"Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya..."
Gülten Akın
Bir önceki yazımda, Neil Postman'ın "Çocukluğun Yokoluşu" adlı eserinden yola çıkarak Eski Yunan'dan 1850-1950'li yıllara (çocukluğun doruğa ulaştığı yıllar) dek geçen dönemde çocukluğun durumlarını konu etmiştim. Neil Postman; "Çocukluk biyolojik bir kategori değil, toplumsal bir kurgudur. Çocukluk tasarımı, Rönasans'ın büyük icatlarından biridir," diyor ve ekliyor; "ama tüm toplumsal kurgular gibi çocukluğun süreğen varlığı da kaçınılmaz değildir; çocukluğun yokolduğu günleri yaşıyoruz."
Bir öncekinde olduğu gibi, yine Neil Postman'ın görüşlerini derleyeceğim bu yazımda da.
1850-1950 arasındaki dönem, ailelerin çocuklarına yönelik olarak en üst düzey empati, şefkat ve sorumluluğu onaylayan ruhsal mekanizmaları geliştirdiği dönemdir. Yüzyılın bitiminde ise çocukluk kültürel bir ürün olarak değil, biyolojik bir kategori olarak tanımlanmaya başladı. Aynı dönemde, çocukluğa yaşam veren çevre yavaş yavaş parçalanmaya başladı. Bu parçalanmaya gidişin başlıca nedenlerinden biri, Morse'un elektrikli telgrafı icadıdır. Diğeri ise Charles Darwin'in ortaya attığı evrim teorisiyle ilahi kavrayışın yerine bilimsel varsayımlar koyarak, ilahi kavranışın yerinden sökülmesine neden oluşu dünya dengesini bozucu bir etkide bulunuşudur.
Elektrikli telgrafın icadıyla haberleşmenin niteliğinin ve yayılma hızının değişimi sonucu toplumsal yapıda da değişikler başladı. Bu konuda Marshall MacLuhan diyor ki: " İnsan elektrikli bir çevrede yaşadığı zaman doğası dönüşür ve özel kimliği, ortak bütünle karışıp birleşir. Artık o 'kitle insanı' olur. Kitle insanı, ilk olarak radyo çağındaki bir görüngü biçiminde fark edildi, fakat ortaya çıkması elektrikli telgraf ile gerçekleşti." Elektrik hızı, insan deneyiminin ötesine geçen bir eşzamanlılık ve hızlılık dünyasına götürdü. Böyle yaparak da kişisel stili, gerçekte insan kişiselliğinin kendisini, iletişimin bir yönü olarak saf dışı etti.
Telgraftan önce bilgiyi mekan içinde iletmenin teknik güçlüğünden dolayı haberler, insanların yaşamları için seçici ve uygun olmaya yönelikti. Telgraftan sonra ise dünya, enformasyon seliyle dolarken bir insanın ne kadar çok şey bildiği sorunu, insanın bildiği şeylerden ne tür kullanımlar için yararlandığı sorunundan daha fazla önem kazandı. Daha önceleri çocukluk, yalnızca yetişkinlerce denetlenen belirli bir enformasyon biçiminin, çocuklara psikolojik açıdan özümlenebilr yollar olarak görülen aşamalar içinde verildiği bir çevrenin sonucuydu. Çocukluğun sürdürülmesi, işlenmiş enformasyon ve ardışık öğrenme ilkelerine dayanıyordu. Fakat telgraf, enformasyonun denetimini ev ve okuldan zorla çekip alma sürecini başlattı.
Tabi ki elektrikli telgrafla birlikte, okur-yazar dünyanın toplumsal ve entellektüel yapısının büyük ölçüde bozulmadan ya da dokunulmadan kaldığı ve özellikle çocukluğun fazla etkilenmediği olasıdır. Çünkü telgraf, sadece izlenecek şeyin önsel bir göstergesiydi. 1850 ile 1950 arasında iletişimin yapısı çözüldü ve sonra aralıksız bir buluş akışıyla (rotatif, kamera, telefon, pikap, sinema, radyo ve TV) yeniden yapılandırdı. Elektrikli iletişimin yapısına paralel giden 'grafik devrimi' denilen bir ortam (simgesel resimler, karikatürler, posterler ve reklamların doğuşu) oluşmuştur. Elektronik ve grafik devrimleri düşünce dünyasını ışık hızına sahip resimler ve imgeler içinde yeniden düzenleyerek dil ve edebiyat üzerine eşgüdümsüz olan fakat güçlü bir saldırıyı simgeledi.
Dil, yaşama ilişkin bir soyutlamadır. Fakat resimler, yaşamın somut ifadeleri ya da göstergeleridir. Gerçekte bir resim, binlerce sözcüğe değebilir, fakat hiçbir anlamda yüzlerce ya da binlerce sözcüğe eşit değildir. Resim, bir önerme ileri sürmez; kendisine olan karşıtlığa işaret etmez; uydurulması gereken kanıtlama ya da mantık kuralları yoktur. Bu yüzden resimler ve diğer grafik imgeleri 'bilişsel açıdan geri'dir. Oysa basılı sözcük, okuyucudan 'doğruluk içeriği'ne saldırgan bir yanıt vermesini gerektirir. Kişi, eğer yeterince bilgi ve deneyime sahipse kuramda belirleme yapabilir. Ama resimler, gözlemcinin estetik bir tepki vermesini gerektirir. Resimler, aklımıza değil, duygularımıza seslenir. Bizden düşünmemizi değil, duyumsamamızı isterler. Rudolf Arnheime; "resimler, zihinlerimizi uyutma potansiyeline sahiptir," der ve şöyle devam eder: "Geçmişte, olayları hemen iletme yetersizliği, dilin kullanımını gerekli kılmış ve bu yüzden insan zihnini, yeni kavramlar geliştirmeye zorlamıştı. Çünkü, olayları betimleyebilmek için insanın geneli özelden çıkarması, yani seçmesi, karşılaştırması ve düşünmesi gerekiyordu. Ancak iletişim, parmakla dokunularak başarılabildiği zaman ağız sessizce büyümekte, yazmak için el durmakta ve zihin büzülmektedir."
Kırk beş yıl sonra, Arnheime'nin bu tahmini, resimli görüntüye dayanan reklamcılığın, okur-yazar dünya varsayımlarının temelini zayıflatmada tek ama en yıkıcı güç olduğunu iddia eden Robert Heilbroner aracılığıyla doğrulandı. Bu yazarlar, Roland Barthes gibi çocukluğu olanaklı kılan sosyal ve entellektüel hiyerarşileri destekleyemeyen simgesel bir dünyanın oluştuğunu ileri sürmektedirler. Yeni teknolojik gelişimlerle birlikte, diğer birçok yapay ürün gibi çocukluk da eskimeye başlıyordu. Elektrik ve grafik devrimlerinin bir araya gelmesi, TV sayesinde gerçekleştirilmiştir. Yine, çocukluk ile yetişkinlik arasındaki bölücü hattın sarsılması da TV sayesinde olmuştur.
Okur-yazar kişi, düşünsel ve analitik, sabırlı ve iddiacı, daima dengeli olmayı öğrenmelidir. Bu davranış biçimini gençlerin öğrenmesi güçtür. Bu nedenle aşamalar halinde öğrenilmelidir. Çocukların öncelikle eleştirmeyi değil, sadece açıklamayı öğrenmelerini beklemenin nedeni, aşamalar halinde öğrenme tarzından kaynaklanır. Okul müfredatı daima yetişkin zorlamalı, sansürün en zorlu ya da ikna edici ve ısrarlı olduğunun ifadesidir. Okullarda çocuklar, yaş gruplarına ve algı düzeylerine göre eğitilirler. Fakat TV ile birlikte bu enformasyon hiyerarşisinin temelleri çökmüştür. TV görsel araçtır. Dilin TV'de işletilmesine ve bazen de önem arzetmesine karşın izleyicinin bilincine egemen olan ve eleştiriel anlamları taşıyan görüntü ya da resimdir.İnsanlar TV'yi izlerler. TV'yi okumazlar.Ne de çoğunlukla dinlerler. Onu sadece izlerler. Bu yetişkinler ve çocuklar için, entellektüeller ve emekçiler için, aptal ve akıllı insanlar için de geçerlidir. McGuffey'e göre okuyucu analojisine, hazırlığa, önsel eğitime de gerek duymayız. Ayrıca, görüntülerin abecesi yoktur. İmgelerin anlamını yorumlamayı öğrenirken gramer, heceleme, mantık ya da sözcükbilgisine gerek duymayız.
Damerall diyor ki: "Hiçbir çocuk ya da yetişkin, TV izlerken daha fazla TV karşısında kalarak daha iyi konuma gelmez. Gereken beceriler o kadar basittir ki henüz yeteneksizliğinden dolayı TV izleyemeyen bir vaka duymadık." Okuyucunun yeteneğine göre ayarlanabilen kitapların tersine TV imgesi yaşa bakmaksızın herkesin izleyebileceği niteliktedir. Yapılan araştırmalara göre, çocuklar üç yaşında iken sistematik bir dikkatle TV izlemeye başlamaktadırlar. Fakat programlar, reklamlar ve ürünler yalnızca üç yaşındaki çocuklar için değildir.Bütün bunlardan TV'nin, çocukluk ile yetişkinlik arasında kesim çizgisini üç biçimde aşındırdığı sonucunu çıkarabiliriz:
1.Biçimini anlamayı sağlayacak bir eğitim gerektirmez,
2. TV, gerek zihinden gerekse de davranışlardan karmaşık istemlerde bulunmaz,
3.TV, izleyicisini ayrıma tabi tutmaz.
Bu özellikleri nedeniyle TV, 14. ve 15. yüzyıllarda var olan iletişim biçimini yeniden yaratmaktadır. Tüm bu koşullar içindeki medya, herhangi bir sırrı kendine saklamayı ya da elinde tutmayı olası görmez. Sırlar olmaksızın, çocukluk da olmayabilir.
Sonuç olarak TV, mevcut kültür içinde var olan her tabudan yararlanır. TV, yalnızca resimsel bir araç değil, şimdi merkezli ve ışık hızlı bir araçtır. Bir konu üzerinde uzun uzun duramaz, konuyu derinlemesine araştıramaz. Örneğin herhangi bir ülke tarihi üzerine elli, çocukluk üzerine beş yüz, Kurtuluş Savaşı üzerine binlerce kitap olabilir. Ama TV, bu konuda yapacağı bir şey varsa hemen yapar, sonra enformasyonu iletir. Akademi ödülleri, güzellik yarışmaları, ünlü kişilerin 'maskaralıkları', basın konferansları, medya yıldızlarının mücadeleleri gerçeklikten dolayı değil, TV'nin konu gereksiniminden dolayı var olurlar. TV bu olayları kaydetmez ama yaratır ya da oluşturur. Diana Zuckerman, "TV izlemenin, tanımadığımız insanların olduğu bir partiye gitmeye benzediğini söyleyebiliriz," diyor. TV, sınırlamaların olmadığı bir serbest giriş teknolojisidir. Biz yetişkinler konuşurken, çocuklar duymasın diye sürekli fısıltı halinde, ya da onların anlamayacakları sözcükler kullanarak konuşabiliriz. TV fısıldayamaz, çocuklar TV'nin gösterdiği her şeyi görürler.
Cherston'a göre ayıp, barbarlığın küçük bir koyda tutulması mekanizmasıdır. Barbarlığın çoğu, muhtelif olayları kuşatan gizem ve korkudan kaynaklanır. Bu olgular arasında düşünce ve sözcükler de vardır. Düşünce ve sözcüklerin tümü, sürekli biçimde halkın gözünden saklanarak gizemlileştirilir ve korku veren şey haline getirilir. Biz de onları saklayarak gizemleştiriyoruz. Gizemleştirerek düzenliyoruz. Bazı durumlarda yetişkinler, bu sırlarla ilgili bilgilerini birbirlerine bile açıklamazlar. Ayıp duygusunun aşılanması, çocuğun formal ve informal eğitimlerinin zengin ve hassas bir parçasını oluşturmuştur. Diğer bir deyişle çocuklar, giz ve korkularla kuşatılmış bir sırlar dünyasına daldırılmışlardır. Bu dünya, ayıp duygusunun bir ahlaki direktifler içinde nasıl iletileceğini onlara devreler içinde öğretecek olan yetişkinler tarafından çocuklara anlatılan bir dünyadır. Çocuğun görüşüne göre ayıp, yetişkinlere güç ve otorite vermektedir. (Burada sözü edilen ayıp, toplumun enformasyon yapısı tarafından oluşturulan -eteğini ört, bacağın görünüyor- ayıp değil, insan tarihinin ve korkularının oldukça derinlerine giden bir ayıp kavramıdır.)
Ayıbın ortadan kalkışıyla birlikte görgü kurallarına verilen önem, dil ile ilgili seçicilik de önemini yitirmiştir. Margaret Mead; artık yetişkinlerin gençlere danışman ve akıl veren kişi olarak hizmet edemediği yeni ve hızlı biçimde değişen, enformasyona serbestçe sahip olunan bir dünyaya girdiğimizi ileri sürmektedir. Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi elektrikli medyanın hem yetişkinliğin otoritesine hem de çocukların merakına ciddi bir darbe indirdiğini göstermektedir. Belli bir dereceye kadar merak, gençliğe doğal gelir,
fakat gelişimin sırlarını açmak iyi düzenlenmiş soruların gücünün yükselen bilincine bağlıdır. Bilinen ve henüz bilinmeyenin dünyasının köprüsü şaşkınlıkla kurulur. Fakat şaşkınlık büyük ölçüde çocuğun dünyasının yetişkininkinden ayrı olduğu, çocukların sorularıyla yetişkin dünyasına girmeye çalıştığı bir durumda gerçekleşir. Medya, iki dünyayı birleştirirken ve çözülmeyen sırların yarattığı gerilimi azaltırken şaşkınlığın hesabı değişir. Merakın yerini siniklik ve hatta daha kötüsü kibir alır. Otoriter yetişkinlere değil, herhangi bir kaynaktan gelen haberlere güvenen çocuklarla baş başa kalırız. Hiç sormadıkları sorulara yanıtlar verilen çocuklarla ya da kısacası çocuksuz bir dünya ile baş başa kalırız.
TV, insan cinselliğinin kamusal teşhirinin, gizemliliğinden ve saygınlığından yoksun kalmasını hem cinselliğin karakter ve anlamını hem de çocuk gelişimini değiştirmiştir. 1981'de New York Eyalet Başvuru Mahkemesi pornografik film konusunu belirlemede çocuklar ile yetişkinler arasında ayrım yapılamayacağını yasaya bağlamıştır. Eğer bir film müstehcen olarak değerlendirilir ve mahkeme yasayı uygularsa, mahkumiyet istenebilirdi. Eğer, müstehcen olarak değerlendirilmezse, çocukların statüsüyle çocuklar arasında ayrım yapan herhangi bir yasanın haksız olduğu belirtilmiştir. Hastalıktan ölüme, cinsellikten şiddete her türlü yetişkin bilgisini sansürsüz olarak elde edebilmektedir artık günümüzün çocukları. Bütün bunlar; zamanından önce yetişkin enformasyonunun gizli bahçesine giren çocukların, çocukluk bahçesinden kovuldukları anlamına gelmektedir.
TV yalnız çocukların dünyasını değil, yetişkinlerin dünyasını da değiştirmiştir. Bir sonraki yazımda "Yetişkin Çocuk" ve "Yokolmakta Olan Çocukluk"tan söz edeceğim. Bu görüşler, Neil Postman'ın Amerikan toplumunu gözönüne alarak yaptığı değerlendirmelerdir. Bu nedenle, konuyla ilgili son yazımda Türkiye'deki çocukluktan söz etmeyi düşünüyorum.
27 Şubat 2013 Çarşamba
21 Şubat 2013 Perşembe
OKUMALARIM/ ÇOCUKLUĞUN YOKOLUŞU (1)
Bir arkadaşım, yarıyıl tatili nedeniyle evde yalnız kalan torunlarının (6-10 yaş) bakım görevini üstlendi. Evinin kapısını kilitledi, kısa sayılmayacak bir yolculuktan sonra torunlarına ulaştı. İyi niyetliydi. Büyükannelik görevini yerine getireceği için mutluydu. Fakat, olaylar umduğu gibi gelişmedi, 10 yaşında bluğa eren, önündeki bilgisayarla sürekli erkek ve kız arkadaşlarıyla mesajlaşan, kendi kurallarını kendisi belirleyen, kahvaltıya çağrıldığında "benim kahvaltı saatim gelmedi" türü itirazlarla büyükanneyi çıldırtan bir kadın/çocukla karşılamıştı (küçük daha uyumlu). Yüzlerce çocuğa öğretmenlik yapmış büyükanne, tek bir çocukla başa çıkamaz, ne yapacağını bilemez hale geldi. Sonunda, yaşadığı stres nedeniyle, aniden beliren kısa süreli bir körlük yaşadı. Sağlığının daha fazla bozulmaması için üstlendiği görevi yarıda bırakarak evine döndü.
Olayın yaşandığı günlerde, Neil Postman'ın "Çocukluğun Yokoluşu" adlı kitabını yeniden okuyordum. Neil Postman bu eserinde, "Bebekliğin tersine çocukluk, biyolojik bir kategori değil, toplumsal bir kurgudur. Çocukluk tasarımı Rönasans'ın büyük icatlarından biridir. Bilim, ulus devlet ve dinsel özgürlükle birlikte, hem toplumsal bir yapı hem de psikolojik bir koşul olarak çocukluk, on altıncı yüzyılda ortaya çıkmış, günümüze dek inceltilip geliştirilmiştir. Ama her toplumsal kurgu gibi çocukluğun süreğen varlığı da kaçınılmaz değildir." diyor ve ekliyor: "Çocukluğun yokedildiği günleri yaşıyoruz." Bu görüşlerden yola çıkarak, arkadaşımın şaşkınlığı, torunuyla başedememesi, çaresizliği de torununun çocuktan çok, çocukluğa başkaldıran birine dönüşmesinden kaynaklanmış olabilir diye düşünüyorum.
"Çocukluğun Yokoluşu" ndan edindiğim bilgiler ışığında, Eski Yunan'dan başlayarak günümüze değin çocukluğun geçirdiği evrelerden söz edeceğim. Eski Yunan dünyasında, eğitim ve okullaşmaya önem verilmesine karşın, çocukluk kavramı olup olmadığı bilinmemektedir. Bu okullardan daha çok gençlerin yararlandığı bilinmektedir. Eski Yunanlılar'da küçük çocukların öldürülme uygulamasına karşı ahlaki ve yasal sınırlamaların olmadığı bilinmekteymiş. Aristo, bu korkunç geleneğe karşı çıkmış ama kuvvetli bir itirazda bulunmamış. Romalılar'da ise çocukluk bilincinin az da olsa geliştiği biliniyor. Romalılar, gelişen çocukluk ile ayıp düşüncesi arasında bir bağlantı kurmaya başlamışlar. "Bu, çocukluk düşüncesinin evriminde çok önemli bir adımdı. İyi geliştirlmiş bir ayıp düşüncesi olmaksızın çocukluk varolamaz." diyor Postman. Roma İmparatorluğu'nun çöküşüyle klasik kültür yokolmuş, Avrupa Ortaçağ denilen karanlık bir döneme girmiştir. Neil Postman diyor ki: "Her yetişkin bunu bilir. Bilimeyen ise, Roma İmparatorluğunun yıkılışıyla birlikte; 1. Okur-yazarlık, 2.Eğitim, 3.Ayıp kavram,ı 4. Çocukluk, yitmiştir."
Okur-yazarlığın ortadan kaybolma (bin yıllık devre) nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte karanlık Ortaçağ boyunca, alfabe harflerinin yazma stillerinin değiştirilmesi; eğitimin, okuma yazma bilmeye gerek duyulmadığı zenaat ve çıraklık eğitimine dönüştürülmesi; kilisenin, dinin gizlerinin anlaşılmaması için okunması zor süslü harflere yönelmesi (hattatlık) vb... nedenler sıralanmaktadır. Sözel kültürün egemen olduğu Ortaçağ'da, J: H: Plumb'un belirttiğine göre: "Kesinlikle ayrı bir çocukluk dünyası yoktu. Çocuklar yetişkinlerle aynı oyunları, aynı oyuncakları ve aynı peri masallarını paylaşmışlardı. Yaşamlarını yetişkinlerle birlikte sürdürmüşlerdi. Brueghel'in, içkiden sarhoş olan kadınları ve erkekleri gösteren, her birinin dizginlenmemiş bir şehvetle yürürken çizdiği sıradan bir köy festivali tablosunda, yetişkinlerle yemek yiyen ve içki içen çocuklar da vardı."
Ortaçağ'da çocukluğun olmayışını Aries ise şöyle anlatmaktadır: "Çocukların önünde cinsel konuları tartışma çekingenliğinin olmadığını da söyleyebiliriz. Cinsel dürtüleri gizleme düşüncesi, yetişkinlere yabancıydı. Çocukları cinsel sırlardan koruma fikri, bilinmiyordu. Önlerinde her şeye izin veriliyordu: Bayağı dil, açık-saçık davranış ve durumlar. Çocuklar her şeyi işitiyor ve gülüyorlardı. Çocukların mahrem kısımlarıyla oynama davranışı, yaygın bir gelenek oluşturuyordu."
Matbaanın icadı; öğretmen kesiminin oluşumu, okur-yazar sayısının artması, haberleşmenin yaygınlaşması, pek çok kitap ve dergi basımının gerçekleşmesi sonucu kişilerin bilinç düzeyi, olaylara bakışları, yorumlayışları vb.. konulardaki ve sosyal alandaki gelişmeler, çocukları yetişkin yaşama hazırlama fikrini ortaya çıkmış, bu nedenle yalnız çocuklara yönelik çok sayıda okul açılmış böylece çocukluk yeniden icat edilmiştir bir anlamda. 1544'de Thomas Phaire, pediatri üzerine ilk kitabı yazmıştır. 1774'te ise, bir yayıncı olan Jhon Newbery tarafından ilk çocuk öyküsü olan "Dev Katil Jack" adlı kitap basılmıştır. "Her nerede, okur-yazarlık yüksek ve sürekli bir değer görmüşse orada okullar açılmış ve orada çocukluk anlayışı hızla gelişmiştir." diyor Neil Postman.
16.yy'ın sonlarına doğru matbaa üzerine temellenen yeni ve büyüyen bir ticari sistem ve eğitim üzerine düzenlenen yeni bir aile kavramı ortaya çıkardı. Norbert Elias diyor ki: "Ayıp ve mahcubiyet boyutları olan bir cinsellik kurumu ya da anlayışı ve bu anlayışa denk düşen davranış kısıtlamaları giderek toplumun tümüne az ya da çok ama eşit biçimde yayıldı. Yetişkinlerle çocuklar arasındaki mesafe arttığı zaman 'cinsel aydınlanma' 'vahim bir sorun' haline geldi." 16.yy. sonlarına kadar öğretmenler, çocukların 'edepsiz kitaplar' ın yanına yaklaşmalarına izin vermemişler ve müstehcen dil kullanan çocukları cezalandırmışlardır. Çocuk kitaplarıyla ilgili ilk sansürleme işlemleri de o tarihlerde başlamıştır.
18.yy'da endüstri devriminin gerçekleşmesiyle birlikte, çocukluk yeniden tehlikeye girmiş, kötü günler yaşamaya başlamıştır. Çocukların özel doğası, ucuz işgücü olarak faydalanma biçimine tabi kılınmıştır. Lawrence Stone'un belirttiği gibi, "Endüstriyel kapitalizmin bir etkisi de, çocuğu fabrikadaki rutinleştirilmiş emeğe koşullayacak bir sistem olarak görülen okulun, cezai ve disiplinsel yönlerine destek çıkmaktı." İngiliz toplumu, 18. kısmen de 19. yüzyıllar boyunca İngiliz endüstriyel makinesine yakıt atmak için kullanılan çocuklara yönelik davranışında özellikle vahşiydi. 1780'lerin sonlarına kadar çocuklar, cezası asılmak olan iki yüzden fazla suça mahkum edilmişlerdi. Yedi yaşındaki bir kız çocuğu, elbise çaldığı için Norwich'de asılmıştı. Charles Dickens de dahil olmak üzere birçok yazarın yazınsal yapıtları, 18. yüzyıldan 19.yüzyılın ortalarına kadar yoksul çocukların peşini bırakmayan acımasızlıkları işlemektedir. Yine 18.yy'da Goethe, Voltaire, Diderot, Kant, David Hume, Edward Gibbon, Locke, Rousseau gibi aydınlar çocukluk fikrini besleyip yaygınlaştırmaya devam etmişlerdir.
"Çocukluk, biyolojik bir kategori değil, toplumsal bir kurgudur," görüşünü savunan Neil Postman diyor ki, "Tüm toplumsal kurgular gibi çocukluğun süreğen varlığı da kaçınılmaz değildir. Günümüzde hızlı iletişim, gelişen teknoloji ve özellikle de televizyon çocukluğun sonunu hazırlamaktadır."
Neil Postman'ın bu konudaki görüşlerine ve kendi düşüncelerime bir sonraki yazımda yer vereceğim. Asıl üzerinde durmak istediğim konu ise; kendi toplumumuzda, yani Türkiye'de çocukluk yaşandı mı? Yaşanmadıysa nedenleri ve sonuçları nelerdir? Çocukluk durumları çocuk yazınına yansımış mıdır? Günümüz Türkiye'sinde çocukluk adına yaşananlar nelerdir?
13 Şubat 2013 Çarşamba
ÖNERİLER/ BIRAK ŞU CİDDİYETİ!..
Uyarıyorlar beni kimi dostlarım; "Artık öğretmen değilsin; bırak şu ciddiyeti ! Çok sıkıcısın çok! Eğlenceli olsana biraz!" diyerek... Dostlarıma hak veriyorum. Hem çok ciddi hem de çok 'sıkıcı'yım. Öğretmenliğimin rolü vardır mutlaka 'sıkıcı' olmamda; ama, asıl nedeni çağa ayak uyduramayışımdandır. Doğayı acımasızca katledenlere, 'en iyi çevreci ödülü'; haklarını arayanları biber gazına boğanlara, 'örnek insan hakları savunucusu ödülü'; savaş çığırtkanlarına, 'barış ödülü'; cümle kurmayı bilmeyenlere 'en iyi edebiyatçı' ödüllerinin verildiği; kimi ödüllerin, ahbap çavuş ilişkilerine dayanarak ya da parayla satın alındığı komik ötesi bir çağda yaşıyoruz. Bu komiklik çağında herkesten eğlendirici olması bekleniyor. Toplumun 'eğlenceli olma' beklentisini blog yazılarımın içeriklerine göre, okunurluğunun azalıp çoğalmasından da anlayabiliyorum. Hayatın içinden, eğlendiren, güldüren olay ağırlıklı yazılarımın daha çok; düşünsel, eleştiriel yazılarımın ise daha az ilgi gördüğünü blog istatistiklerinden görebiliyorum. Ciddiyetten hoşlanmaz hale gelen toplumun bu eğlenceli olma beklentisini ticari bir bakış açısıyla değerlendiren çocuk yazını yayıncıları da, bu nedenle olsa gerek; boş, kof, içeriksiz, kurgusuz kitapların, yani, lay lay lom'ların basımına yönelmiş durumdalar.Eğlenceli olmam konusunda beni uyaran sevgili dostlarıma diyorum ki: Bu kadar çok komedinin yaşandığı bir ortamda, ciddi insanlara da yer açılsın! Ciddiyetimi ve sıkıcılığımı sürdürmeye devam edeceğim. Böyle diyorum ama, şu gerçeği de biliyorum; gide git, bu toplumda, eğlenceli olmayan insanların soyu tükenecek.
Eğlenmekten hoşlanan toplum oluşumunda, en büyük rolü ise görsel medya oynuyor. Şık giyimli, güzel ve güler yüzlü, etkileyici ve inandırıcı ses tonlu spikerler, acıya büründürdüğü yüzleri ve ses tonlarıyla en acıklı haberi sunup tam da bizleri gözyaşlarına boğacakları bir anda, "Ve şimdi de..." diyerek coşturucu, hoplatıcı bir müzik eşliğinde eğlenceli bir habere geçiveriyorlar. Ağlamak üzere büzülmüş dudaklarımız, durup dururken kepçe gibi açılıyor, kahkahalara boğuluyoruz. Yıldırım hızıyla yayılan, toplumu güdümüne alan elektronik medya; dünyanın hiçbir düzeni ve anlamı olmadığına, ciddiye alınmaması gerektiğine inandırıyor bizi. Biz de öyle yapıyor; hiçbir şeyi ciddiye almıyor, hiçbir şeye kafa takmıyor, bir sonra gösterilecek, sözü edilecek olayları izlemeye devam ediyor, eğlenmemize bakıyoruz sonunda.
TV'yi aynaya benzeten Terence Moran; "Bir ayna yalnızca bugünkü giydiklerimizi yansıtır, dün giydiklerimiz konusunda sessizdir." diyor. Yalnız günü yansıtan, birbiriyle bağlantısı olmayan, kesik kesik konular ve haberlerin sunulduğu TV programlarının yarattığı kafa karışıklığı, düşünce sistemimizi köreltmektedir. Bizler bu tutarsızlığa uyum sağlıyor, duyarsızca eğlenmemize devam ediyoruz. "TV haberleri bizi eğlendirir ama bilgilendirmez." diyor Neil Postman, "Televizyon Öldüren Eğlence" adlı eserinde. Ernst Cassierer ise; "İnsan dilsel biçimler, sanatsal imgeler, mitsel semboller ya da dinsel ayinlerle kendi etrafına öyle bir zar örmüştür ki, yapay bir aracın (TV teknolojik cihazlar) dolayımı olmadan hiçbir şey göremez ya da bilemez." Bir haberin doğruluğunu kanıtlamak için; benimsediği spikerin adını veren- ama şekerim ben bu haberi filan spikerden duyduuuum- çok kişiyle karşılaşıyorum. Huxley, Batı demokrasisinin tek sıra halinde ve kelepçeli olarak yürüyüş kolunda denetimi içlerine sindirmektense, dans ederek ve hayal kurarak unutmayı tercih etmelerinin çok daha olası olduğuna olan inancını belirtiyor.
İnsanlık durumunu daha iyi anlatabilmek için, dünyanın gidişatı hakkında görüş öne süren iki düşünce adamının öngörülerini özet şeklinde alıntılayacağım.
Orwell; dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönünde görüş belirtirken, Huxley, insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünce yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır, der. Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu, Huxley'in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü kitap okuyacak kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi habersiz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu, Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatın umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell tutsak bir kültür haline gelmemizden, Huxley duygu sömürüsüne dayanan içki alemleri ve tek başına iple asılı tenis topuyla oyalanmak gibi şeylerle oyalanan ömür tüketen önemsiz bir kültüre dönüşmemizden korkuyordu. Kısacası Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu. Tabi ki, Huxley'in öngörüleri doğru çıktı.
Yazımı, Neil Postman'ın "Televizyon Öldüren Eğlence" adlı yapıtından yaptığım bir alıntıyla tamamlamak istiyorum. Huxley'in bize öğrettiği, ileri teknoloji çağında ruhsal tahribatların siması, kuşkuculuğu ve nefreti yansıtan birinden ziyade güler yüzlü bir düşmandan kaynaklandığı düşüncesidir. Huxleyci kehanette Büyük Birader bizi kendi isteğiyle gözlemez. Biz onu kendimiz izleriz. Huxleyci kehanette gardiyanlara, kapılara ya da Hakikat Bakanlıklarına gerek yoktur. Bir halk saçma sapan şeylerle ilgilendiği, kültürel yaşam aralıksız eğlence turları şeklinde yeniden tanımlandığı, ciddi kamusal konuşmalar bebeklerin çıkardığı seslere benzediği ve kısacası halkın kendisi bir izleyici kitlesi, halkın kamusal işleri de bir vodvil temsiline döndüğü zaman, artık ulus riskle yüz yüze gelmiş ve kültürün ölümü açık bir olasılık halini almış demektir."
Ciddiyetten vazgeçmeli miyiz?
TV'yi aynaya benzeten Terence Moran; "Bir ayna yalnızca bugünkü giydiklerimizi yansıtır, dün giydiklerimiz konusunda sessizdir." diyor. Yalnız günü yansıtan, birbiriyle bağlantısı olmayan, kesik kesik konular ve haberlerin sunulduğu TV programlarının yarattığı kafa karışıklığı, düşünce sistemimizi köreltmektedir. Bizler bu tutarsızlığa uyum sağlıyor, duyarsızca eğlenmemize devam ediyoruz. "TV haberleri bizi eğlendirir ama bilgilendirmez." diyor Neil Postman, "Televizyon Öldüren Eğlence" adlı eserinde. Ernst Cassierer ise; "İnsan dilsel biçimler, sanatsal imgeler, mitsel semboller ya da dinsel ayinlerle kendi etrafına öyle bir zar örmüştür ki, yapay bir aracın (TV teknolojik cihazlar) dolayımı olmadan hiçbir şey göremez ya da bilemez." Bir haberin doğruluğunu kanıtlamak için; benimsediği spikerin adını veren- ama şekerim ben bu haberi filan spikerden duyduuuum- çok kişiyle karşılaşıyorum. Huxley, Batı demokrasisinin tek sıra halinde ve kelepçeli olarak yürüyüş kolunda denetimi içlerine sindirmektense, dans ederek ve hayal kurarak unutmayı tercih etmelerinin çok daha olası olduğuna olan inancını belirtiyor.
İnsanlık durumunu daha iyi anlatabilmek için, dünyanın gidişatı hakkında görüş öne süren iki düşünce adamının öngörülerini özet şeklinde alıntılayacağım.
Orwell; dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönünde görüş belirtirken, Huxley, insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünce yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır, der. Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu, Huxley'in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü kitap okuyacak kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi habersiz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu, Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatın umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell tutsak bir kültür haline gelmemizden, Huxley duygu sömürüsüne dayanan içki alemleri ve tek başına iple asılı tenis topuyla oyalanmak gibi şeylerle oyalanan ömür tüketen önemsiz bir kültüre dönüşmemizden korkuyordu. Kısacası Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu. Tabi ki, Huxley'in öngörüleri doğru çıktı.
Yazımı, Neil Postman'ın "Televizyon Öldüren Eğlence" adlı yapıtından yaptığım bir alıntıyla tamamlamak istiyorum. Huxley'in bize öğrettiği, ileri teknoloji çağında ruhsal tahribatların siması, kuşkuculuğu ve nefreti yansıtan birinden ziyade güler yüzlü bir düşmandan kaynaklandığı düşüncesidir. Huxleyci kehanette Büyük Birader bizi kendi isteğiyle gözlemez. Biz onu kendimiz izleriz. Huxleyci kehanette gardiyanlara, kapılara ya da Hakikat Bakanlıklarına gerek yoktur. Bir halk saçma sapan şeylerle ilgilendiği, kültürel yaşam aralıksız eğlence turları şeklinde yeniden tanımlandığı, ciddi kamusal konuşmalar bebeklerin çıkardığı seslere benzediği ve kısacası halkın kendisi bir izleyici kitlesi, halkın kamusal işleri de bir vodvil temsiline döndüğü zaman, artık ulus riskle yüz yüze gelmiş ve kültürün ölümü açık bir olasılık halini almış demektir."
Ciddiyetten vazgeçmeli miyiz?
7 Şubat 2013 Perşembe
HAYATIN İÇİNDEN/ KIRALIM ZİNCİRLERİMİZİ
Bir grup insan doğdukları günden beri karanlık bir mağarada, birbirlerine zincirlenmiş, mağaranın kapısına arkaları dönük oturarak yaşamaya mahkum edilmiştir. Başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izleyerek, gölgeler üzerine konuşup şakalaşarak günlerini geçirmektedirler. İçlerinden biri zincirini kırmayı başarır. Dışarı çıkar. Parlak ışık gözlerini kamaştırmıştır. Gölgelerin asıl kaynağını görür ve tekrar içeri girip gördüklerini mağaradakilere anlatmaya başlar; ama, içeridekileri, duvarda gördüklerinin sanallığına ve asıl gerçeğin mağaranın dışında olduğuna inandıramaz.
'Platon'un Mağarası'dır yukarıda sözünü ettiğim. 2400 yıl önce, bu 'mağara' aracılığıyla ve 'mağara'dan yola çıkarak toplum ve birey hakkındaki felsefesini oluşturmuştur. Bu alıntıdan esinlenerek şimdiki dünyaya gelmek istiyorum. Günümüzde de, düzeni değiştirmeye kalkışanlar "zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok!" sloganıyla yol çıkmışlardır. Ama, zincirleri kırmak o kadar da kolay değildir. Ayağa kaldırılmak, isyan ettirilmek istenilen toplumun çoğunluğu, rehavete kapılmıştır. Rahatlarını bozmak istemezler. Hâlâ mağaranın duvarında gördükleri gölgelere inanmakta/ inandırılmaktadırlar. Çünkü o insanlar toplumun kendini sınırlayan kalıpları, dogmaları, dini etkileriyle birbirlerine zincirlenmişlerdir. Farkındalıklıkları gelişmemiştir. Üstelik ayaklanmak tehlikelidir. Ayrıca, azınlıkta olan egemen güç, üstün bir koruma sistemine sahiptir.
Dün CNN'de bir tartışma programı vardı. Son günlerde artan kadın cinayetleri, cinayetlerin nedenleri, bu konuda alınabilecek önlemler tartışılıyordu. Konuklardan üçü kadın, ikisi erkekti. Kadınlar, son günlerde toplumu saran muhafazakarlaşmanın kadın cinayetlerini artırdığından, 'Aile Bakanlığı' nın adından da anlaşıldığı gibi, kadını değil, aileyi korumaya endeksli olduğundan, kadınların en çok, 'korunaklı' olarak görülen aile içinde şiddete maruz kaldığından, aile bireyleri tarafından öldürüldüğünden, kadının illa da evlenmek zorunda olmadığından söz ediyorlardı ki, egemen gücün temsilcisi erkeklerden birisi olanca hiddetiyle kükredi: "Siz bizim kutsallarımıza saldırıyorsunuz. Aileyi hedef alıyorsunuz. Siz erkek düşmanısınız ve bir erkekle kavga etmek canınız istedi. Ne yazık ki, karşınıza ben çıktım. Ses tonu, söz kesmeleri ve ürkütücü mimikleriyle kadınları susturdu. Daha üstteki bir güç ise "kadın erkek eşit değildir" söylemleriyle, ikinci sınıf vatandaş olarak gördüğü kadınlara "haddinizi bilin!" mesajları verdi. Günümüzde zincirlerini kırıp tabulara, egemen gücün 'kutsalları'na saldırmaya kalkışanların başlarına gelenler herkesçe bilinmektedir.
Woody Allen'in bir filminde zincirlerini kırarak 'Platon'un Mağarası'ndan çıkmayı başaran bir adam, kasap olur. Gerçek dünyada gördükleri ve yaşadıkları karşısında 60 yaşında kalp krizinden ölür. Bu sistem ve bu baskılar altında bireyselleşemediğimiz için (koyun sürüsü benzetmesi), ölmesek bile çıldırıyoruz. İnsanı ezen sistemin, varlığını sürdürmesini sağlayan en güçlü zincirlerinden biri olan aile kurumu gerçekten kutsal mıdır? Darda kaldığımızda, zor anlar yaşadığımızda, bunaldığımızda sığınabileceğimiz, güvenebileceğimiz limanlar mıdır? Tabi ki bu soruya kesin olarak "hayır" diyemeyiz, ama, "evet" de diyemeyiz. "Hayır" demeyi gerektirecek sözler ve şarkılar vardır. Zülfü Livaneli bir şarkısında; "Aç yüreğini bir merhabaya/ kardeşin duymaz eloğlu duyar" der. Montaigne: "Aynı delikten çıktık diye kardeşlerimi sevmek zorunda değilim. Ben kendi emeğimle kazandığım dostlarımı severim." demiştir.
Şimdi size birkaç gün önce yaşadığım bir olayı anlatacağım.Çok yakın kan bağım olan birini yemeğe çağırmıştım. O gelmeden önce alelacele ekmek almak için bakkala gittim. Dönüşte, bahçe kapısını açmış, bir adım atmıştım ki, ayağımın üstünden kocaman bir lağım faresi geçip, önüm sıra yürümeye başladı. Ben tabii çığlık çığlığa sokağa fırladım. Korkum o kadar büyük ki, fare yok olmazsa evime giremeyeceğim. Onu yok edecek bir erkek (koşullanmışlık) aradı gözlerim. Sonunda yoldan geçen bir erkeğe rica ettim. Nereden bilebilirdim ki, onun benden daha çok korktuğunu. Fareyi arar gibi yapıp kaçmış olabileceğini söyleyerek yoluna devam etti. Bu arada benim durumumda olan üç-dört kadın komşum geldi. Derken Kürt komşularımdan bir kadın ('Kürt Komşularım' başlıklı blog yazımda sözünü ettiğim) elinde sopası çıkageldi. Sorunu çözmeye öyle kararlıydı ki. Her yeri didik didik aramaya başladı. Bir yandan da korkulacak bir şey olmadığı konusunda ikna etmeye çalışıyordu beni. Tam da o sırada, yemeğe çağırdığım yakınım geldi. Baktı ki ortada çözülmesi gereken bir sorun var. Yardım etmesi gerekiyor," ben sonra geleyim" diyerek ayaklarının izi üzerine geri döndü. Kürt komşum, fareyi bulamadı. Ama, bir kaba fare zehir koyup, eğer ölmez, yeniden görünür ve ben yine korkarsam, kendisini çağırmamı isteyerek ayrıldı. Montaigne'ye nasıl hak vermeyeyim! Zülfü'nün şarkısındaki sözler doğru değil mi!
Biliyorum, konuyu yine dağıttım. N'apayım; benim özelliğim bu! Sonuçta demek istediğim; kutsallar, töreler, dini söylemler, tabular bizleri birbirimize bağlayan zincirlerdir. Bu zincirler yalnızca mağara duvarlarına yansıyan gölgelerin gerçek olduğuna inandırıyor bizleri. Gerçekleri görmek için ışığa ihtiyacımız var. Işığa ulaşmak için de zincirleri kırmamız, bize gösterilenlerden ve belletilenlerden kuşku duymamız gerekiyor.
'Platon'un Mağarası'dır yukarıda sözünü ettiğim. 2400 yıl önce, bu 'mağara' aracılığıyla ve 'mağara'dan yola çıkarak toplum ve birey hakkındaki felsefesini oluşturmuştur. Bu alıntıdan esinlenerek şimdiki dünyaya gelmek istiyorum. Günümüzde de, düzeni değiştirmeye kalkışanlar "zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok!" sloganıyla yol çıkmışlardır. Ama, zincirleri kırmak o kadar da kolay değildir. Ayağa kaldırılmak, isyan ettirilmek istenilen toplumun çoğunluğu, rehavete kapılmıştır. Rahatlarını bozmak istemezler. Hâlâ mağaranın duvarında gördükleri gölgelere inanmakta/ inandırılmaktadırlar. Çünkü o insanlar toplumun kendini sınırlayan kalıpları, dogmaları, dini etkileriyle birbirlerine zincirlenmişlerdir. Farkındalıklıkları gelişmemiştir. Üstelik ayaklanmak tehlikelidir. Ayrıca, azınlıkta olan egemen güç, üstün bir koruma sistemine sahiptir.
Dün CNN'de bir tartışma programı vardı. Son günlerde artan kadın cinayetleri, cinayetlerin nedenleri, bu konuda alınabilecek önlemler tartışılıyordu. Konuklardan üçü kadın, ikisi erkekti. Kadınlar, son günlerde toplumu saran muhafazakarlaşmanın kadın cinayetlerini artırdığından, 'Aile Bakanlığı' nın adından da anlaşıldığı gibi, kadını değil, aileyi korumaya endeksli olduğundan, kadınların en çok, 'korunaklı' olarak görülen aile içinde şiddete maruz kaldığından, aile bireyleri tarafından öldürüldüğünden, kadının illa da evlenmek zorunda olmadığından söz ediyorlardı ki, egemen gücün temsilcisi erkeklerden birisi olanca hiddetiyle kükredi: "Siz bizim kutsallarımıza saldırıyorsunuz. Aileyi hedef alıyorsunuz. Siz erkek düşmanısınız ve bir erkekle kavga etmek canınız istedi. Ne yazık ki, karşınıza ben çıktım. Ses tonu, söz kesmeleri ve ürkütücü mimikleriyle kadınları susturdu. Daha üstteki bir güç ise "kadın erkek eşit değildir" söylemleriyle, ikinci sınıf vatandaş olarak gördüğü kadınlara "haddinizi bilin!" mesajları verdi. Günümüzde zincirlerini kırıp tabulara, egemen gücün 'kutsalları'na saldırmaya kalkışanların başlarına gelenler herkesçe bilinmektedir.
Woody Allen'in bir filminde zincirlerini kırarak 'Platon'un Mağarası'ndan çıkmayı başaran bir adam, kasap olur. Gerçek dünyada gördükleri ve yaşadıkları karşısında 60 yaşında kalp krizinden ölür. Bu sistem ve bu baskılar altında bireyselleşemediğimiz için (koyun sürüsü benzetmesi), ölmesek bile çıldırıyoruz. İnsanı ezen sistemin, varlığını sürdürmesini sağlayan en güçlü zincirlerinden biri olan aile kurumu gerçekten kutsal mıdır? Darda kaldığımızda, zor anlar yaşadığımızda, bunaldığımızda sığınabileceğimiz, güvenebileceğimiz limanlar mıdır? Tabi ki bu soruya kesin olarak "hayır" diyemeyiz, ama, "evet" de diyemeyiz. "Hayır" demeyi gerektirecek sözler ve şarkılar vardır. Zülfü Livaneli bir şarkısında; "Aç yüreğini bir merhabaya/ kardeşin duymaz eloğlu duyar" der. Montaigne: "Aynı delikten çıktık diye kardeşlerimi sevmek zorunda değilim. Ben kendi emeğimle kazandığım dostlarımı severim." demiştir.
Şimdi size birkaç gün önce yaşadığım bir olayı anlatacağım.Çok yakın kan bağım olan birini yemeğe çağırmıştım. O gelmeden önce alelacele ekmek almak için bakkala gittim. Dönüşte, bahçe kapısını açmış, bir adım atmıştım ki, ayağımın üstünden kocaman bir lağım faresi geçip, önüm sıra yürümeye başladı. Ben tabii çığlık çığlığa sokağa fırladım. Korkum o kadar büyük ki, fare yok olmazsa evime giremeyeceğim. Onu yok edecek bir erkek (koşullanmışlık) aradı gözlerim. Sonunda yoldan geçen bir erkeğe rica ettim. Nereden bilebilirdim ki, onun benden daha çok korktuğunu. Fareyi arar gibi yapıp kaçmış olabileceğini söyleyerek yoluna devam etti. Bu arada benim durumumda olan üç-dört kadın komşum geldi. Derken Kürt komşularımdan bir kadın ('Kürt Komşularım' başlıklı blog yazımda sözünü ettiğim) elinde sopası çıkageldi. Sorunu çözmeye öyle kararlıydı ki. Her yeri didik didik aramaya başladı. Bir yandan da korkulacak bir şey olmadığı konusunda ikna etmeye çalışıyordu beni. Tam da o sırada, yemeğe çağırdığım yakınım geldi. Baktı ki ortada çözülmesi gereken bir sorun var. Yardım etmesi gerekiyor," ben sonra geleyim" diyerek ayaklarının izi üzerine geri döndü. Kürt komşum, fareyi bulamadı. Ama, bir kaba fare zehir koyup, eğer ölmez, yeniden görünür ve ben yine korkarsam, kendisini çağırmamı isteyerek ayrıldı. Montaigne'ye nasıl hak vermeyeyim! Zülfü'nün şarkısındaki sözler doğru değil mi!
Biliyorum, konuyu yine dağıttım. N'apayım; benim özelliğim bu! Sonuçta demek istediğim; kutsallar, töreler, dini söylemler, tabular bizleri birbirimize bağlayan zincirlerdir. Bu zincirler yalnızca mağara duvarlarına yansıyan gölgelerin gerçek olduğuna inandırıyor bizleri. Gerçekleri görmek için ışığa ihtiyacımız var. Işığa ulaşmak için de zincirleri kırmamız, bize gösterilenlerden ve belletilenlerden kuşku duymamız gerekiyor.
3 Şubat 2013 Pazar
ÇOCUKLAR ARASINDA/ MARİ'NİN ÖYKÜSÜ
Toplumumuzda siyasi açıdan yaşanılan değişik dönmelerin, çocuk yazınını farklı şekillerde etkilediğine, belirlediğine; siyasi erki ele geçiren egemenlerin, kendi kafa yapılarına göre yön vermek amacıyla çocuk yazınına müdahale ettiğine dair düşüncelerimden daha önceki blog yazılarımda söz etmiştim.
Bu yazımda sizlere, 1981 yılında 4.basımı yapılan, Cem Yayınevi Çocuk Kitapları Dizisi'nden çıkan Dostoyevski'nin 'Çocuklar Arsında' adlı eserinde yer alan 'Mari'nin Öyküsü'nden söz edeceğim (12 Eylül'de çocukların okuması yasaklanmış +18 sınırlaması getirilmiştir.) Ama, öncelikle, Yayınevinin bu eseri basma amacını anlatan açıklamalarını görelim:
"Sevgili çocuklar. Size dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından biri olan Dostoyevski'den bir kitap sunuyoruz. Bu güzel kitabı, Dostoyevski'nin ünlü eserlerini tarayıp sizler için derledik. (....) Belki orada burada okuduğunuz çocuk kitaplarına pek benzemiyor. Ama bu kitabı okuyunca büyük bir romancıyla tanışmış olacaksınız (....)."
Sözü daha fazla uzatmadan 'Mari'nin Öyküsü'ne gelelim. "Bulunduğum köyde çocuklar vardı. Bütün günümü onlarla, yalnız onlarla geçirirdim," diye başlıyor öykü ve devam ediyor: (....) Her şeyi anlatırdım onlara. Hiçbir şeyi saklamazdım onlardan. Sonunda bensiz yapamaz oldular. Nereye gitsem peşimden ayrılmazlar, hemen çevremi sarıverirlerdi. Bu yüzden babaları, akrabaları kızarlardı bana. Birçok düşman edindim köyde (...).
"Başlangıçta çocuklar beni hiç sevmemişti." Anlatıcı, çok iri yapılı ve çirkin bir adamdır. Üstelik yabancıdır. Bu özellikleri yüzünden çocuklar arasında alay konusu olur. (...) Sonra birgün, Mari'yi öptüğümü görünce taşladılar beni. Mari'yi yalnızca bir kez öpmüştüm. (Bir kızı öpmek ha!? Geleneksel aile yapımıza, 'benim Müslüman namuslu hanım kızımın dini inançlarına..... Sansürleyin!)
Mari, yaşlı annesiyle yaşayan çok zayıf, verem hastası, yirmi yaşlarında bir kızdır. Çok hasta olduğu halde evlere gündeliğe gider, ağır işlerde çalışır. Birgün, köye gelmiş olan gezgin bir satıcı, onu baştan çıkararak alıp götürür. Bir hafta sonra, köyden çok uzakta bir yol kenarına bırakıp ortadan kaybolur. Tam bir hafta yürüyen, tarlalarda yattığı için üşütüp hasta olan Mari, köye döndüğünde bitkin ve perişandır.
(...) Onu öfkeyle karşılayan önce annesi oldu: "Namusumu iki paralık ettin!"
Köyde Mari'nin döndüğü duyulunca köylü onu görmek için yaşlı kadının kulubesine koşar.
"Mari, herkesin başına toplandığını görünce dağınık saçlarıyla yüzünü saklamaya çalışarak yere kapandı. Çevresinde toplananlar ona iğrenç bir yaratıkmış gibi bakıyor, yaşlılar onu ayıplayarak azarlıyor, gençler zavallı kızla alay ediyordu. Kadınlar da küfürler savurarak öfkeli öfkeli söyleniyor, yerde yatan sanki bir örümcekmiş gibi tiksinerek seyrediyorlardı."
Rusya'da, Dostoyevski'den bu yana toplumun kadına bakış açısı değişmiş midir, bilemem. Ama, bizim toplumda, kadın cinayetlerine, töre cinayetlerine, kadına uygulanan şiddete, beş çocuk yapın dayatmalarına, çocuk gelinlerin varlığına, dinci egemen gücün "kadın erkek eşit değildir" söylemlerine bakacak olursak durum vahim.
Konumuza döneyim. Mari'nin yaşlı annesi hastalanmış, Mari ise kan tükürmeye başlamıştır. "Sonunda üstündeki giysiler o kadar eskimiş, parçalanmıştı ki, köyde gözükmekten utanır olmuştu. Dönüşünden beri zaten çıplak ayakla dolaşıyordu. Köydeki çocuklar da Mari'yle alay etmeye başlamıştı. Çok kalabalıktılar. Kırkı aşkın okullu çocuk vardı. Kızcağazın üstüne çamur ve pislik attıkları bile oluyordu.
Mari'ye artık kimse iş vermemektedir. Sonunda, bir çobanın yanında zorla bir iş bulur. Bu arada anlatıcı gizli gizli de olsa onunla görüşür. Mari'nin kendisine yapılanları hak etmiş olduğunu düşündüğünü ve kendisini dünyanın en aşağılık yaratığı olarak gördüğünü anlar. Ona, kendisinin suçlu değil, daha çok talihsiz bir kız olduğunu anlatmaya çalışır. (Kadınların beyni hep yıkanmıştır, yıkanmaya da devam edilmektedir.)
("Ne demekmiş talihsizlik!!! Namuslu her kadın gibi evinde oturmayı bilseydi, nefsine hakim olsaydı...." diyen dinci sesleri duyar gibi oluyorum.)
Annesinin tabutu başında ağlayan Mari, genç papazın saldırılarına da hedef olur.
"papaz, kalabalığa dönüp Mari'yi göstererek;
"Bakın, bu saygıdeğer kadının ölümüne sebep, işte şu kızdır! (Papazın söylediği doğru değildi, çünkü Mari'nin annesi iki yıldır aynı hastalığı çekiyordu.) Bakın, karşınızda duruyor ve Tanrının parmağı, üzerine çevrilmiş olduğu için başını kaldırmaya bile cesaret edemiyor. Yalınayak, paçavralar içinde. İşte erdemini, namusunu yitiren insanlara bir örnek size!.." (Dine hakaret, din adamını küçük düşürme sayılmaz mı, günümüz Türkiye'sin dincileri tarafından bu anlatım!!?... Yasaklayın!"
Papaz, buna benzer pek çok aşağılamalarda bulunur Mari'ye. Papazın söyledikleri ise, orada bulunan hemen herkesin hoşuna gider (Bizim toplum yapımıza ne kadar benziyor). Ama o anda hiç beklenmedik garip bir şey olur. Çocuklar olaya karşı çıkarak Mari'den yana çıkarlar. İçlerinden bazıları o kadar öfkelenir ki, papazın pencerelerini taşa tutup camlarını kırar. Anlatıcı onları, yanlış davrandıkları konusunda uyararak engeller. "Çünkü, o sıralar hepsiyle dost olmuştum. Onlar da Mari'yi sevmeye başlamışlardı. Bu olay üzerine bütün köy halkı, çocukların terbiyesini bozmakla suçlamaya başlar anlatıcıyı.
Anlatıcının çocuklara bakış açısı:
"Büyüklerle nasıl konuşuyorsam, çocuklarla da öyle konuştuğum, her şeyi çocuklara olduğu gibi anlattığım için herkes beni suçladı. Ben de onlara karşılık olarak, çocuklara yalan söylemenin utanılası bir davranış olduğunu, birtakım şeyleri gizli tutmaya kalkarlarsa, çocukların gerçeği öğrenmek için başka kötü yollara başvuracaklarını, benim ise onlara hiçbir zaman kötü bir şey öğretmediğimi anlattım. (...) Ama benimle aynı görüşte değillerdi.Yaşamın her alanında, çocuk yazınında, aile içinde çocukları "kötülükler"den koruma adına söylenen yalanlar, yapılan ikiyüzlülükler azımsanacak gibi değil ne yazık ki. Görünüşte "iyi niyet"e dayanıyormuş gibi görünen bu anlayış, egemen güçlerin işine yaramakta, kendi kafa yapılarına göre 'çocukları muzurluklardan koruma' adı altında her türlü sansürü, yasaklamayı rahatça uygulamaya koyabilmektedirler.
Öykü, bu minval üzere gitmektedir. Umarım az çok bilgi verebildim. "Mari'nin Öyküsü" nü gündeme getirmekteki amacım, sizlere 12 Eylül öncesi çocuk yazınından bir örnek sunmaktı. Bu kitabı okuyun okumayın; şu kitap iyidir, bu kitap kötüdür gibi değerlendirmelerde bulunmak gibi bir amacım ya da niyetim yok. Öykü hakkındaki görüşlerim ise, Yayınevi'nin, yazımın başında alıntısını yaptığım görüşüyle aynıdır.
Yazar arkadaşlarımın, egemen güçlerin rahatsız olacağı, sansürlemeye ve yasaklamalara uğrayacakları kitaplar yazmaları dileğiyle yazımı tamamlıyorum.
Bu yazımda sizlere, 1981 yılında 4.basımı yapılan, Cem Yayınevi Çocuk Kitapları Dizisi'nden çıkan Dostoyevski'nin 'Çocuklar Arsında' adlı eserinde yer alan 'Mari'nin Öyküsü'nden söz edeceğim (12 Eylül'de çocukların okuması yasaklanmış +18 sınırlaması getirilmiştir.) Ama, öncelikle, Yayınevinin bu eseri basma amacını anlatan açıklamalarını görelim:
"Sevgili çocuklar. Size dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından biri olan Dostoyevski'den bir kitap sunuyoruz. Bu güzel kitabı, Dostoyevski'nin ünlü eserlerini tarayıp sizler için derledik. (....) Belki orada burada okuduğunuz çocuk kitaplarına pek benzemiyor. Ama bu kitabı okuyunca büyük bir romancıyla tanışmış olacaksınız (....)."
Sözü daha fazla uzatmadan 'Mari'nin Öyküsü'ne gelelim. "Bulunduğum köyde çocuklar vardı. Bütün günümü onlarla, yalnız onlarla geçirirdim," diye başlıyor öykü ve devam ediyor: (....) Her şeyi anlatırdım onlara. Hiçbir şeyi saklamazdım onlardan. Sonunda bensiz yapamaz oldular. Nereye gitsem peşimden ayrılmazlar, hemen çevremi sarıverirlerdi. Bu yüzden babaları, akrabaları kızarlardı bana. Birçok düşman edindim köyde (...).
"Başlangıçta çocuklar beni hiç sevmemişti." Anlatıcı, çok iri yapılı ve çirkin bir adamdır. Üstelik yabancıdır. Bu özellikleri yüzünden çocuklar arasında alay konusu olur. (...) Sonra birgün, Mari'yi öptüğümü görünce taşladılar beni. Mari'yi yalnızca bir kez öpmüştüm. (Bir kızı öpmek ha!? Geleneksel aile yapımıza, 'benim Müslüman namuslu hanım kızımın dini inançlarına..... Sansürleyin!)
Mari, yaşlı annesiyle yaşayan çok zayıf, verem hastası, yirmi yaşlarında bir kızdır. Çok hasta olduğu halde evlere gündeliğe gider, ağır işlerde çalışır. Birgün, köye gelmiş olan gezgin bir satıcı, onu baştan çıkararak alıp götürür. Bir hafta sonra, köyden çok uzakta bir yol kenarına bırakıp ortadan kaybolur. Tam bir hafta yürüyen, tarlalarda yattığı için üşütüp hasta olan Mari, köye döndüğünde bitkin ve perişandır.
(...) Onu öfkeyle karşılayan önce annesi oldu: "Namusumu iki paralık ettin!"
Köyde Mari'nin döndüğü duyulunca köylü onu görmek için yaşlı kadının kulubesine koşar.
"Mari, herkesin başına toplandığını görünce dağınık saçlarıyla yüzünü saklamaya çalışarak yere kapandı. Çevresinde toplananlar ona iğrenç bir yaratıkmış gibi bakıyor, yaşlılar onu ayıplayarak azarlıyor, gençler zavallı kızla alay ediyordu. Kadınlar da küfürler savurarak öfkeli öfkeli söyleniyor, yerde yatan sanki bir örümcekmiş gibi tiksinerek seyrediyorlardı."
Rusya'da, Dostoyevski'den bu yana toplumun kadına bakış açısı değişmiş midir, bilemem. Ama, bizim toplumda, kadın cinayetlerine, töre cinayetlerine, kadına uygulanan şiddete, beş çocuk yapın dayatmalarına, çocuk gelinlerin varlığına, dinci egemen gücün "kadın erkek eşit değildir" söylemlerine bakacak olursak durum vahim.
Konumuza döneyim. Mari'nin yaşlı annesi hastalanmış, Mari ise kan tükürmeye başlamıştır. "Sonunda üstündeki giysiler o kadar eskimiş, parçalanmıştı ki, köyde gözükmekten utanır olmuştu. Dönüşünden beri zaten çıplak ayakla dolaşıyordu. Köydeki çocuklar da Mari'yle alay etmeye başlamıştı. Çok kalabalıktılar. Kırkı aşkın okullu çocuk vardı. Kızcağazın üstüne çamur ve pislik attıkları bile oluyordu.
Mari'ye artık kimse iş vermemektedir. Sonunda, bir çobanın yanında zorla bir iş bulur. Bu arada anlatıcı gizli gizli de olsa onunla görüşür. Mari'nin kendisine yapılanları hak etmiş olduğunu düşündüğünü ve kendisini dünyanın en aşağılık yaratığı olarak gördüğünü anlar. Ona, kendisinin suçlu değil, daha çok talihsiz bir kız olduğunu anlatmaya çalışır. (Kadınların beyni hep yıkanmıştır, yıkanmaya da devam edilmektedir.)
