"..........
Yak sevdanın çırasını türkülerle
Barajını yıkan bir ırmak gibi katıl hayata
Hüznün isyana dönsün artık
Bitsin bezginliğin ölümcül suskunluğu
Evde kalmış bir cinsellik değildir çünkü dünya
..........."
Ahmet Telli/ Hüznün İsyan Olur
Şu son günlerde söyleşi ve imza etkinliğim için Tarsus'ta iki devlet okulunu ziyaret ettim. Sizlere, bu ziyaretlerimde edindiğim izlenimlerim, yaşadıklarım ve gözlemlerimden söz edeceğim. Yola çıkmadan önce kalemlerimi, fotoğraf makinamı çantama yerleştirdim. Fotoğraf makinamı özellikle aldım; çünkü, sosyal paylaşım sitelerinde yazar arkadaşların paylaştıkları okul ziyaretlerini gösteren güler yüzlü, mutlu çocukların ortasında, kitaplarını imzalarken, ya da çocuklarla kucak kucağa çekilen fotoğraflarını görmek hoşuma gidiyordu. Ben de bol bol fotoğraf çekecek, çekilecek ve herkesle paylaşacaktım.
İlk gittiğim okulun kocaman, demir bahçe kapısı, bakımsız boyasız, hantal binası, binaya giriş kapısına takılı duran, (kapı mı bozuktu bilmem) giriş çıkışları engellmeye yarayan iri halkalı zinciri ruh karamasarlığına kapılmama neden olsa da pek önemsemedim (emekli bir öğretmenin pek de yadırgayacağı bir durum değildi). Binaya, rehberlik yapan genç arkadaşla birlikte girdik. Bir okulda olmaması gereken bir ölüm sesizliği vardı havada. Görünürlerde tek bir canlı yoktu. Md odasına götürdü genç arkadaş beni. Oturup bekledik. Bir süre sonra, müdür geçti kapıdan, "hoş geldiniz" dedi. Sonra derin ve sıkıcı bir sessizlik başladı aramızda. Müdürün, varlığımdan sıkıldığı, rahatsız olduğu o kadar belliydi ki! Bu durumda ne yapacağımı bilemediğimden parmaklarımı çıtlatmaya başladım. Neyse ki müdür sonunda, söyleşiden sonra görüşürüz, gibi bir şeyler mırıldanıp çıktı odadan.
Toplantı salonuna girdiğimde, içim oldukça kararmış, keyfim kaçmıştı. Dinleyici çocukların pek çoğu mavi önlükleriyle gelmişti. Yoksullukları yüzlerinden okunuyordu. O yaşlarda gözlerinde olması gereken ışıltı ve pırıltı yoktu. Ne söyledim, ne anlattım bilmiyorum; kafam çok karışmıştı. Bir an için,"Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler" diyen Mary Antuanet gibi hissetmeye başladım kendimi. Her şeye karşın, söyleştiğim ilk iki grubun öğretmenleri güler yüzleri, sevecen bakışlarıyla, sınıf kitaplığı için aldıkları kitapları önemseyen sözleriyle, (parasını kendi ceplerinden ödediklerine, deneyimlerim nedeniyle eminim.) içimi ferahlattılar.
Ne yazık ki, gönül ferahlığım uzun sürmedi. Son grupla söyleşmek için bekliyordum ki, birden biber gazından kaçan topluluk gibi, bağırtılar çağırtılar içinde, bir öğrenci grubu daldı toplantı salonuna. Kollarını sıvamışlar, ellerini açmışlar, kimi ellerinde kağıt parçaları olduğu halde çevremi sardılar hep birlikte. Kısık sesimle, onları durdurmam ve susturmam olanaksızdı. Neredeyse ezeceklerdi beni. Gözlerim bir öğretmen, bir yetişkin aradı yardımıma yetişecek. Görünürlerde kimsecikler yoktu. Nice sonra, gürültüyü duyan nöbetçi öğretmen yetişti imdadıma. Benim kim olduğumu, hangi amaçla okullarında bulunduğumu bildiğinden emin olamadığım bu nöbetçi öğretmenden, çocukların öğretmenlerinin görevlerinin başlarına gelmesini istedim. Ne yazı ki, bu isteğim, öfkelenmesine neden oldu nöbetçi öğretmenin. Sert bakışlarına ve azar tonu yüklü itirazlarna hedef oldum. Neyse, çocukları düşünerek daha fazla uazatmadan konuyu, söyleşimi yaptım. Böylesine sorumsuz, böylesine ruhsuz öğretmenlerin işbaşında olduğunu görmek, iflah olmaz bir karamsarlığa sürükledi beni.
