7 Kasım 2012 Çarşamba

KİTAP TANITIMI / KOZA

Bu yazımda değişiklik yapayım istedim. Siyaset, hayatın içi-dışı, anneler, kadınlar, öğretmenler ve daha değişik konular derken, bir kitap sever olarak, kitap konusuna uzak kaldığımı düşündüm. Bu yazımda, başlıkta da belirttiğim gibi, "Koza" dan söz edeceğim. "Koza" Sevgi Saygı'nın Altıkırkbeş Yayın'dan çıkan kitabı. Mayıs ayında kitapçı raflarında yerini aldı ama ben yeni okuyabildim. Son zamanlarda, gözlerim yorgun düştü. Öyle eskisi gibi her kitabı okuyamıyorum, yarıda bıraktıklarım çok oluyor. Koza'yı merakla ilgiyle, hiç sıkılmadan okudum. Beni çeken; yanıbaşlarında yaşayan insanlardan habersiz, tektipleştirilmiş, kendi iç dünyalarına kapanmış /kapanmak zorunda bırakılmış bireyler olarak hayatımızı nasıl anlamsızlaştırdığımızı, farklılıklara tahammülsüzlüğümüz nedeniyle, farklı olanlara nasıl acı çektirdiğimizi küçük cümlelerle ve biraz da esprili bir dille anlatıyor olmasıydı kitabın. Ayrıca; kutsal aile söylemleriyle bilinçaltımıza yerleştirilen aile yapısının, gerçekte hiç de öyle olmayabileceğini düşündürüyor olması da ilginç bir yanı "Koza"nın.

"Öleli üç gün oldu ve hayatım tam bir zindana döndü."

Asıl öykü, bu cümleyle başlıyor. 'Asıl öykü' dememin nedeni, romanın (uzun öykü mü demeliyim yoksa) bir de yan öykücüğü olması. Koza'da, anlatıcının hayatının zindana dönmesi, polisten gelen bir telefonla başlar:

"A, evet" dedim, "tanıyorum tabii... Arkadaş..." (.....) "Sizin arkadaş" dedi, " ve bir es verdi, "Ölmüş"  (....) "Neden ben? O kadar da yakın arkadaşım değildi. Ailesini falan arasanız" dedim. "Bir tek sizin numaranızı bulduk" dedi.

Anlatıcının macerası, o tipten o tipe gidiş gelişi bu telefondan sonra başlar. Ölü bulunan Tarık'ın cenazesiyle ilgili tüm formaliteler kendisinin başına yıkılmıştır. Bu anlamsız yükten kurtulması için, doğru dürüst tanımadığı Tarık'ın, ailesini ya da bir akrabasını bulmak zorundadır. Bununla yükümlüdür de...

Bütün sabahlar gibi bir sabahtı bu da... Öyle ummuştum. Ama daha öğlen olmadan nur topu gibi bir cesedim ve artık kimseye ait olmayan bir ev anahtarım olmuştu.

Anlatıcı Tarık'ın evine yerleşir adeta. Onunla ilgili bir iz, ulaşabileceği bir adres peşindedir artık.

Az eşya, az aksesuar... Her şey öyle düzenli ve öyle soğuk ki... Galiba Tarık, çok uzun zaman önce ölmüş. (...)Şu işi bir an önce bitirmeliyim, deyip kalktım ve telefon rehberi varsa eğer, olabilecek tek yere baktım. Küçük yazı masasının çekmecesine. Dostları çoksa insanın ya da tanışları, defter ortalarda olur, ama Tarık gibiler kırk yılın başı başvururlar deftere.

Tarık'ın yakınlarına ulaşabileceği bir iz bir telefon numarası ararken, bir yandan da evde gördükleri, Tarık'la ve hayatla ilgili yorumlar yapmasına neden olur anlatıcının:

Böylesine yalnız ölmesinin nedeni hiç akrabasının olmaması mı? Anneler, babalar, kardeşler bizi ne kadar kızdırırlarsa kızdırsınlar, tutunmamıza mı yarıyorlar? (....) Şimdi durduğum noktada, onlar da yanımda değil... Ama ben yaşıyorum.
(....) Bu evde kadına dair bir iz aramamı engelleyen ne? Tabii ki steril düzenlilik... Kadınların en titiz olanları bile ıvır zıvırı sever. Burada yok. Hiçbir kadın yaşadığı mekanı ruhunun esintilerinden esirgemez. Burada yok. Burada erkeklik bile yok! (....) Mobilyalı bu morgdan çıkma zamanı geldi.

Anlatıcı, rehberdeki çok az isimi barındıran listeden, İlk Ahmet'i arar. Ahmet, Tarık'ın iş arkadaşıdır.

Zaten Tarık çok konuşkan biri değilmiş. İyi çocukmuş. Çok da yaratıcıymış ama nedense hayata karşı tutukmuş, ne doğru dürüst arkadaşı varmış-varsa bile o bilmezmiş- ne de bir ailesi. "Ben onun" dedi, "Bir kavanozda yetiştiğini ve orada yaşadığını düşünürdüm. 
Ahmet'in konuşmaları, anlatıcının hem umutsuzluga kapılmasına, hem öfkelenmesine neden olur:

(.....)Ahmet denen işkolik, mal düşkünü, başarıyı para kazanmakla eşdeğer sanan ruhsuz pezevenge kızmaya hakkım var! Tanısaydın be! Az biraz başını kaldırsaydın dosyalarından da bakasaydın!

Anlatıcının telefonla görüştüğü kişlerden biri de Alper'dir:

(....) A, şimdi hatırladım. Bir kez Beyoğlu'nda rastlamıştım ona.  (...) Şöyle ayak üstü bir iki laf ettik. O sırada öğrenmiştim çalıştığını falan. Her zamanki gibi görünüyordu. Kibar. (....) Aslında ... Aramızda başka türlü derdik de... Şimdi ölünün arkasından... Ayıp!

Anlatıcı, pek çok kişiyle telefonla konuşur. Her konuştuğu, gerçek hayattaki kişilerden birer örnektir; biraz zavallı, biraz aklı bir karış havada, biraz çökkün, hayattan kopmuş ve kendilerine ördükleri 'koza'ların dışına çıkmayan insanlardır. Bu telefon konuşmaları aracılığıyla heyecanlı bir yolculuğa çıkar, sürpriz (dikkatli okur için aslında pek de sürpriz olmayan) sona doğru ulaşırız. Peki, Koza'da  farklı olanı hiç yok mudur? Var tabii: Eskici... Bana göre Eskici tam bir roman kişisidir, Sevgi Saygı, keşke Eskici'nin felsefesi, yaşam biçimi, değer yargıları, yaşadığı mekan, müşteri ilişkilerini konu alan bir roman yazsa!

Koza ile ilgili kısacık bir tanıtım yaptım, umarım iyi yapabilmişimdir. Bundan sonrası, okumaya kaldı. Kitapları sevenlere öneririm.




2 yorum:

  1. :) Geçen ay beklenmedik biçimde erkenden ölen sevgili hocam Bilgin Adalı, Şimugula için çok güzel cümleler yazmıştı, teşekkür etmiştim. "Hiç kimseye teşekkür etme" demişti. Vasiyet gibiydi... Ölmeden bir ay öncesinde tembihlediği için... ama tutamayacağım bu sözünü... Teşekkür ederim, güzel tanıtımın ve okumak için verdiğin zamana, özenine... Teşekkür ederim :)

    YanıtlaSil
  2. Teşekküre gerek yok. Beğendiğim ve bir kitapsever olduğum için zevkle yaptım bu işi. Kitaplardan söz etmek beni mutlu ediyor. Bu mutluluk zaten bana yetiyor.

    YanıtlaSil