30 Kasım 2012 Cuma

İÇE BAKIŞ/ DÜŞÜNSEL KÖRELME

Herkes benim gibi midir bilmiyorum: Ne zaman günlük olayları izlemeyi bıraksam, toplumsal sorunlardan, iktidardakilerin oynadığı oyunlardan, başımıza örülen çoraplardan habersiz kalsam, düşünce sistemim köreliyor. Açıkçası aptallaşıyorum; daha doğrusu, kendimi aptallaşmış hissediyorum. Kaygılarım da artıyor: Acaba ben kış uykusuna yatmışken, kafalarında bin bir tilki dolaşan, gözlerini hırs bürümüş, sinsilikte uzmanlaşmış yönetici sınıf hangi dolapları çevirdi; din ticaretinin en kazançlı iş olduğu şu günlerde, kazanılmış kadın haklarının hangisi tırpanlandı ya da tırpanlanmaya çalışılıyor!
Şu son günlerde çocuklarımının ve torunlarımın günlük yaşamlarının hızlı seyrine kendimi kaptırdığım için günlük olayları izleyemeyen ben; bir yandan bunları düşünüyor, bir yandan da; "İnsanın düşünce sisteminin gelişmesi illa ki günlük gelişmeleri izlemekle mi sağlanırmış!" diyerek kızıyorum kendime. "Kitap okuyorsun, İstanbul'da torunların ve çocuklarınla birliktesin, toplum içine girip çıkıyorsun daha ne! Bırak bu saçma kaygıları, aptallaştığın filan da yok üstelik!" Kendime böyle kızıyorum ama, yazmadan duramayan ben, 20 gündür 'Blog'uma tek satır yazamıyorum. Bilgisayarın başına geçtiğimde, bakakalıyorum ekrana.

Baktım yazamıyorum, düşünüyorum oturup: Yazmak, okumakla ilgilidir, denir hep. Okumak derken, Maksim Gorki'nin söylediği gibi; insanı, bulunduğu yerden daha ileriye götüren, yeni ve daha iyi yaşama yönlendiren kitapları okumaktan söz ediyorum. Bu görüşe tamamen katılıyorum: Okumayan bir insan yazamaz. Yazamaz da, yalnız okumak da yetmiyormuş meğer. Her şeyin hızla değiştiği, önemli kavramların içinin boşaltıldığı, kapitalizmin acımasızlığının artıp azgınlaştığı şu günlerde, gökte uçan kuştan bile haberdar olunması gerekiyor yazabilmek için.Tek başına kitaplar; son yıllarda iyice artan  haksızlıklar, vurgunlar, soygunlar, aldatmacalar, kandırmacalar, doğa katliamları, her köşebaşına bir cami dikilmesi gibi durumlar karşısındaki duyarlılığımı, öfkemi, tepkimi, karşı duruşumu tetiklemeye yetmiyor ne yazık ki! İşte bu karşı duruşlarım, ortaya koyduğum tepkilerim, haksızlıklara karşı gösterdiğim duyarlılığım hep günlük olayları, gelişmeleri izlediğim sürece gerçekleşiyor bende; bırakın düşünsel körelmeyi, hiperaktifleşiyor düşünce sistemim.

Oysa, düşünsel körelme, hızla ilerleyen bir hastalık gibi. Bu hastalığın düşünce sistemimi çalışamaz hale getirdiğini, beynimi boşalttığını birdebire son anda fark ettiğimde sarsıldım. Neyse ki, doktorların söylediği gibi erken tanı düşünce sistemimin merkezi, beynimi kurtarmaya yönlendirdi beni. Onu çok iyi beslemeliydim. Toplumsal olayları, siyasi iktidarın izlediği yolu, medyayı, komşularımı, sokaktaki insanı, aydın ve yazar geçinenleri, gerçek aydın ve yazarları, tüm dünyayı, hem devlet, hem ailelerin  çocuklara yaptıkları zulmü, örtünme delisi kadınların varacakları son noktayı vb...
Ne mutlu bana ki, kendime geldim sonunda: Blog'uma yazabildim.               
       

11 Kasım 2012 Pazar

YAZARIN GÜNLÜĞÜNDEN / YAZMASAM....

"Söz vermiştim kendime: Yazı bile yazmayacaktım, yazı yazmak hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanlara arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekir! Yapamadım. Koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa, küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım, kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım"
Sait Faik Abasıyanık. 

Sait Faik, dönüp dönüp okuduğum öykücülerimizdendir. "Yazmasam deli olacaktım," cümlesi bile bir öykü tadındadır ve yazmadan duramama 'hastalığına' yakalananların ruh halini etkili bir biçimde özetlemiştir. Ben de, yazmazsam deli olacaklardanım.Yazmalıyım; aklıma ne eser, kafamdan ne geçerse... Sansürsüz.... Alabildiğine özgür. Yok aile sırları ortaya dökülmezmiş, yok efendim özel yaşam gözler önüne bu kadar da açık açık serilmezmiş; böylesine baskıcı bir ortamda Hükümet karşıtı herkesin, nedenleri araştırılmaksızın Silivri'ye gönderildiği günlerde dikkatli olmak gerekirmiş; bir kadın olarak, cinsellik gibi tabu olan konulara eğilmek bizim toplumda hoş karşılanmazmış; bir öğretmen olarak eğitici, hanım hanımcık şeyler yazmalıymışım!..  Pöhh, vız gelir bana!.. Hem, hanım hanımcık olmak isteyen kim! Hanım hanımcık bir kadının yazacak neyi olabiir ki?!.. Kafam esmeye, aklım yazacaklarımın doğruluğuna yatmaya dursun! Yazarım efendim, yazarım!.. İsteyen okusun, isteyen elinin tersiyle itsin!
 "Yazmak hırstan başka nedir ki!" diyen Sait Faik'in bu söylediğine katılmıyorum. Bana göre hırslı olan birisi, zaten yazamaz. Yazsa bile (ki, yazanlar çoğaldı) hırsının tutkusuna tutsak düştüğünden, yazdıkları tuzsuz ekmekten farksız olmak zorunda. Ünlü olmak, başarılı olmak, düzenle barışık olmak, çoğunluğun hoşuna gitmek, kimseleri rahatsız etmeyecek şekilde yazmak... Bu düşünceler içinde yazanlar hırslıdır ve yazdıkları da beş para etmez!

Yazmaya çocuk ve gençler için romanlar ve öyküler yazarak başladım. Amacım filan yoktu... İçimden gelen bir dürtüyle hayatın içinden biri olarak, beni rahatsız eden durumları ortaya koyduğum; kendimce, daha iyi bir yaşama ulaşmakta izlenebilecek yolları aradığım, yüreğimden kopup gelen doğaçlamalarla hareket ettiğim bir serüven olarak başladım yazmaya. Öyle tanınayım, kitaplarım çok satsın, ünlü olayım gibi bir derdim asla olmadı! Fakat yazın dünyasının içine girince, gördüklerim ve yaşadıklarım beni şaşırtmadı, desem yalan olur. Yazmış olmak için yazanlar, ahbap çavuş ilişkileriyle kendilerini 1 numara olarak göstermeye kalkışanlar, ne olduğunu sökemediğim dalaverelerle okul okul gezip işin ticaretine soyunanlar; aslında yazar demeye bin şahit isteyenlerin, yine anlayamadığım dalaverelerle 'eserlerinin' yabancı dillere çevrilmesi; pek çok 'yazar'ın, sosyal paylaşım sitelerinde kendi kitaplarını övmeye kalkışması... Sonunda, piyasanın bir kitap çöplüğüne dönüşmesi sonucu; benim çocuk ve gençlere yönelik romanlar ve öyküler yazmaktan vazgeçmem, şeklinde biten bir yol izleyerek sona ulaştım.

Fakat, Sait Faik'in dediği gibi; yazmasam delireceğim! Neyse ki, teknolojinin sunduğu olanaklar sayesinde, delirmekten kurtuldum. Sevgili biricik kızım Sıla, bana bir blog hazırladı. Başlangıçta, blog'un ne olduğunu bilmediğim için karşı çıksam da, sonunda gördüm ki, beni delirmekten kurtaran ve gönlümce yazabilmemi sağlayan bir sanal ortamdı, kızımın bana hazırladığı blog. İsteyen okuyabiliyor, isteyen takibine alabiliyordu yazdıklarımı. Eee, daha ne isteyeyim ki!.. Sonra sosyal paylaşım sitelerinde de özet şeklinde de olsa, görüşümü bildirebiliyor, duygularımı anlatabiliyordum. Bundan iyisi can sağlığı... Yazmasam, delirirdim, biliyorum. Sevgili kızım Sıla'ya binlerce teşekkürler... Blog'um sayesinde ömrüm boyunca yazacağım; bağımsız ve özgürüm!

10 Kasım 2012 Cumartesi

GÜNLÜĞÜMDEN / ETİN KEMİĞİ YEMEĞİN ARTIĞI


Muhafazakar bir çevrede doğup büyüdüğüm gibi, mesleki eğitimimi de muhafazakar bir yatılı okulda tamamladım.  Bir kadının muhafazakar çevrelerde soluk alması, varlığını hissettirebilmesi, gönlünce gezip dolaşabilmesi, şarkı söylemesi, türkü çağırması, istediği şekilde giyinebilmesi hatta gülebilmesi neredeyse, gizli yasalarla yasaklanmıştır. Erkek arkadaş edinmeyi aklından geçirmesi bile korkulu ve uykusuz geceler geçirmesine neden olur. Aşık olmak, en büyük suçtur  muhafazakar çevrelerde. Aile büyükleri, ekonomik durumuna bakarak, ayaklarına kadar gelen kısmeti kaçırmamak için münasip gördükleri biriyle evlendiriverir sizi yaşınıza bakmadan. Ağbiler en büyük kâbusudur kızların. Baba, işinde gücünde olduğundan, kızların namus bekçiliğini yapma görevi ağbilere ve hatta akrabaların diğer erkek çocuklarına verilmiştir. Sizi, canları istediği zaman dövebilir, hizmetçileri gibi kullanabilirler ailenin prensleri oldukları için. Genellikle, kızlar aile tarafından 'el hakkı' olarak görülür. Yedikleri içtikleri göze batar. Etin kemiğini, yemeğin artığını yemek düşer onlara.

Böylesine tutucu ortamda doğup büyüyen, bu muhafazakarlıktan payını fazlasıyla alan ben, ortaokula başladığımda başım açık (başımı kapatmam hiçbir zaman istenilmedi; işin tuhafı, öğretmen olduktan sonra  kapatmam yönünde baskı gördüm; dini siyasete alet eden Menderes Hükümeti'nin etkisi miydi, bilmiyorum), etek boyum kısa, giysilerim kıyafet devrimine uygun bir şekilde hiç rahatsız edilmeden ve kendimde en ufak bir rahatsızlık duymadan eğitimimi sürdürebildim.Yalnız benim değil, eğitimini sürdüren bütün kızların başları açık olurdu o zamanlar benim kasabamda. Peki nasıl oluyordu da, böylesine tutucu bir çevrede böyle bir zıtlık yaşanabiliyordu. Sonraları bunu uzun uzun düşündüm. Kendimce, doğru olduğuna inandığım yorumlar getirdim:

Benim kuşağımdakilerin dedeleri, nineleri kurtuluş savaşını yaşamış; topraklarını ölesiye bir mücadele sonucu korumuş; bu mücadelede Atatürk'ün rolünü çok iyi bilen insanlardı. Evet, geleneklerine sıkı sıkı sarılıyorlardı; ama, Atatürk'ün getirdiği her yeniliğe de saygı duyuyorlardı. Mademki bir kız okula, aydınlanmaya gidiyordu, öyleyse, aydınlanmanın gerektirdiği şekilde giyinmeliydi. Atatürk'ün, vatanını korumak için gösterdiği kahramanlıklara tanık oldukları için, O'nun devrimlerine olan güvenleri de tamdı. 8-9 yaşlarındayken sırf özentiden başıma kırmızı şifondan bir örtü örtmüştüm. Karabük Demir Çelik Fabrikası'nın inşaatında usta olarak çalışmış, çalışırken de Atatürk'ü görmüş olan büyükbabam, bana çok kızdı, başımı açtırdı hemen.Daha sonraları, okur yazarlığı bile olmayan büyükbabamın, ailedeki bütün kızların okumasında katkısı ve oğullarına baskısı olduğunu öğrenecektim. Bizim büyük ailenin kızları okuyup meslek sahibi olurken, o yöredeki pek çok kız da başları açık, Cumhuriyet kızlarına yakışır şekilde giyinerek eğitimlerini tamamladılar. Daha eşitlikçi aileler oluşturarak evliliklerini sürdürdüler.

Hal böyle sürüp giderken, farkına varılmayacak bir şekilde kadınlar yavaş yavaş kapanmaya, 'mukabele' adı verdikleri etkinlikleri gerçekleştirmek adına camilerde toplanmaya, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı söylemlerde bulunmaya başladılar. Boşalan köylere camiler, insansız camilere imamlar atanmaya başladı. Halktan kadınların sağlıklı tülbentlerini, basma giysilerini bir yana fırlatıp uzun pardösüler, kara çarşaflar giymek; takkeli örtüler,  boğazlarını sıkan eşarplar takmak moda oldu. Araplar'a artan özentiyle, kadınlar bile birbirleriyle "selamünaleyküm" diyerek selamlaşmaya başladı. Bu konuda söylenecek çok şey var; ama sözü uzatmamak için yeterliyorum.

Peki, toplumsal alandaki bu  Cumhuriyet karşıtı sosyolojik değişimler neyle sonuçlandı:
-Dünya Ekonomik Forumu 2011 Raporuna göre, kadın erkek eşitliğinde Türkiye 135 ülke arasında 124. sırada. İçinde bulunduğumuz Avrupa ve Orta Asya Bölgesinde sonuncu sıradayız.
-Cinsel suçlar 100'de 400 arttı.
-Tarım işçisi 2 kadından biri şiddet görüyor.
-Kadın cinayetlerindeki artış, hızla sürüyor.
-Sınavlarda yapılan yolsuzluklar, çocukların ve gençlerin haklarına tecavüzler....

Sonuç olarak şunları söylemek istiyorum: Son yıllarda, dini siyasete alet eden iktidarın ve kapanmayı, kadınlık hak ve özgürlüğü olarak destekleyen kimi 'aydın' kadınların etkisi, desteği ve politikaları sonucu kapanan kadınların sayısında büyük artışlar olduğu biliniyor. Yapılan istatistiklerde görüyoruz ki, bu değişimin kadınların özgürleşmesini sağlaması bir yana; daha çok tecavüze uğramalarına, daha çok şiddet görmelerine, erkeklerle aralarında var olan eşitsizliğin daha da artmasına neden olmuş.

Bu sonuçlara bakarak diyorum ki:
Ey kendini aydın sanan kadınlar: Kadınların örtünmesinin onların özgürlükleri olduğunu savunmaktan vazgeçin artık. Tez zamanda aklınız başınıza toplayın!
Biliniz ki, sizin gibi tuzukuruların bilmediği bir zulmü yaşamaktır, muhafazakar çevrelerde kadın olmak!
Sizler, din ticareti yaparak zengin olmuş kadınların görüntüsüne yaşantısına bakarak, her kapatılan kadının aynı hayatı yaşadığını sanmaktan vazgeçin.
Eğer kadınların kapanması bir demokratik haksa, Arap ülkelerinin bütün kadınları demokratik haklarına kavuşmuş demektir; ama, ne hikmetse dünyanın en çok baskı altında yaşayan kadınlarıdır bu kadınlar.

Siz de kendinizce haklısınız; kendinizi göstermek, bir takım çevrelere yaranmak, medyada görünmek istiyorsunuz. Benden size öneri: Alın pankartlarınızı ellerinize sokaklarda, kadın hakları konularında gösteriler yapınız. Medya mutlaka peşinize düşecektir. Sizlerle söyleşiler yapmaktan da çekinmeyecektir. Fakat dikkat edin (edersiniz zaten) örtünen kadınları sayagıyla karşıladığınızı belirtmeyi unutmayın.
Bir 10 Kasım sabahı, güne uyandığımda bütün bunlar geçti kafamdan. Atatürk'ün yüceliğine olan inancım daha da güçlendi.

7 Kasım 2012 Çarşamba

KİTAP TANITIMI / KOZA

Bu yazımda değişiklik yapayım istedim. Siyaset, hayatın içi-dışı, anneler, kadınlar, öğretmenler ve daha değişik konular derken, bir kitap sever olarak, kitap konusuna uzak kaldığımı düşündüm. Bu yazımda, başlıkta da belirttiğim gibi, "Koza" dan söz edeceğim. "Koza" Sevgi Saygı'nın Altıkırkbeş Yayın'dan çıkan kitabı. Mayıs ayında kitapçı raflarında yerini aldı ama ben yeni okuyabildim. Son zamanlarda, gözlerim yorgun düştü. Öyle eskisi gibi her kitabı okuyamıyorum, yarıda bıraktıklarım çok oluyor. Koza'yı merakla ilgiyle, hiç sıkılmadan okudum. Beni çeken; yanıbaşlarında yaşayan insanlardan habersiz, tektipleştirilmiş, kendi iç dünyalarına kapanmış /kapanmak zorunda bırakılmış bireyler olarak hayatımızı nasıl anlamsızlaştırdığımızı, farklılıklara tahammülsüzlüğümüz nedeniyle, farklı olanlara nasıl acı çektirdiğimizi küçük cümlelerle ve biraz da esprili bir dille anlatıyor olmasıydı kitabın. Ayrıca; kutsal aile söylemleriyle bilinçaltımıza yerleştirilen aile yapısının, gerçekte hiç de öyle olmayabileceğini düşündürüyor olması da ilginç bir yanı "Koza"nın.

"Öleli üç gün oldu ve hayatım tam bir zindana döndü."

Asıl öykü, bu cümleyle başlıyor. 'Asıl öykü' dememin nedeni, romanın (uzun öykü mü demeliyim yoksa) bir de yan öykücüğü olması. Koza'da, anlatıcının hayatının zindana dönmesi, polisten gelen bir telefonla başlar:

"A, evet" dedim, "tanıyorum tabii... Arkadaş..." (.....) "Sizin arkadaş" dedi, " ve bir es verdi, "Ölmüş"  (....) "Neden ben? O kadar da yakın arkadaşım değildi. Ailesini falan arasanız" dedim. "Bir tek sizin numaranızı bulduk" dedi.

Anlatıcının macerası, o tipten o tipe gidiş gelişi bu telefondan sonra başlar. Ölü bulunan Tarık'ın cenazesiyle ilgili tüm formaliteler kendisinin başına yıkılmıştır. Bu anlamsız yükten kurtulması için, doğru dürüst tanımadığı Tarık'ın, ailesini ya da bir akrabasını bulmak zorundadır. Bununla yükümlüdür de...

Bütün sabahlar gibi bir sabahtı bu da... Öyle ummuştum. Ama daha öğlen olmadan nur topu gibi bir cesedim ve artık kimseye ait olmayan bir ev anahtarım olmuştu.

Anlatıcı Tarık'ın evine yerleşir adeta. Onunla ilgili bir iz, ulaşabileceği bir adres peşindedir artık.

Az eşya, az aksesuar... Her şey öyle düzenli ve öyle soğuk ki... Galiba Tarık, çok uzun zaman önce ölmüş. (...)Şu işi bir an önce bitirmeliyim, deyip kalktım ve telefon rehberi varsa eğer, olabilecek tek yere baktım. Küçük yazı masasının çekmecesine. Dostları çoksa insanın ya da tanışları, defter ortalarda olur, ama Tarık gibiler kırk yılın başı başvururlar deftere.

Tarık'ın yakınlarına ulaşabileceği bir iz bir telefon numarası ararken, bir yandan da evde gördükleri, Tarık'la ve hayatla ilgili yorumlar yapmasına neden olur anlatıcının:

Böylesine yalnız ölmesinin nedeni hiç akrabasının olmaması mı? Anneler, babalar, kardeşler bizi ne kadar kızdırırlarsa kızdırsınlar, tutunmamıza mı yarıyorlar? (....) Şimdi durduğum noktada, onlar da yanımda değil... Ama ben yaşıyorum.
(....) Bu evde kadına dair bir iz aramamı engelleyen ne? Tabii ki steril düzenlilik... Kadınların en titiz olanları bile ıvır zıvırı sever. Burada yok. Hiçbir kadın yaşadığı mekanı ruhunun esintilerinden esirgemez. Burada yok. Burada erkeklik bile yok! (....) Mobilyalı bu morgdan çıkma zamanı geldi.

Anlatıcı, rehberdeki çok az isimi barındıran listeden, İlk Ahmet'i arar. Ahmet, Tarık'ın iş arkadaşıdır.

Zaten Tarık çok konuşkan biri değilmiş. İyi çocukmuş. Çok da yaratıcıymış ama nedense hayata karşı tutukmuş, ne doğru dürüst arkadaşı varmış-varsa bile o bilmezmiş- ne de bir ailesi. "Ben onun" dedi, "Bir kavanozda yetiştiğini ve orada yaşadığını düşünürdüm. 
Ahmet'in konuşmaları, anlatıcının hem umutsuzluga kapılmasına, hem öfkelenmesine neden olur:

(.....)Ahmet denen işkolik, mal düşkünü, başarıyı para kazanmakla eşdeğer sanan ruhsuz pezevenge kızmaya hakkım var! Tanısaydın be! Az biraz başını kaldırsaydın dosyalarından da bakasaydın!

Anlatıcının telefonla görüştüğü kişlerden biri de Alper'dir:

(....) A, şimdi hatırladım. Bir kez Beyoğlu'nda rastlamıştım ona.  (...) Şöyle ayak üstü bir iki laf ettik. O sırada öğrenmiştim çalıştığını falan. Her zamanki gibi görünüyordu. Kibar. (....) Aslında ... Aramızda başka türlü derdik de... Şimdi ölünün arkasından... Ayıp!

Anlatıcı, pek çok kişiyle telefonla konuşur. Her konuştuğu, gerçek hayattaki kişilerden birer örnektir; biraz zavallı, biraz aklı bir karış havada, biraz çökkün, hayattan kopmuş ve kendilerine ördükleri 'koza'ların dışına çıkmayan insanlardır. Bu telefon konuşmaları aracılığıyla heyecanlı bir yolculuğa çıkar, sürpriz (dikkatli okur için aslında pek de sürpriz olmayan) sona doğru ulaşırız. Peki, Koza'da  farklı olanı hiç yok mudur? Var tabii: Eskici... Bana göre Eskici tam bir roman kişisidir, Sevgi Saygı, keşke Eskici'nin felsefesi, yaşam biçimi, değer yargıları, yaşadığı mekan, müşteri ilişkilerini konu alan bir roman yazsa!

Koza ile ilgili kısacık bir tanıtım yaptım, umarım iyi yapabilmişimdir. Bundan sonrası, okumaya kaldı. Kitapları sevenlere öneririm.




4 Kasım 2012 Pazar

GÜNÜN ÖZETİ/SUÇLUYUM HAKİM BEY!!!

Bir önceki yazımda sözünü ettiğim, iktidarın açtığı 'Psikolojik Savaş'ın toplum üzerinde yarattığı etkiler, yavaş yavaş kendini göstermeye başladı.Bazen teker teker, bazen koro halinde vicdanımızdan gelen bir inlemeyle bağırıyoruz:
-Suçluyum hakim bey!
-Suçluyum hakim bey!
-Suçluyuz hakim bey!
Biz böyle bağırdıkça, iktidarın sopa sallayıcısı; yüzüne yapıştırdığı pis bir sırıtışla kükrüyor karşımızda:
-Sizi gidi kara vicdanlılar siziiiii!!!

Kendileri gibi düşünmeyenleri; dini, daha çok da kadınları kullanarak çıkarlarına alet etmeye kalkışanlara karşı duranları suçlayan, utandıran, kınayan iktidarın yarattığı bir toplum hastalığıyla yüz yüzeyiz şu son günlerde. Bireylerde; kendine güvensizlik, kendini affedememe, depresiflik, endişe halleri, daima kontrollü olma halleri gibi psikolojik rahatsızlıklar, davranış bozuklukları safhasına ulaştı artık. İktidarın açtığı Psikolojik Savaş sonucunda zedelenen beyinler; doğru düşünemez, yaşananları sorgulayamaz hale gelmektedir.

Dünkü ulusal gazetelerin çoğunda, şöyle bir haber vardı: "Serra Yılmaz'dan başörtüye ağır sözler, kıyameti koparttı!" Artık, başörtüsünü özgürlük olarak gören kadınların 'çağdaş' olarak nitelendirildiği bu toplumda, başörtülülerle ilgili olumsuz görüş bildirmek yobazlık, tutuculuk olarak görülmeye başladığından, Serra Yılmaz'a da 'tutucu kadın' yakıştırmasıyla birlikte; "Bu bir nefret söylemidir, kadın hak ve özgürlüklerine müdahaledir, yobazlıktır!" seslenişleriyle ânında karşı çıkıldı. Bu karşı çıkışın tonlarında, Başbakan'ın sanatçılara, heykellere karşı duyduğu nefretin yansımaları seziliyordu. Oysa, dün için asıl kıyametin koparılması gereken olay, Psikolojik Savaş'tan etkilenmeyenler tarafından sosyal medyada gündeme getirildi: "Başbakana yaranmak için, usta gazeteci Metin Münir'i kovan medya patronuna yuh olsun!"

Neyse, konumuza dönelim. Eğer toplumun kafası karıştırılmış olmasaydı şu sözleri duyacaktık onlardan:
-Kadınların çoğu babasının, ağbisinin, kocasının, çevre baskısının sonunda başını kapatmak zorunda kalmıştır. (Emine Hanım, ağbisinin baskısıyla, Nermin Erbakan, evlendikten sonra kocasının etkisiyle, Hayrünnüsa Gül, henüz başı açık bir öğrenciyken, evlendirilip başı kapattırılmıştır, vb....)
-Kadınların bir kısmı, iktidara yaranmak, iş kapmak, sosyal statü elde etmek, gelip geçici türban modasına ayak uydurmak için başını kapatmaktadır; iktidar ve moda değiştiğinde, bu kadınların ilk işleri başlarını açmak olacaktır.
-Kapanan kadınlar özgürlüğe değil, tutsaklığa mahkumdurlar. İklimsel değişimlerin, kavurucu sıcakların yaşandığı uzun yaz aylarında öğretmenler miniminnacık öğrencilerine tembihlerler: "İnce ve açık renk giysiler giyinin, vücudunuz hava alacak şekilde giyinin vs.." diye. İktidar ve yandaşları aracılığıyla telkinlerde bulunulan, kendilerini çağdaş gören kadınlar tarafından, "örtünme özgürlüğünüzü destekliyoruz" söylemleriyle kapanmaya özendirilen kadınların, sıcaklar nedeniyle yaşayabilecekleri sağlık ve özgürlük sorunları hiç gündeme getirilmemektedir. Başına takke, takkenin üzerine naylon (yoksullar için) bir eşarp bağlayan bununla da yetinmeyip, eşarbının ibiklerini boğazına sıkı sıkı dolayan, üstünde uzun pardösüsü, ayağında çoraplarıyla sokağa çıkan bir kadının bedeninin her tarafının isilik olacağını, kafasında yaralar çıkacağını herkes bilir. İşte bu tepeden tırnağa örtülü kadınlar da bunu bildiğinden, sıcak yaz aylarında mümkün olduğunca evlerine kapanacaklar, sokağa çıkmaktan uzak duracaklardır. Kısacası, farkında bile olmadan kafeslere kapatılacaklardır.
-Terlemekten kaynaklanan kokular yüzünden, ucuz, sağlığa zararlı (halk kesimi) deodorantlar kullanacaklar, kullanmayanlar, kokularıyla çevrelerini rahatsız edeceklerdir.

Suçluluk duygusuyla kıvranan sevgili halkım: Kendinize gelin ve bakın bakalım, asıl suçluluk duygusu duyması gereken zihniyetler kimlerdir ve gerçek niyetlerini açık açık nasıl belirtmişlerdir:
"İnsanları köle gibi gören çağdışı bu düzen mutlaka değişmelidir! Ey Müslümanlar: Sakın ha, içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin!"
Şükrü Karatepe/ Refah Partili Belediye Başkanı
Daha sonra bu zat, dindar cumhurbaşkanımız Turgut Özal tarafından Bakan yapılmış; "Keçeciler ile Akarcalı bakan olursa şeyimi keserim!" diyene kadar da bakan olarak kalmıştır.
"Kanlı mı olacak kansız mı?"
Necmettin Erbakan
"Dindar ve kindar gençlik yetiştireceğiz."
"Maalesef idam kaldırılmıştır. Türk toplumunda, idam isteyenlerin oranı yükseliyor."
Recep Tayyip Erdoğan/Başbakan
Kin ve nefret tohumları eken dinci iktidar; toplumu, idam cezalarının geri getirilmesini isteyecek kadar gaddarlaştırmıştır. Bu gaddarlaştırılmaya "dur" deme görevi, torunlarımızın, çocuklarımızın geleceği açısından bizlere düşmektedir. Onun için başımızı dik tutmamız, aşağılık ve güvensizlik duygularına kapılmamamız gerekmektedir.

Bundan 40 yıl önce, elektriksiz, yolsuz, susuz bir köyde üç kadın öğretmendik. Paydos saatinden sonra, sigaralarımızı tüttürür, 8-900 metre ötede bulunan köye elimizde sigaralarımızla yürürdük.(TV, sinama,tiyatro, kafe, erkek arkadaş olmayan köylerde, sıkıntıdan sigaraya başladık) Ramazan da olsa değişmezdi durum. Ne köylü bunu umursar, ne de biz kızların aklına köylünün oruç tuttuğu gelirdi. Bir gün Sevgili Safiye Teyzemizle (rahmet ve sevgiyle anıyorum) karşılaştık yolda: "Kızlar, Ramazanda yapmasanız bunu!" dedi. Hepsi bu... Her ne kadar 12 Eylülle birlikte yaygınlaşan yobazlıkla birlikte, bu hoşgörü ortamı sona erse, oruç tutmayanlara saldırılsa da, Anadolu halkının bu derin hoşgörüsü hâlâ sürmektedir.
Diyorum ki:
Suçluluk psikolojisine kapılanlar, bir an önce kendinize gelin!
       

1 Kasım 2012 Perşembe

PSİKOLOJİK SAVAŞ


Ülkemizde sosyal demokratların oy oranın yüzde 20-25 lerde seyrettiği bilinen bir gerçek. Bu sonuç, olağanüstü durumlar dışında (Kıbrıs Harekatı) yıllardır değişmedi. Tutuculuğun temsilcisi muhafazakarlar; değişimi, dönüşümü, demokratik ilerlemeleri istermiş ve bu yolda mücadele veriyorlarmış gibi görünseler de, siyasi felsefelerine ve yaşam anlayışlarına ters düşen değişim ve dönüşümün, iktidarlarının sonunu getireceğini bildiklerinden, söylediklerinin tersine halkı muhafazakarlaştırma yolunda adımlar atmışlardır. Zaten AKP'nin her alanda giriştiği muhafazakar uygulamalar bunu açıkça göstermektedir.(Teknolojik ilerlemelerin yaygınlaşması konumuz dışı.). İnsanların kafa yapısını, düşünce sistemini ileriye, çağdaşlığa yöneltmeyen her değişim dönüşüm, geriye gidiş demektir bana göre.

Siyasetten anladığımı söyleyemem, ayrıca siyaseti sıkıcı bulurum. Fakat, şu son günlerde yaşadığımız baskılar, dört bir tarafın camiler ve boş köylerin bile imamlarla donatıldığı; kadınların bir bir başlarını kapatıp 'mukabele' adı verilen ve moda olan etkinliklerde sıkça boy göstermeye, selamunaleyküm'lerle selamlaşmaya başlamaları, örtünen kadınları savunmanın çağdaşlık kabul edildiği, çığrından çıkma yolunda ilerleyen ve kafalarını dogmalara gömmüş insan topluluklarının artışını görmek, beni siyasete kafa yormaya yönlendirdi.

Kendini hissettirmeden yavaş yavaş ilerleyen bir karşı devrim sürecinde, muhafazakar iktidarın uyguladığı yöntemlerin başında psikolojik savaş geliyor. Bu konuda çok da başarılılar. En basiti, sık sık insanların hiç de düşünmek istemedikleri konuları gündeme getirip (zina, kürtaj, flört, üniversitelerin ahlak bozması, kadın erkek eşit değildir söylemleri vs...) böylece insanların kafasını karıştırmalar. İçki içenlere laf dokundurmalar, küçümsemeler. Duygusal saldırılar; yahu sen kim oluyorsun, kilon kaç,  Gavur İzmir, söylemiyle İzmirliler'e, Yezidiler ve Aleviler'e olduğu gibi. İmam Hatip Okullarını ve mezunlarını överek, diğer okul mezunları ve velileri üzerinde baskı kurmak, çocuklarını İHL'ye göndermeyen gerçek dindarlar üzerinde suçluluk duygusu yaratmak. Uygulanan bu tür psikolojik baskılar o kadar çok ki, bu kadarıyla yeterlersem düşüncelerimi açıklamış olurum.

Psikolojik baskı bu kadarla sınırlı değil tabi ki! İktidarlarında baskı yolunu seçenler, genelde aşırı kontrolcü, korkak ve nevrotik, iktidar açlığı içinde olduklarından, çevrelerinde korku da salabiliyorlar. Bu baskılarını en çok da medya üzerinde uygulamaya koyuyorlar. Baskılara karşı çıkan pek çok gazeteci işinden olurken, pek çoğu da korktuğu ya da bir çıkar umduğu için iktidarın yanında yer alarak, yandaş veya iktidar şakşakçısı olarak karşımıza çıkıyor. Tabi ki, muhafazakar iktidar, verdiği psikolojik savaşta en çok bu gazetecilerden yararlanıyor. Daha iki gün önceki bir gazetede çok bilinen bir gazeteci, halkın her şeyi göze alarak meydanlara çıktığı, yaptığı eylemlerin sonunda mutlu olan halka şunları söyleyebiliyor: "Cumhuriyet, laiklik, Atatürkçülük adına siyaset yapmak, hele bu değerler üzerine sokağa dökülmek AKP'nin işine yarar."

Yine 29 Ekim'de biber gazlarından ve basınçlı sudan perişan hale gelen vatandaşın yaşadığı çirkinlikler akıllardayken, TV' sunucusu, Boğaz Köprüsü'ndeki gösteriler yönelip; "Bakın, bakın! Ne güzel bayram kutluyoruz diyebiliyor. Tartışma programları yönetecileri, iktidara karşı olduğunu söyleyen konuşmacıya, hamamböceğine bakar gibi bakabiliyor.

Bütün bu psikolojik savaş taktikleri, zaten feodal yapıyı kıramamış, birey olamamış, yıllarca muhafazar kültürün etkisi ve baskısı altında yaşamış yurttaşları şaşkınlaştırıp, etkisi altına alabiliyor. Psikolojik savaşın amacı da zaten, insanları şaşkına çevirip beynini yıkayarak istendiği gibi, istendiği şekilde egemenlik altına alabilmektir.