Sonra, rehberlik yapan gençten öğrendiğime göre; okul, en yoksul okuluymuş o yörenin. Söyleşim bittiğinde mutlu olurum genellikle, ama, böyle bir mutluluk yaşamadığım gibi, kendimi çok kötü hissettim.
Fotoğraf makinam mı!!! Ne fotoğrafı; yeterince hüzün yaşamış, yeterince sorumsuzlukla karşılaşmış, alabildiğine karamsarlaşmıştım. Tutup bir de hüznün, karamsarlığın, sorumsuzluğun fotoğrafını mı çekseydim yani!!!.. Müdür mü; müdür odasına gittim, veda etmek için; ama, o çoktan tüymüştü!..
Yine, "güzel görüntüler çekebilirim" umuduyla fotoğraf makinamı yanıma aldım. Önceden edindiğim bilgiye göre gideceğim ikinci okul, görece ekonomisi daha 'iyi' çocukların devam ettiği okulmuş. Bu durum yansımış okul binasına: Biraz daha bakımlı, eli yüzü biraz daha düzgündü. Öğretmenler, yöneticiler daha canlı, daha ilgiliydi. Okula konuk bir yazarın geldiğinin farkındaydılar. Fakat, okulun bir toplantı salonu yoktu. Benim söyleşi yapmam gereken yer konusunda sıkıntıları vardı. Sonunda, Güney'in güneşli havalarının yarattığı nimetten yararlanıp bahçede gerçekleştirmeye karar verdik etkinliği. Hava harikaydı, öğretmenler sevecendi, toplu fotoğraf çektirmekten hoşlanıyorlardı.
Moralim düzgün sayılırdı. Bu ruh haliyle söyleşiye başladım.
Bugüne dek okudukları ve çok beğendikleri bir kitabın adını söylemelerini istedim. Tek kişinin parmağı kalktı, (merak edenler için, kitabın adı: Robin Hud) şaşırmadım; tahmin edebiliyordum. 3-5 çocuk dışında kitap alan olmamıştı çünkü. Öğretmenleri de, sınıf kitaplıklarına kitap almadılar.
Yine de, okumanın öneminden, güzelliğinden, kitaplardan söz ettim çocuklara. Onların sorularını yanıtladım. Yazar olmak isteyen bir insanın hangi özelliklere sahip olması, neler yapması gerektiğini sordum onlara; bir yazar kadar bilinçli yanıtlar verdiler bana. Sonunda; "Evet, ben bu özellikleri taşıyorum, büyüyünce ben de yazar olabilirim/olmalıyım, diyenleriniz var mı içinizde?" diye sordum. Yanıtları, kocaman bir "Hayırrrr!" oldu. Çocuklar 'kral çıplak' diyebiliyorlar hâlâ.
Söyleşi bitip md. yardımcısının odasına girdiğmizde, kendimi bir banka şubesinde gibi hissettim. Velilerle, md. yardımcılar arasında bir para alışverişidir sürüp gidiyordu. Meğer, ayın 15 imiş, aidat yatırma günüymüş. Bir ara fırsatını bulup, md yardımcısına sordum; çocukların ekonomik durumları nasıl? "30 tl, aidat parasını alamıyoruz, nasıl olduğunu siz tahmin edin." dedi. İşte o an, 3 çocuğu olanları düşündüm... Para konuşulan ortamları hiç sevmem, sıkıntı basmıştı ki, yanımda oturan öğretmen:
"Siz Kitapçı mısınız?" dedi.
Çıldırmama az kaldı, doktorum nerede, diye bağırmak geçti içimden.
Fotoğraf makinam mı!!?.. Şu son soru gelene dek kullanmayı düşünüyordum,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder