla birlikte, bambaşka bir güzelliğe büründü.
Esin, yastığa yayılmış siyah, ince telli saçından bir tutamını yüzüne yaklaştırarak ilgiyle inceledi. Yüzündeki gülümseme izleri siliniverdi birden. I ıhhh, kötü, çok kötüydü; cansız ve hacimsiz! Televizyonlardan duyuyordu: Hacimli saçlar kadınları mutlu edermiş. Oysa, daha önceleri 'hacim'i, kadınları mutlu eden gür saçlar olarak değil; matematik kitaplarında yazdığı gibi, bir maddenin uzayda kapladığı yer, olarak bilirdi yalnızca. Durakladı. Biraz düşününce, bir yanlışlık yaptığını anladı. 'hacim' ve 'hacimli' sözcükleri farklı anlamlardaydı. Çünkü, '-li' eki sözcüklerin anlamlarını değiştirirdi. Peki öyleyse, hacimli saç, deniliyorsa; hacimli kap, da denilebilir(miy)di. Yine de bu işte bir yanlışlık vardı! Bütün saçlar uzayda yer kapladığına göre, zaten hacimleri var demekti; öyleyse, hacimli saç, ya da hacimsiz saç diye bir şey olmazdı ki!..
"Aman, neyse ne canım; derdi bana mı düştü!" dedi. Sırt üstü döndü çabucak. Hayalleri dağılsın uçup gitsin istemiyordu. Saçlarına baktı yeniden. Hem hacimli (güldü kendi kedine) hem de canlı görünmesi için bir tutamı mor, bir tutamı kırmızı-yeşil de olabilirdi-olacak şekilde saçına kaynak yaptırsa; renkli tokalar, pırıltılı bandanalar taksa, kendisi de Almira gibi, bahar saçlı bir kıza dönüşebilirdi. Tabi ki dönüşebilirdi! Ya bir de dövmesi olsa!?.. İçinde başlayıp yüzüne yayılıveren bir heyecan duygusu yanaklarını pembeleştirdi.Gözleri pırıltılı bir görünüme bürünürken, aceleci hareketlerle, pamuklu geceliğinin sol kolunu omzuna dek sıyırdı. İnce, beyaz koluyla omzunun birleştiği bir noktaya, parmağını bastırarak dövme yerini işaretledi. İşaretlediği yerde küçük, beyaz bir yuvarlak oluştu. Başını yana eğip küçük beyaz yuvarlağın oluştuğu, o belli belirsiz noktaya baktı dikkatle. "İşte, tam oraya; uçmaya hazırlanan bir kelebek..." diye düşünüyordu ki; önce durakladı, sonra bakışlarını hızla çekti omzundan. Yok ama, kolsuz giysi giyemezdi; yasaktı ona! Olsun, omuza yaptırmak şart mıydı sanki! Kolunu uzatıp sol bileğine baktı; buraya da olabilirdi pekala!
Odanın içinde dolaştırdı bakışlarını. Davranışlarını kısıtlamaya zorlayan, kendisine karışmaya kalkışacak kimseler yoktu odada. Yüzünde beliren bir gülücükle birlikte, gözlerinin önünde tatlı, bulanık görüntüler canlanıverdi. Tepeden tırnağa değişmiş haliyle, pembe toz bulutları arasından çıkıp geliveren yeni Esin karşısındaydı şimdi. Üzerinde bordo renkli, şal desenli, göbeğiyle belini açıkta bırakan İspanyol kollu bir blûz; altında saf ipekten, plili, gri bir etek vardı. Rengârenk tokaları, ışıltılı bandanasıyla tıpkı Almira gibi, renkli saçlarında baharı taşıyor; insanların yığınlar halinde aktığı bir caddede, ayağında kırmızı sandaletleri, bileğinde halhal'ı, dudağının ucuna minicik bir goncagül gibi oturmuş gülümsemesiyle, mankenler gibi yürüyoooor yürüyordu... Hayır, yürümüyor; o incecik , zarif bedeniyle kelebekler gibi uçuyordu sanki...
İki de bir, rüzgârda uçuşup yüzüne savrulan saçlarını kaldırıyor; rimel ve göz kalemiyle belirginleşmiş iri gözleriyle çevresine bakınıyor; insanlar üzerinde hayranlık duygusu uyandırdığını görebiliyordu. Çöp gibi incecik, tahta gibi kupkuru bedenli bu çelimsiz çocuk haliyle, bu kadr çok ilgi görmesine, böylesine hayranlık uyandırmasına hiç de şaşırmıyor; çünkü, nedenini gazete ve televizyonlarda görüp okuduklarından biliyordu: Böylesine hayranlık dolu gözlerle izlediklerine göre, onu 'sıfır beden' sayıyorlardı mutlaka!
Esin, bu duygular, bu düşünceler arasında kaybolu gitmişti. Artık Esin olmaktan çıkmış, bambaşka bir kimliğe, bambaşka bir kişiliğe bürünmüştü. Bu yeni kimliği gözlerini kamaştırmış, körleştirmiş, çevresinde olup bitenleri göremez hale getirmişti onu. Alaycı kahkahalar atarak, düşe kalka kendisine doğru koşan kişinin-yaratığın-farkında bile değildi. Dikkati, çevresindeki nesnelere yönelme özgürlüğünü yitirmişti artık. Tuhaf, paspal, işler acısı halde peşinden koşan bu yaratık, Esin'i bir an önce yakalamak, yeniden avucunun içine alarak eski haline döndürmek için koşuşturmaktan kan ter içinde kalmıştı. Sonunda, Esin'in tam burnunun dibine sokularak iki eliyle birden yakasına yapıştı. Delici bakışlarını takınıp alaycı bakışlarını kullanarak;
"Hey, Uyuşuk!" dedi. Sesi hırıltılı ve boğuk çıkıyordu, "bak, peşindeyim işte, benden kurtulduğunu mu sanıyordun!" Olduğu yerde kalakaldı Esin. Beti benzi attı. Yıllardır peşini bırakmayan bu ses, bu görüntü en olmadık yerlerde karşısına dikiliveriyordu. İşte, yine karşısına dikilmiş, yakasına yapışmıştı. Bazen öfkeli, bazen de alaycı sesiyle demediğini bırakmazdı Esin'e. Kendini bildi bileli, ardı arkası gelmeyen o yürek sıkıcı, ürkütücü, en çok da aşağılayıcı laflarını dinletmiş, canından bezdirmişti Esin'i. Ya, utanç verici o görünüşü!..
O ezik, o sümsük, o kılığı bozukla herkesin içinde yan yana görünmektense, yedi kat yerin dibine girse daha iyiydi. İnsanı rezil etmek için, elinden geleni ardına koymazfı bu sümsük; biliyordu bunu. Üstelik, knuşması konuşmaya benzemez, iki çift lafı bir araya getirmeyi beceremezdi; ama, karşısındaki Esin olunca çenesi bir açılır, bir daha kapanmak bilmezdi. Onu tekmelemek, yerden yere çarpmak, bir dozer gibi ezip yok etmek, körkuyulara atmak geçti içinden; ama, onun ne kadar baskın olduğunu, ne yaparsa yapsın ondan kurtulamayacağını, daha önceki deneyimlerinden biliyordu.
"Bırak artık peşimi!" diye bağırdı. Ama boşuna! Annesi gibi, ona da laf anlatmak mümkün değildi. Dırdırlarına başlamıştı bile:
"Başkalarının gözünde, sana karşı hayranlık duygusu yüklü, diye gururlanacak kadar aptal mısın? İnsanların sözleriyle değil, gözleriyle anlattıkları yüzünden, yeterince acı çekmedin mi? Ruhunda karakış hüküm sürerken, saçlarında taşıdığın yalancı bahara mı seviniyorsun? İnsanlar seni 'sıfır beden' sandı diye, duygularını anlatacak anlamlı cümleler kurabilecek misin? Böyle havalı giysiler giymekle, babanın "höt"lerinden kurtulabilecek misin? Şimdi Hasan sana, "günaydın" dese, sen ona, günaydın, diye karşılık verebilecek misin? Eteğine püsküllü cepler diktirebilecek misin?.. Vıdı vıdı bıdı bıdı..."
Kısa süren sisli görüntünün, kulak tırmalayıcı cızırtının ardından, bir boşluk, bir sessizlik başladı birden. Bir el gizlice kumandaya basmış,bütün o vıdı vıdıları, o görüntüleri kesivermişti sanki. Tam da derin bir soluk alacakken, yeni bir tehlikeyle yüz yüze gelmek üzere olduğunu önce hisseti, sonra gözleriyle gördü Esin. Kulakları uğuldamaya, kalbi deli gibi çarpmaya başladı. Aman Allahım, çığ gibi yuvarlanıp kalabalığı yara yara, üstüne doğru gelen o koyu gölge de neyin nesiydi! Şimdi, bütün bedeni, zangır zangır titriyordu. Gözleri, yuvalarından fırlayacaktı neredeyse. Daha, 'neler oluyor' demeye kalmadan, gölgenin açılıveren dev ağzından çıkan yüksek ve ürkütücü bir ses, uğuldayarak dalga dalga yayıldı kalabalık cadde boyunca:
"Hööööt. hötötöt höt hööööt!"
Bu ses, tanıdık bir sesti. Sık sık içinde duyduğu, kendisini ürküten, elini kolunu bağlayıveren bir sesti, Esin'in; ama, bugüne dek hem böyle bir görüntüyle karşısına çıkmamış, hem de bu kadar büyük bir korkuyla sarsmamıştı kendisini. Kalakaldı olduğu yerde. Yardım isteyen gözlerle çevresine bakındı. Kısa bir an önce, kendisini hayranlıkla izleyen insanlar, onu yapayalnız bırakmış, arkalarına bile bakmadan kaçışıyorlardı şimdi. Topukları, popolarını dövüyordu koşuşurlarken. Parfüm kokuları yerine, terden sırılsıklam olmuş pantalon ve gömleklerinden, mide bulandırıcı kokular salıyorlardı çevrelerine. Yüzleri yüz olmakta, gözleri göz olmaktan çıkmış; her biri acınacak birer ucubeye dönmüştü.
Kendisi olsaydı, böyle bir durumda Almira'yı bırakıp kaçmaz, onu asla yalnız bırakmazdı. Oysa, bu korkaklar daha neler olup bittiğini bile anlamadan, köşebaşlarına, dar sokak ağızlarına sürüler halinde akıyor; magazaların içlerine zor atıyorlardı kendilerini. Toz duman içindeki bu ıssızlık ve sessizliğin ortasında yapayalnız kalakaldı Esin. Korkusundan, aklı başından gitmiş; ne yapacağını, ne yana gideceğini şaşırmıştı. Bugüne dek, kendisini hep éhöt"ler yönettiğinden, kendi kendini yönetemez, yol bilmez iz bilmez duruma gelmişti. Düşlerinde bile kafasına eseni yapamıyor, emin adımlarla istediği yöne yürüyemiyordu. Yürüyüp gitmeye kalkıştığında yalpalıyor, sendeliyor, düşüyor, sakatlanıyordu. Sonunda, bir karabasanın ortasında buluveriyordu kendisini. Yol gösterecek, uzanıp tutuvereceği sıcak bir ele; kendisini dinleyecek, kendisini anlayacak, kendisini avutacak tatlı, yumuşak, iç okşayıcı bir sese ne kadar çok ihtiyacı vardı!
Bu çıldırtıcı sessizliğin ortasında, hiç olmazsa bir "çıt" sesi duyabilmek için kulak kesildi. İşte o anda, önce kulakları sağır eden bir uğultu, ardından, birbiri ardına eklenerek bir alarm sesine sönüşen "çıt çıt çıt.." sesleri arasında, bir bez parçası havalara fırladı. Bu bez parçaı, Esin'in başının üstünde dolanıyor, yüzünü gözünü kapatıyor, boğazına sarılıyor soluk alamaz, çevresini göremez, soluk alamaz hale getiriyordu onu. Onu başından def etmek, uzaklaştırmak için sağına soluna tekmeler savurmaya başlamıştı ki, bez parçası kırmızılara boyanmış bir hortlak şekline dönüşerek, Esin'in üzerine çullandı. Esin, pikenin altına zor attı kendini. Soluğunu tutmuş, korku içinde başına gelecekleri beklerken, pencerden doğru bir ses yükseldi:
"Hanımların dikkatine: Overlok makinesi ayağınıza geldi! Halı kenarları, kilim kenarları, battaniye kenarları, paspas kenarları beş dakikada yapılır, evini...." Başını yavaşça, yastığın altından çıkardı. Neredeyse her gün, aynı saatlerde duyduğu overlokçunun sesiydi bu. Kalp atışları yavaşladı. Titremesi geçti. Yavaş yavaş kendine geldi. Bütün bu başına gelenlere bir anlam vermeye çalışıyordu ki, biraz önce gördüğü hortlak, perdenin arkasından çıkıp, odanın ortasına zıplayıverdi. Ağzını kocaman açıp kazma dişleriyle halıların püsküllerini, kilimlerin püsküllerini, örtülerin püsküllerini, püskül niyetine Esin'in saçlarını, havluların püsküllerini, nerede ne kadar püskül varsa, hepsini de teker teker, "kıtırt kıtırt kıtırt" diye kesti. Ardından, dev birer iğneye dönüştürdüğü uzun parmaklarının ucunu batıra çıkara, delik deşik etti, her yeri, her şeyi...
Esin, korkusundan ne yapacağını şaşırdığından, saklanacakken, yatağının üstünde, bir heykel gibi dimdik doğruldu. Pıtı pıt sesleri gittikçe yükseliyor, bu seslere karışan yeni tuhaf seslerle birlikte kulaklarında çınlıyordu artık. " "Höt, Uyuşuk! Pıtı pıt! Neler yumurtlayacaksın bakalım yine! Pıtı pıt, babalarının karşısında ağızlarını bile açamazlar! Pıtı pıt, at gibi kişneme ağzını yırtarım Zavallı yavrucak! höt höt höööt"
Beyaz badanalı duvarlarda, tenis topları gibi zıplayan bu karman çorman cümle bozuntularının her bir, sözcüğü, birbirine karışıp, birer sözcük salatasına dönüşerek, uçlarından kan damlayan ünlem işaretlerini keskin birer kılıç gibi kuşanmış, ürkütücü bir marşa dönüştürdükleri höt höt sesleri eşliğinde güçlü bir ordu gibi, Esin'in üstüne üstüne yürümeye başlamışlardı.
Yatğın üstünden korku içinde atlayıp, karyolasının altına attı kendini. Loş boşlukta, el yordamıyla, bir şeyler aradı çabuk çabuk. Bir süre sonra, titreyen ellerinde tuttuğu metal bir kutuyla, sürünerek çıktı karyolasının altından. Doğruldu çabucak. Kutuyu, yatağının üstüne koydu. Titremesine engel olamadığı elleriyel güçlükle açtı, kutunun kapağını. İçindeki bir sürü ıvır zıvırın üstüne; hayallerini, düşlerini, kendisine yıldızlar kadar uzak olan özlemlerini, yarattığı yeni Esin'i, Hasan'ı, Almira'yı, Almira ile ilgili özentilerini, tutam tutam kırpılıp atılan renkli saçlarını, ojesini, göz kalemini, hızmasını, halhalını, kahkahalarını, dudağının ucunda minicik bir goncagül gibi oturan gülümsemesini, kırmızı sandaletleriyle birlikte daha başka şeyleri üstü üste tıkıştırarak yerleştirdi çabucak. Dışa taşanları, sanki zıplıyormuşçasına kutunun dışına atlayanları yeniden kutuya yerleştirip iki elini birden üzerine bastırdı sıkı sıkı.
Eli, bir Kurban Bayramı'nda Hasan'ın hediye ettiği ve tam kalbinin üstünde taşıdığı kolyesine gitti. Kolyenin gizli bölmesinden çıkardığı minik bir anahtarla kapağını kapatıp kutuyu kilitledi çabucak. Gözü, avucunda tuttuğu anahtarda, yavaş adımlarla pencereye yürüdü. İki kanadını birden sonuna dek açtığı pencereden, yarı beline dek dışarı uaznıp anahtarı, fırlatabileceği en uzak noktaya fırlattı. Baktı arkasından; anahtar, suda yüzer gibi yere paralel havada yüzdü bir süre.Sonra, yavaş yavaş bir kuş tüyüne dönüşerek, gökyüzüne doğru yükselmeye başladı. Yükseldi, yükseldi, yükseldi... ve... yumuşacık beyaz bulutların arasına karışarak gözden yitti, gitti...
Hızla, sırtını döndü pencereye Esin. Hiçbir duygu izi barındırmayan yüzünde, bomboş bakan gözleri, usulca kapanıp iki damla yaş akıttı yanaklarına. Gözyaşları, yanaklarından süzülürken hızlı adımlarla, bir kapıya, bir pencereye, sonra tekrar kapıya yürüdü. Yürümüyormuş da, uçuyormuş sanıyordu kendini. Hafiflemişti, çok hafiflemişti. ama, bu hafiflik, içinde sakladığı değerli mücevherler çalınmış olan boş bir mücevher kutusunun hafifliğini andırıyordu.
Hızlı hızlı soluyarak durakladı bir süre. Sonra, bir uyurgezeri andıran yürüyüşüyle pencereye yöneldi yeniden. Üzerlerindeki karlar hâlâ erimemiş olan dağlara gözlerini dikip korkunç bir çığlık attı.
16 Ekim 2012 Salı
MASAL/BÜYÜLÜ KUŞ
Bir gün başımda esti kavak yelleri. Yalınayak, başıkabak düştüm yollara. Yürüdüm babam yürüdüm, gölgemi peşimde sürüdüm. Ne az gittim, ne uz gittim, Kafdağı’na ulaştım. Derken, bir koca nine çıktı karşıma. Koca Nine başladı anlatmaya, ben başladım dinlemeye… İnanmayın söylenenler!
Bir varmış bir yokmuş. Adı sanı unutulan ülke çokmuş. İşte bu adı unutulan ülkelerden birinde, Gülgonca adında bir kız yaşarmış. Gülgonca’nın güzellikten yana dünyada eşi benzeri yokmuş. Saçları sırma, kaşları keman, gözleri badem gibiymiş. Yaz bahar ayları geldiğinde, Gülgonca, kuşlar gibi uçmak, kırlara koşmak istermiş; ama, padişah babası:
“Kız aklı, kuş aklı derler! Kız kısmını başıboş bırakmaya gelmez; ya kurda yem olur, ya kuşa!” diyerekten onu kapıya bacaya çıkarmaz, yüzünü kimselere göstermezmiş.
Gülgonca’yı bu yasaklar çok üzermiş. Böyleyeken; sesi öyle titrek, kendisi öyle ürkekmiş ki, babasının karşısında tek laf edemez; ona, duygularını söyleyemezmiş. Ürkek bir ceylan gibi sessizce odasına çekilir; ya elindeki nakışı işler, ya da boynunu büker çeşit çeşit düşlere dalar gidermiş. Gülgonca’nın annesi derseniz; kızına arkadaşlık edip yol yordam göstereceği yerde; “ya, savaş alanlarında ölüp kalırsa” diyerekten savaştan savaşa koşan padişahın derdine düşermiş.
Gel zaman, git zaman; karların eridiği, doğanın şenlendiği bir bahar mevsiminde padişah yine, eğri kılıç kullananlarla, tatlı cana kıyanları yanına alıp uzak bir ülkeye savaşa gitmiş. Dört duvar arasında yaşamak artık canına tak eden Gülgonca, babasının yokluğunu fırsat bilip elindeki nakışı bir yana atmış, yüzündeki peçeyi bir yana! Saray hizmetçilerini, kapı nöbetçilerini atlatmanın bir yolunu bulup sarayın bahçesine çıkmış.
Bir de bakmış ki, altın gibi parlayan bir güneş! Güneşin çevresinde dolanan beyaz bulutlar! Bahçenin ortasında bir havuz; havuzun içinde yüzer ak kuğular bir de renk renk balıklar! Oradan oraya koşturup duran ceylanlar, buram buram gül kokusu!.. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor; güller dersen, birer tomurcuk olmuş açıyor! Aman neler neler, ne güzellikler!..
Gördüğü güzellikler karşısında öyle bir coşkuya kapılmış ki Gülgonca; kuş olup uçası, daldan dala konası gelmiş. O, kuş olup uçamamış ama, nereden çıktıysa öteden doğru kanadı nakışlı bir kuş uçup gelmiş. Kuş, atmış kendini havuzun serin sularına; öte dolanıp yüzmüş, beri dolanıp yüzmüş… Derken, havuzdan çıkmış , tüyünü teleğini döküp boylu poslu, yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlıya dönüşüvermiş. Üstelik, Gülgoncanın gözlerinin içine aygın baygın bakmış! Bu bakışlar, Gülgonca’nın içine öyle bir aşk ateşi düşürmüş ki; kızcağazın kalbi heyecandan durayazmış!
Gayrı, “Sen kimsin, in misin, cin misin?” diye sormaya kalmamış; delikanlı yeniden bir kuşa dönüşmüş. Açmış nakışlı kanatlarını, süzüle süzüle uçmuş gökyüzüne. Masaldaki iş gibi, uykudaki düş gibi gözden yitmiş gitmiş! Giderken, Gülgonca’nın kucağına gümüşten bir tüy atmış. Gülgonca, öpüp koklayıp tüyü koynuna sakladıktan sonra, kederler içinde boynunu bükmüş. Dalından bir gonca gül koparmış, başlamış onunla dertleşmeye:
“Ah gül, gonca gül; bahar yeli mi dokundu, n’oldu, anlayamadım! Şu uçup giden kanatları nakışlı, büyüleyici bakışlı kuşa aşık oldum. Söyle bene n’olur: Gördüklerim gerçek mi, yoksa, uykudayım da düşler dünyasında mı dolaşıyorum?!”
Deyip, ardından öyle bir ah çekmiş ki; bunu duyan sümbüller boyunlarını bükmüş, ötüşen bülbüller susup şıpır şıpır gözyaşı dökmüş. Tatlı tatlı esen yel derseniz, inim inim inlemeye başlamış.
Kaç gün, kaç saatten sonra bir de ayılıp görmüş ki ne kuş, ne havuz var! Elinden düşmüş kanaviçesi, yanında duruyor kara peçesi… Kendisi de yıllardır oturduğu köşesinde oturup duruyor.
“Gezindiğim bahçe bir bahçeydi ama, aldatmaca mı desem, göz yanılgısı mı! Gördüğüm yiğit, bir yiğitti ama, düş mü desem hayal mi desem!?..” diyerekten, kara kara düşüncelere dalmış. Derken aklına, koynuna sakladığı tüy gelmiş. Elini göğsüne sokup da, parmakuçları tüye dokunevirince, gördüklerinin düş değil, gerçek olduğunu anlamış.
O günden sonra, havuz başında gördüğü delikanlı, Gülgonca’nın aklından çıkmaz olmuş. Karasevdaya yakalanıp yataklara düşmüş. Çektiği aşk acısından, günden güne kanı iliği kuruyup beti benzi kül kesilmiş de, onun bu durumu, ne annesinin dikkatini çekmiş, ne cariyelerin. Ne derdini anlayan, ne de yüzüne gülüp hatırını soran olmuş. Artık yaşadığı yer, billur köşk değil, fildişi saray olsa umurunda mı! Bir gece el ayak çekildikten sonra, bohçasını almış; büyülü kuşu bulmak için, yalınayak başı kabak düşmüş yollara…
Gece dememiş, gündüz dememiş, gitmiş de gitmiş… Onca yol gitmiş, yokuş çıkmış ama; ne bir yuva görmüş, ne bir kuş! Derken, soluğu kesilip dermansız kalınca bir ağacın altına varmış, düşmüş kalmış. Oracıkta, derin bir uykuya dalmış… Nice sonra gözünü açıp bakmış ki, yüzü kırış kırış, elleri buruş buruş bir koca nine; kendisini, rüzgardan, güneşten korumak için kol kanat germiş üstüne! Hemen yanı başında da, yarım kalmış bir örgü duruyor. Gülgonca’nın kendine gelmesiyle birlikte;
“Ah kızım, aman yavrum!” demiş Koca Nine, “şuralarda bir yerlerde yumağımı yitirdim. Karasu mu indi n’olduysa, gözlerim iyi seçmiyor; öteyi aradım, beriyi aradım; bulamadım. Bana yumağımı buluverir misin?”
Gülgonca, ninenin eteğine varıp elini öptükten sonra, “Üzülme nineciğim,” demiş, “arar tarar bulurum onu.” Aşağı bakmış, yukarı bakmış; yok! Sağa sola bakmış; yok! Derken, bir çalı dibinde bulmuş yumağı, götürüp vermiş koca nineye.
Yumağı alıp örgüsüne başladıktan sonra demiş ki Koca Nine:
“A güzel kızım: Ne gezersin böyle tek başına, dağda bayırda?.. Kimin kimsen yok mu senin? Başına geleni, seni yollara düşüreni deyiversene bana! Sen bana bir iyilik yaptın, hiç olmazsa ben de senin derdine ortak olayım.”
“Ah ah! Garibine gitmesi ya nineciğim,” demiş Gülgonca, “ben, bir büyülü kuşa aşık oldum! Dağdan dağa gezer, o büyülü kuşu ararım.” Deyip başlamış ağlamaya.
Koca Nine; “Ağlama kızım ağlama! Ağlayıp da bu nineciğin kalbini dağlama!” demiş. “Sen de bu altın gibi kalp olduktan sonra, aradığını bulursun; yüzün güler bir gün.” Büyülü kuşa gelince: Onun yerini ne sen bilirsin, ne de ben; bilse bilse, Perili Ana’nın perileri bilir.”
“Gülgonca; “Aman ninem, canım ninem, “ demiş, “Perili Ana dediklerini nerede bulurum, bilir misin; bilirsen, bana yolunu gösteriveriri misin?”
Koca Nine, bir ters, bir düz ördükten, düğüm üstüne düğüm attıktan sonra, örgünün ucundaki ipi koparıp yumağı uzatmış Gülgonca’ya;
“Bak kızım,” demiş, “Perili Ana’nın yaşadığı yerle buranın arası, bir yumaklık yoldur. Al işte sana yumak! İpin ucundan tut, yumağı sağarak yürü. Sakın ola ne sağa bak, ne sola! Yüzünün doğrusuna düpedüz git. Bu yumak nerede biterse, orada dur. Durduğun yerde, Perili Ana’nın biri sağlam, biri kırık iki kapılı evi çıkar karşına. Sakın ha, sağlam kapıya yönelme; dert açarsın başına! Şunu aklında iyi tut: Kırık kapının sağ yanında bir yağız at bağlıdır. Atın hemen önündeki bir kara taşın üzerinde; kırmızı donlu, minare boylu, eli kılıçlı, palabıyıklı bir cellat oturur. Kim ki, o celladın yüzüne bakar, kellesi anında uçar! Sen sen ol, merakına yenik düşüp de, celladın yüzüne bakayım deme!
Cellat lafını duyunca, padişah babasının cellatları aklına gelmiş; korkusundan, Gülgonca’nın gözlerinden yaşlar akmaya başlamış.
Koca Nine, Gülgonca’nın gözyaşlarını silip; “Gözü yaşlı, başı dertli kızım!” demiş. “Büyülü kuşu bulmak istiyorsan, korkuyu yakandan at! Yalnızca sözlerime kulak ver. Sana sözünü ettiğim o kırık kapının üstünde bir kamçı, kamçının üstünde de bir külah asılıdır. Külahın hemen yanında bir anahtar durur. Aman kızım sakın ha: Aklına uyup anahtarı kilide takayım, deme! Perili Ana’nın, perilerini kızdırırsın. Anahtarı al, atabildiğin en uzak yere at. Ardından, hiç oyalanmadan külahı al, cellada ver. Kamçıyı al; ‘Deh atım, deh deh!’ diyerek, yedi kez sağa, yedi kez sola savur. Bu arada cellat; palabıyıklarını burar, verdiğin külahı giyer; kılıcını kapıya astığıyla, attığın anahtarı aramaya gider.
‘Fırsat bu fırsattır’ deyip, atla yağız ata! Atın vardığı, zınk diye durduğu yerde, bir nar ağacı görürüsün. ‘Eğil dalım, eğil,’ dersin, dallardan biri eğim eğim eğilir. İşte o daldan üç nar kopart; birini ata yedir, birini kendin ye, birini de Perili Ana’ya götürmek üzere yanına al. Kamçıyı, ‘aldığım narların karşılığı,” deyip ağacın dalına as. Eğilen dal doğrulmadan, yağız at kişnemeye başlamadan; hiç eylenme, arkana bakmadan kaç! O saat, kendini Perili Ana’nın kapısında bulursun. Şunu hiç unutma kızım: Elkapısı, hem geç açılır, hem güç… Hele de bu, Perili Ana’nın kapısıysa!.. Dediklerimi iyi anla, kendine güvenirsen, düş yola,” deyip, gözden kaybolmuş Koca Nine.
Gülgonca, ipin ucunu bir ağaca bağlamış, yumağı sağa sağa başlamış yürümeye. Yumağın bittiği yerde kendini, Perili Ana’nın derme çatma, çerden çöpten, iki kapılı evinin kapısında bulmuş. Kırık kapının yanına varıp anahtarı almış, atabildiği en uzak yere atmış. Külâhı almış, cellada vermiş. Kamçıyı almış; “deh atım, deh deh!” deyip yedi kez sağa, yedi kez sola savurmuş. Cellat, külahı alıp anahtarı aramaya gidince, kendisi hemen yağız ata atlamış. “Deh atım, dedh deh!” derdemez, at şaha kalkıp rüzgâr gibi uçmuş.
“Bağlık bahçelik bir yere gelince, at zınk diye durmuş. Gülgonca attan inmiş, nar ağacına yürümüş. “Eğil dalım eğil!” demiş, dallardan biri yerlere dek eğilmiş. Daldan üç nar koparmış. Narın birini ata yedirmiş, birini kendisi yemiş. Birini de, Perili Ana’ya götürmek üzere bohçasına koymuş. Kamçıyı, “Aldığım narların karşılığı,” deyip nar ağacının dalına asmış. At kişnemeye, nar ağacının dalı doğrulmaya başlamadan, oradan kaçmış. Sonunda gelmiş, Perili Ana’nın kapısına dayanmış.
Neyse ki, Perili Ana o gün, iyi gününeymiş. İyi günlerinde hep yaptığı gibi, merdiven altına dikilmiş, kara kedisine üşüşen pireleri ayıklıyormuş. Pireler, canlarını kurtarmak için zıpladıkça, Perili Ana da onlarla birlikte zıplıyormuş. Derken, kırık kapının kırıklarının aralığından Gülgonca’yı görüverince, onun güzelliğinden gözleri kamaşmış.
“Ay mı doğdu, gün mü doğdu; bana bir haller oldu,” diyerek, kucağındaki kediyi bir yana fırlatmış, yakaladığı pireleri koyduğu şişeyi bir yana… Nice sonra kapıyı açıp bakmış ki, güzeller güzeli bir kız, ayna gibi parlayıp duruyor karşısında. “Elemtere fiş, kem gözlere şiş!” deyip doğruca Gülgonca’ya, “Bre kadın kızım!” demiş, “sen buralara nereden düştün? Kanına mı susadın, eceline mi? Nice Koçyiğitler hem kapımın, hem atımın bekçiliğini yapan celladın hışmına uğradı da, bu kapıya yaklaşamadı, “ dedikten sonra, perilerine;
“Perilerim, perilerim: Bakın hele, kapımın önünde benzi soluk, boynu bükük bir kız duruyor! Buraların insanına benzemiyor. Varın gidin, onu çıkarın sofama. Derdi dileği nedir, nereden gelmiş nereye gider; soruşturalım bir” diye seslenip pire şişesini bir kolunun, kara kediyi diğer kolunun altına almış. Seke seke yürüyerek, şalvarını sürüyerek doğruca evinin sofasına çıkmış.
Perili Ana’nın bu buyruğu üzerine, bir göz açıp yummaya kalmamış; kırmızı fistanlı, altın gümüş hızmalı; yüzleri dövmeli, yürüyüşleri cilveli periler kapıya gelmişler. Cırtlak desem, cırtlak değil; şakrak desem, şakrak değil, tuhafın tuhafı bir sesle;
“Yumruğum kadar yumrusu
İçinde yüzlerce yavrusu
Topacık fincan
İçi dolu mercan!”
Diyerek, Gülgonca’nın elindeki narı “şap” diye kapmışlar. Kaptıklarıyla, Perili Ana’ya atmışlar. Perili Ana, elindeki pire dolu şişeyi kaldırıp “çat” diye ocakbaşındaki köşetaşına vurmuş. Şişe, ben diyeyim yüz, iz deyin bin parçaya bölünmüş. Pireler, bir kara bulut öbeği gibi havalanıp yeniden kara kedinin üzerine üşüşmüşler. Ardından, perilerine yeniden seslenmiş Perili Ana;
“A periler periler, kaçtı gitti pireler!
Çarşıdan aldım bir tane, eve vardım bin tane
Ufacık sandık, içi dolu boncuk
Yerseniz yiyin, yemezseniz yemeyin
Duyduk duymadık demeyin!”
Bunu böyle bir söylemiş, iki söylemiş, derken nara bir yumruk vurmuş. Nar parçalanıp her bir tanesi başka köşelere dağılınca, periler hiç zaman geçirmeden Gülgonca’nın koluna girmişler, onu doğruca Perili Ana’nın yanına, sofaya götürmüşler. Gülgonca bakmış ki, alacalı bulacalı bir sofa, sofaya açılan kırk oda; kırkının eşiğinde kırk peri, perilerin ellerinde birer çıra; çıranın biri yanıyor, biri sönüyor… Sofanın başköşesine kurulmuş bir incesaz, çalıp çığırıyor, şarkı üstüne şarkı söylüyor. Ne, dedikleri anlaşılıyor, ne sesleri sese benziyor!
Gördüklerinden, duyduklarından şaşkına dönen Gülgonca, büyülenmiş de bir hava boşluğunda yüzüyor gibi olmuş. Kendine yabancı gelen bir sesle; saraydaki yaşamını, padişah babasını, büyülü kuşu, Koca Nine’yi, yüreğini yakan aşk ateşini, başına gelen her şeyi bir bir sayıp dökmüş Perili Ana’ya. Perili Ana, bütün bunları dinledikten sonra;
“Bre kızım; bu büyülü kuş dediğin kimdir; neyin nesi, kimin fesidir; nerede yaşar, nerede barınır, perilerime sorup öğreneyim hele, sonra geliriz senin işine!” deyip, perilerini toplamış başına. Perilerin, başına toplanmasıyla birlikte;
“Sussun sazlar, kapansın kapılar! Sönsün çıralar, otursun periler! ” demiş. Sazlar susmuş, kapılar kapanmış, periler oturmuş, çıralar sönmüş. Bir ölüm sessizliği başlamış. Sofa derseniz, zifiri karanlığa bürünmüş. Periler, başlamışlar kendi aralarında, dıvır dıvır, fısır fısır konuşmaya. Aradan üç saat mi geçmiş, üç gün mü bilinmez; Perili Ana’nın sesi bir kez daha yankılanmış sofada:
“Bağlık bahçelik bir yere gelince, at zınk diye durmuş. Gülgonca attan inmiş, nar ağacına yürümüş. “Eğil dalım eğil!” demiş, dallardan biri yerlere dek eğilmiş. Daldan üç nar koparmış. Narın birini ata yedirmiş, birini kendisi yemiş. Birini de, Perili Ana’ya götürmek üzere bohçasına koymuş. Kamçıyı, “Aldığım narların karşılığı,” deyip nar ağacının dalına asmış. At kişnemeye, nar ağacının dalı doğrulmaya başlamadan, oradan kaçmış. Sonunda gelmiş, Perili Ana’nın kapısına dayanmış.
Neyse ki, Perili Ana o gün, iyi gününeymiş. İyi günlerinde hep yaptığı gibi, merdiven altına dikilmiş, kara kedisine üşüşen pireleri ayıklıyormuş. Pireler, canlarını kurtarmak için zıpladıkça, Perili Ana da onlarla birlikte zıplıyormuş. Derken, kırık kapının kırıklarının aralığından Gülgonca’yı görüverince, onun güzelliğinden gözleri kamaşmış.
“Ay mı doğdu, gün mü doğdu; bana bir haller oldu,” diyerek, kucağındaki kediyi bir yana fırlatmış, yakaladığı pireleri koyduğu şişeyi bir yana… Nice sonra kapıyı açıp bakmış ki, güzeller güzeli bir kız, ayna gibi parlayıp duruyor karşısında. “Elemtere fiş, kem gözlere şiş!” deyip doğruca Gülgonca’ya, “Bre kadın kızım!” demiş, “sen buralara nereden düştün? Kanına mı susadın, eceline mi? Nice Koçyiğitler hem kapımın, hem atımın bekçiliğini yapan celladın hışmına uğradı da, bu kapıya yaklaşamadı, “ dedikten sonra, perilerine;
“Perilerim, perilerim: Bakın hele, kapımın önünde benzi soluk, boynu bükük bir kız duruyor! Buraların insanına benzemiyor. Varın gidin, onu çıkarın sofama. Derdi dileği nedir, nereden gelmiş nereye gider; soruşturalım bir” diye seslenip pire şişesini bir kolunun, kara kediyi diğer kolunun altına almış. Seke seke yürüyerek, şalvarını sürüyerek doğruca evinin sofasına çıkmış.
Perili Ana’nın bu buyruğu üzerine, bir göz açıp yummaya kalmamış; kırmızı fistanlı, altın gümüş hızmalı; yüzleri dövmeli, yürüyüşleri cilveli periler kapıya gelmişler. Cırtlak desem, cırtlak değil; şakrak desem, şakrak değil, tuhafın tuhafı bir sesle;
“Yumruğum kadar yumrusu
İçinde yüzlerce yavrusu
Topacık fincan
İçi dolu mercan!”
Diyerek, Gülgonca’nın elindeki narı “şap” diye kapmışlar. Kaptıklarıyla, Perili Ana’ya atmışlar. Perili Ana, elindeki pire dolu şişeyi kaldırıp “çat” diye ocakbaşındaki köşetaşına vurmuş. Şişe, ben diyeyim yüz, iz deyin bin parçaya bölünmüş. Pireler, bir kara bulut öbeği gibi havalanıp yeniden kara kedinin üzerine üşüşmüşler. Ardından, perilerine yeniden seslenmiş Perili Ana;
“A periler periler, kaçtı gitti pireler!
Çarşıdan aldım bir tane, eve vardım bin tane
Ufacık sandık, içi dolu boncuk
Yerseniz yiyin, yemezseniz yemeyin
Duyduk duymadık demeyin!”
Bunu böyle bir söylemiş, iki söylemiş, derken nara bir yumruk vurmuş. Nar parçalanıp her bir tanesi başka köşelere dağılınca, periler hiç zaman geçirmeden Gülgonca’nın koluna girmişler, onu doğruca Perili Ana’nın yanına, sofaya götürmüşler. Gülgonca bakmış ki, alacalı bulacalı bir sofa, sofaya açılan kırk oda; kırkının eşiğinde kırk peri, perilerin ellerinde birer çıra; çıranın biri yanıyor, biri sönüyor… Sofanın başköşesine kurulmuş bir incesaz, çalıp çığırıyor, şarkı üstüne şarkı söylüyor. Ne, dedikleri anlaşılıyor, ne sesleri sese benziyor!
Gördüklerinden, duyduklarından şaşkına dönen Gülgonca, büyülenmiş de bir hava boşluğunda yüzüyor gibi olmuş. Kendine yabancı gelen bir sesle; saraydaki yaşamını, padişah babasını, büyülü kuşu, Koca Nine’yi, yüreğini yakan aşk ateşini, başına gelen her şeyi bir bir sayıp dökmüş Perili Ana’ya. Perili Ana, bütün bunları dinledikten sonra;
“Bre kızım; bu büyülü kuş dediğin kimdir; neyin nesi, kimin fesidir; nerede yaşar, nerede barınır, perilerime sorup öğreneyim hele, sonra geliriz senin işine!” deyip, perilerini toplamış başına. Perilerin, başına toplanmasıyla birlikte;
“Sussun sazlar, kapansın kapılar! Sönsün çıralar, otursun periler! ” demiş. Sazlar susmuş, kapılar kapanmış, periler oturmuş, çıralar sönmüş. Bir ölüm sessizliği başlamış. Sofa derseniz, zifiri karanlığa bürünmüş. Periler, başlamışlar kendi aralarında, dıvır dıvır, fısır fısır konuşmaya. Aradan üç saat mi geçmiş, üç gün mü bilinmez; Perili Ana’nın sesi bir kez daha yankılanmış sofada:
“Yansın yeniden çıralar!”
Alev alev yanmış çıralar.
“Yeniden çalsın sazlar!”
Düttürü düttürü, zıttırı zıttırı, diyerek çalmış sazlar.
“Oynasın bütün periler!” demiş. Periler, zillerini takmışlar, teflerini almışlar şıkıdım şıkıdım oynamaya başlamışlar.
Sazlar çala, periler oynaya dursun, Perili Ana, Gülgonca’yı bir köşeye çekip;
“Bak kadın kızım!” demiş, “aradığın büyülü kuş,falanca yerdeki kötülükler ülkesinin padişahının oğluymuş. Bu padişah, günün birinde, mutluluklar ülkesinde yaşayan beylerden birinin kızını kaçırmış. Buna çok öfkelen bey, intikamını alabilmek için kötülükler ülkesinin padişahının oğluna büyü yaptırmış. İşte bundandır ki oğlan, kanadı nakışlı bir kuşa dönüşmüş. Bizim kuş dediğimiz bu delikanlı, Kafdağı’nın ötesindeki bir sarayda yaşar; gündüzleri dağdan dağa uçar, geceleri yeniden insan olurmuş. Perilerimin söylediğine göre; bu büyüyü ancak, hem ona çılgınlar gibi aşık, hem de altın kalpli bir kız bozabilirmiş.” Tam lafın burasında, Gülgonca;
“Ey Perili Ana: Ben bu büyüyü nasıl bozarım?” diye sormuş.
“Uzun lafın kısası, diyeceğim şudur sana,” diyerek sürdürmüş Peri Ana konuşmasını. “Haydi durma, buradan git! Kafdağı’ndan öte geçince, filanca yerde bir yayla göreceksin. O yaylanın ortasında bir göl, gölün ortasında bir ada, adanın ortasında bir saray… Büyülü kuş, işte orada yaşar. Sen sen ol, aklına uyup, doğrudan saraya girmeye kalkışma! Saray dediğin yerler, netameli yerlerdir. Bin bir tür dolap, bin bir tür fırıldak oralarda çevrilir. Şimdi bana diyeceksin ki: ‘Ey Perili Ana, benim de bir aklım var; kendimi korumayı bilirim!’ Şunu hiç unutma kızım: Bu iş akıl işi değil, büyücü işidir. İşte bunun için, aklının doğrusuna değil, gidişatın seni sürüklediği yöne gideceksin.”
Perili Ana, bunu böyle dedikten sonra, saçından bir tel koparıp, “Bu bir tel saçı al, sakla. Kuş, tüyünü teleğini döktüğü an, bu saç teliyle birlikte oracıkta yak. Ateşi bitip dumanı tütmeden, büyü bozulmuş olur,” deyip, başka bir şey dememiş. Yine, seke seke yürüyerek, şalvarını sürüyerek merdiven altına girmiş.
Alacağı aklı aldıktan, öğreneceğini öğrendikten sonra Gülgonca, yeniden düşmüş yollara. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçmiş. Derken, Kafdağı’nın ardındaki, Perili Ana’nın sözünü ettiği yaylaya ulaşmış. Bakmış; yaylanın ortasında bir göl, gölün ortasında bir ada, adanın ortasında bir saray… “Geldim, geleceğim yere,” deyip bir koca taşın üzerine oturmuş. Gölden, boğulmadan nasıl geçebileceğini, saraya nasıl gidebileceğini düşünmeye başlamış. Düşünürken, düşünürken, nereden çıkıp geldiyse, tepesine ak sakallı, kara şalvarlı bir derviş dikilmiş. “Kızım, ne düşünüyorsun?” demiş bu derviş.
“Derviş dedeciğim, şu saraya nasıl giderim, diye düşünüyorum.”
“Ah kızım, oraya giden sağ gelmez ama, git bakalım senin başına ne gelecek!” deyip, Gülgonca’ya, bir kese dolusu pembe toz vermiş derviş dede. Demiş ki sonra: “Şimdi sen epeyce gittikten sonra, karşına bir zeytin ağacı çıkacak. O ağaçtan beş zeytin, bir kuru dal kopar. ‘Haydi yallah!’ deyip dalı üç kez suyun yüzeyine vur. Gölün üstünde bir turnabalığı belirecektir. Turnabalığını görürgörmez, bu tozu göle serp. O saat, canlı cansız ne varsa, her yer pembeye boyanır. Ardından turnabalığı, bir ucu saraya varan köprüye dönüşecektir. Hiç durma; her şey eski rengine dönüşmeden, yel gibi geç köprüden. Kendini sarayın kapısında bulursun.”
Gülgonca’nın aklına, Perili Ana’nın sarayla ilgili uyarıları gelmiş. “Peki, dedeciğim,” demiş, “ben o saraya, canımı tehlikeye atmadan nasıl gireceğim?”
“Kızım,” demiş derviş dede, “sarayın kapısında, Kuş-Sultan, dedikleri kuşların sultanı nöbet tutar. Bu kuş, dev bir baykuşa benzer. Gözünün bir kördür. Kapıya gelenlerin, tepesine tepesine uçar; pençesine aldığını yalamadan yutar. Kuş_Sultan’ı görür görmez, ‘kış kış, kör baykuş’ diye bağırarak, dalından kopardığın zeytinleri önüne at. O, zeytinleri yer yemez, uysal bir kuzu olup çıkar. Kuzu, yeniden kuş Sultan’a dönüşmeden, hemen, sarayın açık kapısından içeriye dal.”
“Peki dedeciğim,” deyip yeniden yollara düşmüş Gülgonca. Gide gide, zeytin ağacının yanına varmış. Derviş dedenin dediklerini bir bir yaptıktan sonra, elindeki tozu göle serpmiş. Gölün içinde bir köprüye dönüşen turnabalığının üzerinden yel gibi geçerek, sarayın kapısına varmış. Gözlerini dikip kendine alıcıkuş gibi bakan Kuş-Sultan’a, “kış kış, kör baykuş” diye bağırarak, elindeki zeytinleri onun önüne atmış. Kuş-Sultan, zeytinleri yiyedursun, Gülgonca, açık kapısından sarayın içine dalmış.
Saklanmış bir kapının arkasına, büyülü kuşun gelmesini beklemeye başlamış. Beklerken, beklerken, beklerken birden ortalık zifiri karanlığa bürünmüş. Ardından öyle bir gürültü duyulmuş ki, gürültünün şiddetinden saray zangır zangır sallanmış. Sarayın pencereleri ise, çatur çutur sesler çıkararak ardına dek açılmış. Gülgonca derseniz, gök yıkılıyor sanmış da, korkusundan aklını yitireyazmış.
Neyse, büyülü kuş, sarayın penceresinden içeriye dalmış sonunda. Sağına soluna bakıp, köşeyi bucağı aradıktan sonra, tüyünü teleğini döküp aslan gibi bir delikanlıya dönüşmüş. Ardından, yatağına uzanmış, derin bir uykuya dalmış. Gülgonca, usulcacık kapı arkasından çıkmış. Kuşun ayakucuna koyduğu tüyleri almış, Perili Ana’nın verdiği saç teliyle birlikte, ocağa atıp yakmış. Yatağın başucunda, sabah olmasını beklemeye koyulmuş. Derken, gün doğmuş, sabah olmuş. Görelim bakalım, neler olmuş!?
Neler olmamış ki!.. Delikanlı uyanmış bakmış; ne tüy, ne telek var! Yanakları al gibi, boyu dersen çiçek açmış dal gibi , bir görüşte aşık olduğu kız başucuna dikilmiş, kendisine bakıp duruyor! Gülgonca’ya bir bakmış, bayılmış; bir bakmış, ayılmış. Nice sonra kendine gelerek;
“Ah güzel kız,” demiş, “yalnız kalbimi çalmakla kalmadın, büyüyü de bozdun! Gel gidelim babamın ülkesine, bütün kötülükleri yok edelim. Çalsın davullar; oynasın hem kızlar, hem oğlanlar! Kırk gün, kırk gece, düğün edip evlenelim seninle! Ömür boyu yaşayalım, birlikte yapacağımız sırça köşkte. Boyumuza beraber kızlarımız, boyumuza beraber oğullarımız olsun!”
Gülgonca, bunları duyar da durur mu hiç! Atlamış atın terkisine, iki sevgili gitmişler kötülükler ülkesine. “Kötüleri yok edip, ermişler mi muratlarına?” derseniz, bilmem orasını. Bilse bilse, Koca Nine bilir. O da kimbilir, hangi dağda, hangi yaylada gezinir. İşte bu nedenle bu masal, burada bitmedi; ama, yine de gökten üç elma düştü. Biri, bu masalı yazana, biri, amacına ulaşmak için her zorluğu göze alıp yılmadan çalışana; biri de; dünyadaki yoksul çocuklara.
“Yeniden çalsın sazlar!”
Düttürü düttürü, zıttırı zıttırı, diyerek çalmış sazlar.
“Oynasın bütün periler!” demiş. Periler, zillerini takmışlar, teflerini almışlar şıkıdım şıkıdım oynamaya başlamışlar.
Sazlar çala, periler oynaya dursun, Perili Ana, Gülgonca’yı bir köşeye çekip;
“Bak kadın kızım!” demiş, “aradığın büyülü kuş,falanca yerdeki kötülükler ülkesinin padişahının oğluymuş. Bu padişah, günün birinde, mutluluklar ülkesinde yaşayan beylerden birinin kızını kaçırmış. Buna çok öfkelen bey, intikamını alabilmek için kötülükler ülkesinin padişahının oğluna büyü yaptırmış. İşte bundandır ki oğlan, kanadı nakışlı bir kuşa dönüşmüş. Bizim kuş dediğimiz bu delikanlı, Kafdağı’nın ötesindeki bir sarayda yaşar; gündüzleri dağdan dağa uçar, geceleri yeniden insan olurmuş. Perilerimin söylediğine göre; bu büyüyü ancak, hem ona çılgınlar gibi aşık, hem de altın kalpli bir kız bozabilirmiş.” Tam lafın burasında, Gülgonca;
“Ey Perili Ana: Ben bu büyüyü nasıl bozarım?” diye sormuş.
“Uzun lafın kısası, diyeceğim şudur sana,” diyerek sürdürmüş Peri Ana konuşmasını. “Haydi durma, buradan git! Kafdağı’ndan öte geçince, filanca yerde bir yayla göreceksin. O yaylanın ortasında bir göl, gölün ortasında bir ada, adanın ortasında bir saray… Büyülü kuş, işte orada yaşar. Sen sen ol, aklına uyup, doğrudan saraya girmeye kalkışma! Saray dediğin yerler, netameli yerlerdir. Bin bir tür dolap, bin bir tür fırıldak oralarda çevrilir. Şimdi bana diyeceksin ki: ‘Ey Perili Ana, benim de bir aklım var; kendimi korumayı bilirim!’ Şunu hiç unutma kızım: Bu iş akıl işi değil, büyücü işidir. İşte bunun için, aklının doğrusuna değil, gidişatın seni sürüklediği yöne gideceksin.”
Perili Ana, bunu böyle dedikten sonra, saçından bir tel koparıp, “Bu bir tel saçı al, sakla. Kuş, tüyünü teleğini döktüğü an, bu saç teliyle birlikte oracıkta yak. Ateşi bitip dumanı tütmeden, büyü bozulmuş olur,” deyip, başka bir şey dememiş. Yine, seke seke yürüyerek, şalvarını sürüyerek merdiven altına girmiş.
Alacağı aklı aldıktan, öğreneceğini öğrendikten sonra Gülgonca, yeniden düşmüş yollara. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçmiş. Derken, Kafdağı’nın ardındaki, Perili Ana’nın sözünü ettiği yaylaya ulaşmış. Bakmış; yaylanın ortasında bir göl, gölün ortasında bir ada, adanın ortasında bir saray… “Geldim, geleceğim yere,” deyip bir koca taşın üzerine oturmuş. Gölden, boğulmadan nasıl geçebileceğini, saraya nasıl gidebileceğini düşünmeye başlamış. Düşünürken, düşünürken, nereden çıkıp geldiyse, tepesine ak sakallı, kara şalvarlı bir derviş dikilmiş. “Kızım, ne düşünüyorsun?” demiş bu derviş.
“Derviş dedeciğim, şu saraya nasıl giderim, diye düşünüyorum.”
“Ah kızım, oraya giden sağ gelmez ama, git bakalım senin başına ne gelecek!” deyip, Gülgonca’ya, bir kese dolusu pembe toz vermiş derviş dede. Demiş ki sonra: “Şimdi sen epeyce gittikten sonra, karşına bir zeytin ağacı çıkacak. O ağaçtan beş zeytin, bir kuru dal kopar. ‘Haydi yallah!’ deyip dalı üç kez suyun yüzeyine vur. Gölün üstünde bir turnabalığı belirecektir. Turnabalığını görürgörmez, bu tozu göle serp. O saat, canlı cansız ne varsa, her yer pembeye boyanır. Ardından turnabalığı, bir ucu saraya varan köprüye dönüşecektir. Hiç durma; her şey eski rengine dönüşmeden, yel gibi geç köprüden. Kendini sarayın kapısında bulursun.”
Gülgonca’nın aklına, Perili Ana’nın sarayla ilgili uyarıları gelmiş. “Peki, dedeciğim,” demiş, “ben o saraya, canımı tehlikeye atmadan nasıl gireceğim?”
“Kızım,” demiş derviş dede, “sarayın kapısında, Kuş-Sultan, dedikleri kuşların sultanı nöbet tutar. Bu kuş, dev bir baykuşa benzer. Gözünün bir kördür. Kapıya gelenlerin, tepesine tepesine uçar; pençesine aldığını yalamadan yutar. Kuş_Sultan’ı görür görmez, ‘kış kış, kör baykuş’ diye bağırarak, dalından kopardığın zeytinleri önüne at. O, zeytinleri yer yemez, uysal bir kuzu olup çıkar. Kuzu, yeniden kuş Sultan’a dönüşmeden, hemen, sarayın açık kapısından içeriye dal.”
“Peki dedeciğim,” deyip yeniden yollara düşmüş Gülgonca. Gide gide, zeytin ağacının yanına varmış. Derviş dedenin dediklerini bir bir yaptıktan sonra, elindeki tozu göle serpmiş. Gölün içinde bir köprüye dönüşen turnabalığının üzerinden yel gibi geçerek, sarayın kapısına varmış. Gözlerini dikip kendine alıcıkuş gibi bakan Kuş-Sultan’a, “kış kış, kör baykuş” diye bağırarak, elindeki zeytinleri onun önüne atmış. Kuş-Sultan, zeytinleri yiyedursun, Gülgonca, açık kapısından sarayın içine dalmış.
Saklanmış bir kapının arkasına, büyülü kuşun gelmesini beklemeye başlamış. Beklerken, beklerken, beklerken birden ortalık zifiri karanlığa bürünmüş. Ardından öyle bir gürültü duyulmuş ki, gürültünün şiddetinden saray zangır zangır sallanmış. Sarayın pencereleri ise, çatur çutur sesler çıkararak ardına dek açılmış. Gülgonca derseniz, gök yıkılıyor sanmış da, korkusundan aklını yitireyazmış.
Neyse, büyülü kuş, sarayın penceresinden içeriye dalmış sonunda. Sağına soluna bakıp, köşeyi bucağı aradıktan sonra, tüyünü teleğini döküp aslan gibi bir delikanlıya dönüşmüş. Ardından, yatağına uzanmış, derin bir uykuya dalmış. Gülgonca, usulcacık kapı arkasından çıkmış. Kuşun ayakucuna koyduğu tüyleri almış, Perili Ana’nın verdiği saç teliyle birlikte, ocağa atıp yakmış. Yatağın başucunda, sabah olmasını beklemeye koyulmuş. Derken, gün doğmuş, sabah olmuş. Görelim bakalım, neler olmuş!?
Neler olmamış ki!.. Delikanlı uyanmış bakmış; ne tüy, ne telek var! Yanakları al gibi, boyu dersen çiçek açmış dal gibi , bir görüşte aşık olduğu kız başucuna dikilmiş, kendisine bakıp duruyor! Gülgonca’ya bir bakmış, bayılmış; bir bakmış, ayılmış. Nice sonra kendine gelerek;
“Ah güzel kız,” demiş, “yalnız kalbimi çalmakla kalmadın, büyüyü de bozdun! Gel gidelim babamın ülkesine, bütün kötülükleri yok edelim. Çalsın davullar; oynasın hem kızlar, hem oğlanlar! Kırk gün, kırk gece, düğün edip evlenelim seninle! Ömür boyu yaşayalım, birlikte yapacağımız sırça köşkte. Boyumuza beraber kızlarımız, boyumuza beraber oğullarımız olsun!”
Gülgonca, bunları duyar da durur mu hiç! Atlamış atın terkisine, iki sevgili gitmişler kötülükler ülkesine. “Kötüleri yok edip, ermişler mi muratlarına?” derseniz, bilmem orasını. Bilse bilse, Koca Nine bilir. O da kimbilir, hangi dağda, hangi yaylada gezinir. İşte bu nedenle bu masal, burada bitmedi; ama, yine de gökten üç elma düştü. Biri, bu masalı yazana, biri, amacına ulaşmak için her zorluğu göze alıp yılmadan çalışana; biri de; dünyadaki yoksul çocuklara.
14 Ekim 2012 Pazar
BİR ÖĞRETMENİN GÜNCESİNDEN(4)/SANKİ HER ŞEY DÜZELDİ
Bundan önceki üç yazımda da, yatılı okul yaşamından söz ettim. Anlattıklarım; bazılarına biraz fazla hüzünlü, biraz fazla saldırgan, biraz fazla karamsar hatta abartılı gelebilir. Gelsin! "Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer, " diyenlerden değilim; bu, kolaycıların işi. Ben zor olanı seçtim. Acı verdiği için üstünü örttüğümüz, görmezden geldiğimiz, bilinçaltına attığımız neler var, neler yok bakmalıyım.
Ömrümüzün baharında adım attığımız bu yatılı okulun amacı; biz tıfılları ülkeye hizmet edecek, köyleri aydınlatacak, cehle karşı savaş açacak eğitim neferleri olarak yetiştirmekti. Bu amaç, çoğumuz kasabalardan gelmiş biz kızlar için cezbediciydi doğrusu. Bu sayade, yüce birer ideal sahibi olacak; sonunda, vatanımıza milletimize hayırlı hizmetler sunacaktık. Büyük bir aşkla, bu yüce idealleri edindirmelerini bekliyorduk. Hazırdık.
İlk işleri, dış dünyaya açılan kapıları kapatıp biz kızları tecrit etmek oldu. Nedenini bilmiyorduk; alacağımız eğitimin bir parçasıdır diye düşündük. Sonraları, ciddi ve gergin yüzlü, gözlüklerinin ardından sert bakışlar fırlatan yönetici bir kadın öğretmen; atların dişlerini inceler gibi, sıraya sokup teker teker kaşlarımızı inceledi alınıp alınmadığını anlamak için. Etek boylarımızı ölçtü milim şaşmadan. Kendimize göre anlamlandırdık: Verilecek idealleri kazanabilmemizin koşullarından ikisi; kaşlarımızı almamak, etek boylarımızın istenilen standartlarda tutmaktır!
Yalnızca dilimlenmiş domatesle kahvaltıdan çıktığımız birgün; yanımdaki arkadaşıma; "Bir tek domates!.. Aç kaldım!" diye yakınırken, hemen arkamdan "Ebabil b.ku mu yiyecektin?" diye homurdanan müdür yardımcısının bu sözleri bana; bizlere kucak açmış, yediren, giydiren, barındıran , 'sıcak' bir yuva sunan, bizlerin ideal sahibi yüce kişilikler olmamızı sağlamak için her türlü eğitimi veren devletime karşı nankörlük etmemem gerektiğini düşündürdü. Utandım kendimden. Ders de çıkardım bu sözlerden: Uluorta her şeyi her yerde konuşma! Bil ki, mutlaka peşine düşmüş, seni adım adım izleyen bir ajan vardır bu dünyada! Bu ders, özellikle son yıllarda çok işime yaradı. Kendimi güvende hissetmek için, yalnızca; "Nasılsın, iyi misin, iyi olmanı yüce Allah'tan niyaz ederim!" tarzı sözler ediyorum telefon konuşmalarımda. Yakınma, istekte bulunma, ayrıca, ekmek teknene pisleme, gibi bir huyum da yoktur, aldığım eğitim sayesinde.
Aşk mı?!.. Aşk uzak dursun bizlerden! İdeallerimize ulaşmamızda olumlu ne rolu olabilir ki aşkın! Hak veriyorum eğiticilerimize; aşk, kapımızı çalmamalı asla! Hem, kedi yetişemediği ciğere mundar, filan demez; bizler kendi gönlümüzle, kendimiz vazgeçtik aşktan! Öyle soyut atasözleri filan bizi bağlamaz; gördüğümüz somut olaylardan ders çıkarırız biz. Kocasından şiddet gördüğünü gizlemek için, koyu renk gözlüklerini çıkarmadan derse giren gencecik, dünya güzeli öğretmenimiz, sert bakışlarıyla dedektif gibi kaşlarımızı inceleyen müdür yardımcımızın, kocasından gördüğü şiddet sonucu düştüğü ruh halleri... Fazlasını söylemeye gerek yok, aşk, lanet bir şeydir!
Başkanlar (yöneticiler) göstermelik olarak seçilir. Evet, bu böyledir; ama, siz seçim sandığına gidip oy kullanmak zorundasınız! Okul Başkanlarımızı yönetmelik gereği seçtiğimizi; bu nedenle hiçbir sorumluluk taşımadıklarını, aklınızın bir köşesine yazın. Beklenti içine girmeyin onlardan yana; sizler, yalnızca verdiğimiz, vermeye çalıştığımız ideallerin peşine düşün yeter! Cehaletten kurtuluş, sizin elllerinizdedir unutmayın!
Bu yatılı okulda ideal sahibi öğretmenler olabilmeniz için ne tür bilgiler verildi, derseniz; gizli bir el belleğimi silmiş olduğundan sessizlik olacaktır yanıtım.
Uzun lafın kısası; sonunda, alnımızı bilgilerden çelenklerle donattığına kanaat getiren devletbaba; cehli gidermemiz, köyleri aydınlatmamız için kuş uçmaz, kervan geçmez köylere saldı bizleri. Bütün bunları koşarak gerçekleştirmemiz isteniyordu. İyi de, yıllarca tecritte yaşamış bizler, yürümekte zorlanıyor, düz yollarda bile tökezliyorduk; böyleyken, köylerin çamurlu yollarında nasıl koşacaktık?! Duygularımıza ambargolar koyarak yüreklerimizi karartılmıştı; kararmış yüreklerimizle, nasıl aydınlatacaktık köylerimizi!?..
Ömrümüzün baharında adım attığımız bu yatılı okulun amacı; biz tıfılları ülkeye hizmet edecek, köyleri aydınlatacak, cehle karşı savaş açacak eğitim neferleri olarak yetiştirmekti. Bu amaç, çoğumuz kasabalardan gelmiş biz kızlar için cezbediciydi doğrusu. Bu sayade, yüce birer ideal sahibi olacak; sonunda, vatanımıza milletimize hayırlı hizmetler sunacaktık. Büyük bir aşkla, bu yüce idealleri edindirmelerini bekliyorduk. Hazırdık.
İlk işleri, dış dünyaya açılan kapıları kapatıp biz kızları tecrit etmek oldu. Nedenini bilmiyorduk; alacağımız eğitimin bir parçasıdır diye düşündük. Sonraları, ciddi ve gergin yüzlü, gözlüklerinin ardından sert bakışlar fırlatan yönetici bir kadın öğretmen; atların dişlerini inceler gibi, sıraya sokup teker teker kaşlarımızı inceledi alınıp alınmadığını anlamak için. Etek boylarımızı ölçtü milim şaşmadan. Kendimize göre anlamlandırdık: Verilecek idealleri kazanabilmemizin koşullarından ikisi; kaşlarımızı almamak, etek boylarımızın istenilen standartlarda tutmaktır!
Yalnızca dilimlenmiş domatesle kahvaltıdan çıktığımız birgün; yanımdaki arkadaşıma; "Bir tek domates!.. Aç kaldım!" diye yakınırken, hemen arkamdan "Ebabil b.ku mu yiyecektin?" diye homurdanan müdür yardımcısının bu sözleri bana; bizlere kucak açmış, yediren, giydiren, barındıran , 'sıcak' bir yuva sunan, bizlerin ideal sahibi yüce kişilikler olmamızı sağlamak için her türlü eğitimi veren devletime karşı nankörlük etmemem gerektiğini düşündürdü. Utandım kendimden. Ders de çıkardım bu sözlerden: Uluorta her şeyi her yerde konuşma! Bil ki, mutlaka peşine düşmüş, seni adım adım izleyen bir ajan vardır bu dünyada! Bu ders, özellikle son yıllarda çok işime yaradı. Kendimi güvende hissetmek için, yalnızca; "Nasılsın, iyi misin, iyi olmanı yüce Allah'tan niyaz ederim!" tarzı sözler ediyorum telefon konuşmalarımda. Yakınma, istekte bulunma, ayrıca, ekmek teknene pisleme, gibi bir huyum da yoktur, aldığım eğitim sayesinde.
Aşk mı?!.. Aşk uzak dursun bizlerden! İdeallerimize ulaşmamızda olumlu ne rolu olabilir ki aşkın! Hak veriyorum eğiticilerimize; aşk, kapımızı çalmamalı asla! Hem, kedi yetişemediği ciğere mundar, filan demez; bizler kendi gönlümüzle, kendimiz vazgeçtik aşktan! Öyle soyut atasözleri filan bizi bağlamaz; gördüğümüz somut olaylardan ders çıkarırız biz. Kocasından şiddet gördüğünü gizlemek için, koyu renk gözlüklerini çıkarmadan derse giren gencecik, dünya güzeli öğretmenimiz, sert bakışlarıyla dedektif gibi kaşlarımızı inceleyen müdür yardımcımızın, kocasından gördüğü şiddet sonucu düştüğü ruh halleri... Fazlasını söylemeye gerek yok, aşk, lanet bir şeydir!
Başkanlar (yöneticiler) göstermelik olarak seçilir. Evet, bu böyledir; ama, siz seçim sandığına gidip oy kullanmak zorundasınız! Okul Başkanlarımızı yönetmelik gereği seçtiğimizi; bu nedenle hiçbir sorumluluk taşımadıklarını, aklınızın bir köşesine yazın. Beklenti içine girmeyin onlardan yana; sizler, yalnızca verdiğimiz, vermeye çalıştığımız ideallerin peşine düşün yeter! Cehaletten kurtuluş, sizin elllerinizdedir unutmayın!
Bu yatılı okulda ideal sahibi öğretmenler olabilmeniz için ne tür bilgiler verildi, derseniz; gizli bir el belleğimi silmiş olduğundan sessizlik olacaktır yanıtım.
Uzun lafın kısası; sonunda, alnımızı bilgilerden çelenklerle donattığına kanaat getiren devletbaba; cehli gidermemiz, köyleri aydınlatmamız için kuş uçmaz, kervan geçmez köylere saldı bizleri. Bütün bunları koşarak gerçekleştirmemiz isteniyordu. İyi de, yıllarca tecritte yaşamış bizler, yürümekte zorlanıyor, düz yollarda bile tökezliyorduk; böyleyken, köylerin çamurlu yollarında nasıl koşacaktık?! Duygularımıza ambargolar koyarak yüreklerimizi karartılmıştı; kararmış yüreklerimizle, nasıl aydınlatacaktık köylerimizi!?..
8 Ekim 2012 Pazartesi
BİR ÖĞRETMENİN GÜNCESİNDEN/ AŞKI YASAK ETTİK KENDİMİZE
Bir önceki yazımda (Aşk Yasaktı Bize) sözünü ettiğim, biz kızlara layık görülen rahibe yaşamı, hiç beklemediğimiz 'Kahramanımız' birgün çıkıp gelinceye dek sürdü! O günlerde okulumuzda; bilmediğimiz, anlamlandıramadığımız bir şeyler dönüyordu. Dört öğretmenimiz sürgün edilmiş, Müdüre Hanımımız okula gelmez olmuştu. Biz, o sümsükleştirilmiş kızlar, sanki derin bir uykudan uyanmışçasına, şaşkınlık içinde olup bitenleri anlamaya çalışıyor, yine de neler olduğunu kavrayamıyorduk; politik bilincimiz, siyasi düşüncelerimiz hamasi duygulardan öteye geçmiyordu çünkü. Fakat nasıl oldu bilmiyorum, biz sümsükleştirilmişler topluca, sürgün edildiğini bile bilmediğimiz o dört öğretmeninizin okulumuzdan gitmesini protesto eylemine giriştik (dersler girmeyerek) durup dururken. Öyle kendiliğinden bir eylemdi ki bu, kendimiz bile şaşırmış durumdaydık kendimize.
İşte bu çarpraşık durumlar yaşanır, kafalarımız adamakıllı karışmışken, bir gün okul koridorlarında dolaşıp duran çok şık giyinmiş, köstekli saatli, esmer yüzünde şark çıbanı izi olan; kuzguni siyah saçlı, genç görünümlü karizmatik mi karizmatik bir adamla karşılaştık. Bir film kahramanını izler gibi , aygın baygın bakışlarla hayran hayran izlerken biz onu; sağdan soldan gelen fısıltılar kulaklarımıza ulaşmaya başladı: "Okul müdürümüzmüş, okul müdürümüzmüş, okul müdürü....."
Bu yeni müdürün hayatımızı değiştireceğini, kahramanımız olacağını bilmeden sevmiş, hayranlıkla karışık başka duygular da beslemiştik ona. Müdürümüz, erkek öğretmenlerin ayak basmasının yasak olduğu yerlerde geziniyor; çamışırhaneden yemekhaneye, banyodan revire her yerde aniden karşımıza çıkıveriyordu. Kimi kez, soyunmakta olan bir kızla karşılaşıyor; çok doğalmış gibi, "giyin giyin!" diyerek oradan uzaklaşabiliyordu. Her hareketi şaşırtıyor, bazen ürkütüyor, çoğunluk hayran bırakıyordu bizi.
Çok kısa sürede büyük değişiklikler olmaya başladı hayatımızda. Artık, bizi zorlayan, gücümüzün üstünde olan çamaşır çarşaf yıkama işini, sabahtan akşama değin oturdukları yerde dantel örüp duran kadın hademeler yapacaktı. İşte o zaman öğrendik, okulumuzda atıl durumda bulunan ne kadar çok çamaşır makinesi bulunduğunu. Bulaşıkları da kendimiz yıkamayacaktık artık, üç ahçıdan biri yapacaktı bu işi. Sonra, çok kötü beslendiğimiz, gelişme çağındaki bizlerin haftada iki kez balık, iki kez hindi veya tavuk yememiz gerektiğini öğrendik yeni müdürümüzden; o günden sonra hep o şekilde beslendik. Midelerimiz bayram ediyor, yemekhaneden ekmek helva çalmaktan, sürekli çektiğimiz gizli açlıktan kurtuluyorduk.
Otel lobisini andıran okul girişimizin kirli duvarları pembeye boyandı. Bir köşesine, istediğimiz zaman çalabileceğimiz bir pikap ve plaklar yerleştirildi. En güzeli de, sabahları ranzanın demirlerine cetvelle vurarak çıkardığı "çat çat çat!" seslerine eşlik eden nöbetçi öğretmenin azarlarına muhatap olmadan uyanabilmekti. Bir sabah müzik sesiyle gözlerimi açtığımda, adını ve müziğini ilk kez duyduğum Maurice Ravel'in Bolero'suna hayran kalmış; başka bir sabah Neşet Ertaş'ın; "Seher vakti çaldım yarin kapısını, çıkageldi o gözleri sürmeli" türküsüyle sarhoş olmuştum. Hayatım, renkli rüyalar kadar güzelleşmeye başlamıştı!
Biz kızları bu kadarı bile mutlu etmeye yetiyorken, değişiklikler hız kesmeden sürüyordu. Bir gezi furyası başlattı yeni müdürümüz. Kastamonu'nun nerdeyse bütün ilçelerine geziler düzenlendi. Gidip görmediğimiz piknik alanı, keşfetmediğimiz tarihi alan kalmadı. Kumanyalarımız nefisti! Ne güzeldi yaşamak!..
Karşılaşacağımız en güzel sürprizden habersiz, böyle geçiyorken günlerimiz; bir gün, erkek sineğin bile giremediği okulumuz genç erkeklerin istilasına uğradı adeta! Hepimiz, şaşkınlık ve hayret dolu bakışlar, soran gözlerle süzdük birbirimizi. Öğrendik ki, bu genç erkekler, Gölköy Öğretmen Okulu'nun bizim gibi yatılı öğrencileriydi. Bundan böyle sık sık bir araya gelecek; onlar bize, biz onlara karşılıklı okul ziyaretleri düzenleyecek, birlikte yemekler yiyecek ve ortak etkinlikler yapacaktık. Gel de inan buna!... İnsak da, inanmasak da aynen böyle oldu. O günden sonra, biz sümsükleştirilmiş kızlar arasında bir şıklık yarışı başladı ki, sormayın!
Fakat, işin acı tarafı; beynimiz öyle yıkanmış, duygularımıza öylesine kelepçe vurmaya alışmıştık ki, bu yeni ortamlarda sevgili bulma, erkek arkadaş edinme eylemlerine geçemedik bir türlü (Gönlüm, Cemal diye bir yakışıklıya kayıyor baktım, gizli silahlarımı dpğrulttum kalbime). Artık dışarıdan bir otoritenin beyinlerimizi ve duygularımızı ele geçirmesine, bize hükmetmesine gerek yoktu. Biz kendi jandarmalığımızı kendimiz yapıyor; aşkı, kendimiz, kendimize yasaklıyorduk. Bu konuda ne kadar başarılı olduğumuzu anlatamam!
Sonunda, öğretmen olmaya hak kazandık. Müdürümüz öyle nutuk atmayı, öğüt vermeyi seven biri değildi. Karşımıza geçip herhangi bir konuda konuşma yaptığına da tanık olmadık hiçbir zaman. Ama, mezuniyet törenimizde, birkaç cümle konuştu: "Şimdi sizler köylere dağılacaksınız. Sizlere; rahat etmeniz, köylü tarafından kabul görmeniz için, çevreye uyma, başınızı kapatma konusunda telkinde bulunanlar olacaktır. Bu telkinlere kanmayın, köylere ışık götürme görevini üstlendiğinizi asla unutmayın!" Bu telkinlere kanar mıydım, kanmaz mıydım bilmiyorum; ama, müdürümüzün bu sözlerini hep aklımın bir köşesinde tuttum. Ayrıca, iyi bir fotoğrafçı, aynı zamanda resimle ilgilenen müdürümüz, bana hep şunu düşündürdü: İçinde sanatçılık ruhu taşıyan kişiler, dünyayı değiştirip dönüştürme gücüne de sahiptirler.
Sevgili Öğretmenim Aytaç Açıkalın, size müteşekkirim. Saygılarımı sevgilerimi, hürmetlerimi sunuyorum buradan.
İşte bu çarpraşık durumlar yaşanır, kafalarımız adamakıllı karışmışken, bir gün okul koridorlarında dolaşıp duran çok şık giyinmiş, köstekli saatli, esmer yüzünde şark çıbanı izi olan; kuzguni siyah saçlı, genç görünümlü karizmatik mi karizmatik bir adamla karşılaştık. Bir film kahramanını izler gibi , aygın baygın bakışlarla hayran hayran izlerken biz onu; sağdan soldan gelen fısıltılar kulaklarımıza ulaşmaya başladı: "Okul müdürümüzmüş, okul müdürümüzmüş, okul müdürü....."
Bu yeni müdürün hayatımızı değiştireceğini, kahramanımız olacağını bilmeden sevmiş, hayranlıkla karışık başka duygular da beslemiştik ona. Müdürümüz, erkek öğretmenlerin ayak basmasının yasak olduğu yerlerde geziniyor; çamışırhaneden yemekhaneye, banyodan revire her yerde aniden karşımıza çıkıveriyordu. Kimi kez, soyunmakta olan bir kızla karşılaşıyor; çok doğalmış gibi, "giyin giyin!" diyerek oradan uzaklaşabiliyordu. Her hareketi şaşırtıyor, bazen ürkütüyor, çoğunluk hayran bırakıyordu bizi.
Çok kısa sürede büyük değişiklikler olmaya başladı hayatımızda. Artık, bizi zorlayan, gücümüzün üstünde olan çamaşır çarşaf yıkama işini, sabahtan akşama değin oturdukları yerde dantel örüp duran kadın hademeler yapacaktı. İşte o zaman öğrendik, okulumuzda atıl durumda bulunan ne kadar çok çamaşır makinesi bulunduğunu. Bulaşıkları da kendimiz yıkamayacaktık artık, üç ahçıdan biri yapacaktı bu işi. Sonra, çok kötü beslendiğimiz, gelişme çağındaki bizlerin haftada iki kez balık, iki kez hindi veya tavuk yememiz gerektiğini öğrendik yeni müdürümüzden; o günden sonra hep o şekilde beslendik. Midelerimiz bayram ediyor, yemekhaneden ekmek helva çalmaktan, sürekli çektiğimiz gizli açlıktan kurtuluyorduk.
Otel lobisini andıran okul girişimizin kirli duvarları pembeye boyandı. Bir köşesine, istediğimiz zaman çalabileceğimiz bir pikap ve plaklar yerleştirildi. En güzeli de, sabahları ranzanın demirlerine cetvelle vurarak çıkardığı "çat çat çat!" seslerine eşlik eden nöbetçi öğretmenin azarlarına muhatap olmadan uyanabilmekti. Bir sabah müzik sesiyle gözlerimi açtığımda, adını ve müziğini ilk kez duyduğum Maurice Ravel'in Bolero'suna hayran kalmış; başka bir sabah Neşet Ertaş'ın; "Seher vakti çaldım yarin kapısını, çıkageldi o gözleri sürmeli" türküsüyle sarhoş olmuştum. Hayatım, renkli rüyalar kadar güzelleşmeye başlamıştı!
Biz kızları bu kadarı bile mutlu etmeye yetiyorken, değişiklikler hız kesmeden sürüyordu. Bir gezi furyası başlattı yeni müdürümüz. Kastamonu'nun nerdeyse bütün ilçelerine geziler düzenlendi. Gidip görmediğimiz piknik alanı, keşfetmediğimiz tarihi alan kalmadı. Kumanyalarımız nefisti! Ne güzeldi yaşamak!..
Karşılaşacağımız en güzel sürprizden habersiz, böyle geçiyorken günlerimiz; bir gün, erkek sineğin bile giremediği okulumuz genç erkeklerin istilasına uğradı adeta! Hepimiz, şaşkınlık ve hayret dolu bakışlar, soran gözlerle süzdük birbirimizi. Öğrendik ki, bu genç erkekler, Gölköy Öğretmen Okulu'nun bizim gibi yatılı öğrencileriydi. Bundan böyle sık sık bir araya gelecek; onlar bize, biz onlara karşılıklı okul ziyaretleri düzenleyecek, birlikte yemekler yiyecek ve ortak etkinlikler yapacaktık. Gel de inan buna!... İnsak da, inanmasak da aynen böyle oldu. O günden sonra, biz sümsükleştirilmiş kızlar arasında bir şıklık yarışı başladı ki, sormayın!
Fakat, işin acı tarafı; beynimiz öyle yıkanmış, duygularımıza öylesine kelepçe vurmaya alışmıştık ki, bu yeni ortamlarda sevgili bulma, erkek arkadaş edinme eylemlerine geçemedik bir türlü (Gönlüm, Cemal diye bir yakışıklıya kayıyor baktım, gizli silahlarımı dpğrulttum kalbime). Artık dışarıdan bir otoritenin beyinlerimizi ve duygularımızı ele geçirmesine, bize hükmetmesine gerek yoktu. Biz kendi jandarmalığımızı kendimiz yapıyor; aşkı, kendimiz, kendimize yasaklıyorduk. Bu konuda ne kadar başarılı olduğumuzu anlatamam!
Sonunda, öğretmen olmaya hak kazandık. Müdürümüz öyle nutuk atmayı, öğüt vermeyi seven biri değildi. Karşımıza geçip herhangi bir konuda konuşma yaptığına da tanık olmadık hiçbir zaman. Ama, mezuniyet törenimizde, birkaç cümle konuştu: "Şimdi sizler köylere dağılacaksınız. Sizlere; rahat etmeniz, köylü tarafından kabul görmeniz için, çevreye uyma, başınızı kapatma konusunda telkinde bulunanlar olacaktır. Bu telkinlere kanmayın, köylere ışık götürme görevini üstlendiğinizi asla unutmayın!" Bu telkinlere kanar mıydım, kanmaz mıydım bilmiyorum; ama, müdürümüzün bu sözlerini hep aklımın bir köşesinde tuttum. Ayrıca, iyi bir fotoğrafçı, aynı zamanda resimle ilgilenen müdürümüz, bana hep şunu düşündürdü: İçinde sanatçılık ruhu taşıyan kişiler, dünyayı değiştirip dönüştürme gücüne de sahiptirler.
Sevgili Öğretmenim Aytaç Açıkalın, size müteşekkirim. Saygılarımı sevgilerimi, hürmetlerimi sunuyorum buradan.
7 Ekim 2012 Pazar
BİR ÖĞRETMENİN GÜNCESİNDEN/ AŞK YASAKTI BİZE
60'lı -70'li yıllarda kasabalarda ve benim doğup büyüdüğüm Eflani'de olduğu gibi, ilçelerin çoğunda lise yoktu. Ortaokulu ilk ve tek kız olarak bitirdiğim 1968 yılında, deliler gibi istediğim eğitimimi sürdürebilmemin tek yolu, bir yatılı okula girebilmekten geçiyordu. İçimden gelen bir ses; "yöredeki kadınlar gibi olmamalısın" diyordu sürekli bana. Kazanamamaktan çok korktuğum, geceleri uykularımın kaçtığı yatılı kız ilköğretmen okulu sınavını kazandığımda (hem de ikincilikle) dünyalar benim olmuştu sanki. Bir meslek seçme lüksüne sahip olmadığım, tek derdimin eğitimime devam edebilmek olduğu için, öğretmenliği bile isteye seçtiğimi söyleyemem.
Okuldaki ilk günlerim mutluluk sarhoşluğuyla geçti. Çoğu benim gibi kasabalardan, ilçelerden gelmiş; aynı feodal kültürün ürünü kızlarla çabuk kaynaştık. Hepimiz de kanaatkardık. Okul idaresinin seçtiği; bir iki giymede ağzı yüzü bir yana kayan 'ayakkabı'ları, bezden kes'leri, beyaz eşofmaları, modeli ve kumaşı öğretmenlerce seçilen bizleri çirkinleştirmeye hizmet eden formaları, komik ötesi şapkaları gıkımızı çıkarmadan giyer, neredeyse halimize şükrederdik. Kızları tecrit etmek için camları yukardan aşağıya boyanmış pencereler, 6-700 metrekare büyüklüğündeki dış dünyaya tamamen kapalı bahçe, 50-60 kişilik sobasız yatakhaneler ve geceleri -20 derecelerde seyreden soğuklar, 10-15 kızın balık istifi girdiği ilkel tek banyo, haftada bir gün yarım saatlik çarşı izni, yer bulabilirsek leğenlerde yıkadığımız çarşafları, çamaşırları asacak yer bulamama telaşı mutluluğumuzu bozamıyordu.
Biz kızlar saftık, cahildik, çocuktuk ve korkaktık. Hak aramanın, 'hayır' demenin, gerektiğinde başkaldırmanın insanı insan yapacağını göremiyorduk bir türlü. Bu bize, aile içinde öğretilmediği gibi, devletin okulunda da öğretilmiyordu.
Erkeklerle konuşmak, erkek ziyaretçi gelmesi, okul duvarları arasında erkek sineğin bile uçması yasaktı. Gelen mektuplarımız açılır satır satır okunurdu. Ortaokul arkadaşlarımın ikisi -sanırım bana sevdalanmışlar- "nasılsın, iyi misin" havalarında, hafiften sevda kokan çocuksu mektuplar yazmışlar bana. Sırf bu yüzden iki kez idareye çağrıldım. "Okuldan atılırsam" korkusuyla gecelerimin nasıl zehir olduğunu bir ben bilirim. Duygularımıza hükmediliyor; aşk, sevda konusunda aldatılıyorduk öğretmenlerimiz tarafından.
Okutulan derslerden de, bir şey öğrendiğimi sanmıyorum. Örneğin, Çocuk Edebiyatı dersimiz vardı; tek çocuk öyküsü okumadığımız gibi, tek çocuk öyküsü yazarından da söz edilmedi. Şiir, masal diye bir konuya girdiğimizi hiç anımsamıyorum. Ne öğretilmişti bize!!! Tıssss! Yalnızca Atölye dersinde güzel işler yapılır, bütün yaratıcı yeteneklerimizi ortaya koyarak güzel eserler yaratırdık. Alet edevat kullanmayı, ufak tefek tamirat yapmayı, bu derste öğrendim. Köy öğretmenliğim sırasında ve hayatım boyunca da çok işime yaradı öğrendiklerim.
Bir de ev işi derslerimiz vardı; bir türlü öğrenemediğim, sofrada çatal tabağın ne yanına, bıçak ne yanına konulacağı, peçetenin nasıl yerleştirileceği, iyi bir hanımfendinin yemekte nasıl davranacağı vs..., adabı muaşeret kaideleri falan filan... Yama yapmayı, bohça yapmayı, bebek zıbını, bebek önlüğü dikmeyi de öğrettiler. Kızların en zorlandığı, elbise dikmekti. Öncelikle, kumaş alacak paramız olmazdı çoğumuzun. Sonra, okulda az sayıda dikiş makinası olduğundan sıra gelmek bilmezdi size... Stresler yaşar, uykularınız kaçardı bu yüzden. Ben divitin bir kumaş almayı başardım; ama, makine sıram gelmedi bir türlü. Gidip Ermeni bir terziye diktirdim sonunda. Öğretmenimizi aldattım, kendim diktim diyerek. Eeee, aldatılan insan, aldatmayı da öğreniyor sonunda. Aslında öğretmenimizin de umurunda değildi, elbiseyi benim dikip dikmediğim...
Halkoyunları öğretilirdi bolca. Severdim. Ama, köylere gittiğimde topluca oynanması gereken halk oyunlarını oynayacak kimseler bulamadığımdan, oynamaya oynamaya onu da unuttum sonunda. Şimdiki aklımla diyorum ki; keşke, dans etmeyi, vals yapmayı, benim adını bilmediğim pek çok dans çeşidini de öğretselerdi bize. Sanırım bu yüzden, şimdi dans etmeyi bilmeyenler yönetiyor ülkemizi...
Sonunda, diplamalarımızı aldık, "alnımızda bilgilerden bir çelenkle nura doğru koşarak, yurdumuzu yüceltmeye ant içmiş bir halde" dağıldık ülkenin dört bir yanına.
Aşkı sevdayı yaşamamış, erkeklerden korkan ve onları hiç tanımayan, dış dünyadan tecrit edilmiş, ömründe başkaldırmayı düşünmeyen, haklarının farkında olmayan, fen matematik konularında yetersiz yetiştirlmiş biz öğretmenler yeni kuşaklar yetiştirdik canla başla çalışarak. Her şey ortada şimdi; sonuç, olması gerektiği gibi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)