("Ne demekmiş talihsizlik!!! Namuslu her kadın gibi evinde oturmayı bilseydi, nefsine hakim olsaydı...." diyen dinci sesleri duyar gibi oluyorum.)
Annesinin tabutu başında ağlayan Mari, genç papazın saldırılarına da hedef olur.
"papaz, kalabalığa dönüp Mari'yi göstererek;
"Bakın, bu saygıdeğer kadının ölümüne sebep, işte şu kızdır! (Papazın söylediği doğru değildi, çünkü Mari'nin annesi iki yıldır aynı hastalığı çekiyordu.) Bakın, karşınızda duruyor ve Tanrının parmağı, üzerine çevrilmiş olduğu için başını kaldırmaya bile cesaret edemiyor. Yalınayak, paçavralar içinde. İşte erdemini, namusunu yitiren insanlara bir örnek size!.." (Dine hakaret, din adamını küçük düşürme sayılmaz mı, günümüz Türkiye'sin dincileri tarafından bu anlatım!!?... Yasaklayın!"
Papaz, buna benzer pek çok aşağılamalarda bulunur Mari'ye. Papazın söyledikleri ise, orada bulunan hemen herkesin hoşuna gider (Bizim toplum yapımıza ne kadar benziyor). Ama o anda hiç beklenmedik garip bir şey olur. Çocuklar olaya karşı çıkarak Mari'den yana çıkarlar. İçlerinden bazıları o kadar öfkelenir ki, papazın pencerelerini taşa tutup camlarını kırar. Anlatıcı onları, yanlış davrandıkları konusunda uyararak engeller. "Çünkü, o sıralar hepsiyle dost olmuştum. Onlar da Mari'yi sevmeye başlamışlardı. Bu olay üzerine bütün köy halkı, çocukların terbiyesini bozmakla suçlamaya başlar anlatıcıyı.
Anlatıcının çocuklara bakış açısı:
"Büyüklerle nasıl konuşuyorsam, çocuklarla da öyle konuştuğum, her şeyi çocuklara olduğu gibi anlattığım için herkes beni suçladı. Ben de onlara karşılık olarak, çocuklara yalan söylemenin utanılası bir davranış olduğunu, birtakım şeyleri gizli tutmaya kalkarlarsa, çocukların gerçeği öğrenmek için başka kötü yollara başvuracaklarını, benim ise onlara hiçbir zaman kötü bir şey öğretmediğimi anlattım. (...) Ama benimle aynı görüşte değillerdi.Yaşamın her alanında, çocuk yazınında, aile içinde çocukları "kötülükler"den koruma adına söylenen yalanlar, yapılan ikiyüzlülükler azımsanacak gibi değil ne yazık ki. Görünüşte "iyi niyet"e dayanıyormuş gibi görünen bu anlayış, egemen güçlerin işine yaramakta, kendi kafa yapılarına göre 'çocukları muzurluklardan koruma' adı altında her türlü sansürü, yasaklamayı rahatça uygulamaya koyabilmektedirler.
Öykü, bu minval üzere gitmektedir. Umarım az çok bilgi verebildim. "Mari'nin Öyküsü" nü gündeme getirmekteki amacım, sizlere 12 Eylül öncesi çocuk yazınından bir örnek sunmaktı. Bu kitabı okuyun okumayın; şu kitap iyidir, bu kitap kötüdür gibi değerlendirmelerde bulunmak gibi bir amacım ya da niyetim yok. Öykü hakkındaki görüşlerim ise, Yayınevi'nin, yazımın başında alıntısını yaptığım görüşüyle aynıdır.
Yazar arkadaşlarımın, egemen güçlerin rahatsız olacağı, sansürlemeye ve yasaklamalara uğrayacakları kitaplar yazmaları dileğiyle yazımı tamamlıyorum.
1 Şubat 2013 Cuma
ÇOCUK ÖYKÜSÜ ÜZERİNE/ DÜŞ MÜ GERÇEK Mİ
"Düşlerimde de olsa, çocukluk yıllarıma geri döndüğümde, kendimi fantastik bir dünyanın içindeymişim gibi hissediyorum. Yaşamımda; radyonun dışında hiçbir teknolojik ürünün olmadığı o yıllarda seksekler, beştaşlar, evcilik oyunları, çizgi, yüzük, ip atlama, saklambaç, köşe kapmaca gibi oyunlarla geçen günlerin tadına doyum olmazdı. Kız çocuk olduğumdan, yüklenilen sorumlukların fazlalığı yüzünden-az buz değildi- doyasıya oynayamadığım anlar ise, en mutsuz anlarım olurdu. Böyle zamanlarda düşlerime sığınır; kendime, özgür olabileceğim başka dünyalar yaratır; böylece, omuzlarımdaki yükün ağırlığını hissetmez olurdum. Belki de, çocukluğumu anımsadığımda, kendimi fantastik bir dünyanın içindeymiş gibi hissetmemin nedeni, sığındığım düşlerdeki ben'le, gerçek çocukluğumdaki ben'i birbirine karıştırmam yüzündendir." (Çocukluk Aşklarım başlıklı blog yazımdan)
Çocukluk yıllarında, düşle gerçeğin birbirine karıştırılabildiğini, kendi çocuklarımda da gördüm. 7 yaşındaki kızım bakkal, ben müşteriydim. Ben alacaklarımın adlarını söylerken, kızım bunları veresiye defterine kaydediyordu. İşini öyle ciddiye almış, kendini öyle kaptırmıştı ki bakkallığa, onun bu ciddiyeti karşısında dayanamadım deli gibi boynuna sarılıverdim. Öfke dolu bir sesle bağırdı bana: "N'apıyorsunuz bayan!" İşin tuhafı, rolümü ben de ciddiye almış olmalıydım ki; aynen şöyle karşılık verdim: "O kadar tatlısınız ki hanımefendi, taciz etmeden duramadım sizi!" Oğlumla ilgili de böyle pek çok anım vardır.
Bütün bunlardan söz etmekteki amacım; sizlere, Çocuk Vakfı Yayınlarından çıkan, içinde benim de bir öykümün yer aldığı, çocuk öyküleri seçkisinden Sadık Yemni'nin "Düş Kurucu" adlı öyküsü üzerine düşündüklerimi anlatabilmek için zemin hazırlamaktı. Sadık Yemni, "çocuk hakları" üzerine hazırlanan bu seçkideki, "Düş Kurucu" da, gerçek dünya ile düş dünyası arasında gidip gelen çocuk gerçekliğini öyle güzel anlatmış ki, etkilenmemek elimde değildi.
En iyisi, Sadık Yemni'ye bırakmak sözü:
"......"
"Mesut dün ağabeyine ait çok pahalı bir telefonu dördüncü kattan yere düşürmüştü. Aşağıda şaklabanlıklar yapan bir arkadaşının filmini çekerken. Ağabeyi'nin dokunmasına bile izin vermediği apart, parçalara ayrılıvermişti. Mesut o zamandan bu yana üç kez dayak yemişti. Babası da, üç ay boyunca harçlık vermeyeceğini söylemişti. Ağabeyisinin öfkesi kolay dineceğe benzemiyordu. Dayak kürlerine devam edecekleri belliydi....."
Alıntıdan anlaşıldığı gibi, öykü şiddet gören çocuklar üzerine kurgulanmış. Mesut, öykünün başkişisi.
Mesut sokağın ancak caddeye açıldığı yere varınca durumu fark etti. Gündüz olduğu halde dışarısı yeterince kalabalık değildi. (.....)Köşede durup etrafına bakındı. Börekçi, tekel bayii, banka ve Nazlı adlı kafeterya kapalıydı. Evden çıkarken saate bakmamıştı, ama gölgesinin kısalığından öğle
saatlerinin olduğu belliydi (.....)
Sadık Yemni, sıkıntılar, korkular yaşayan bir çocuğun, kaçış yolu olarak düş dünyasına sığınışını, gerçek dünyadan düş dünyasına geçiş anını; sezdirmeden, büyükleri bile inandıracak şekilde kurgulamış.
Tam karşıya geçeceği sırada içinden gelen bir hisle durakladı. Soluna baktı. On, on iki yaşlarında dört çocuk, kaldırımın üstünde durmuş ona bakıyordu. Biri sarışın bir kızdı. Dördünün de üzerinde beyaz tişört, mor pantolon ve beyaz spor ayakkabılar vardı. Hiçbirini tanımıyordu, ama kalbinde sıcak bir duygu uyanmıştı. Onlara doğru yürüdü.
"Hey merhaba. Ne yapıyorsunuz burada?"(.........)
Mesut kendini tanıttı ve diğer çocukların elini sıktı. Walter, Yuri, Kayli.. Tek Türkçe adı olan kendisiydi. (......) Suray arkadaşlarına bir göz atarak, "Sen gelince takımımız tamamlandı" dedi.
Burada yine, ortak sorunlar yaşayan çocuklarla örgütlenen Mesut'un, düşgücünün nasıl da gerçeklerden beslendiğini, bu nedenle anlatımın fantastik öykülerin çoğunda rastlanan yapaylıktan uzak olduğunu görüyoruz.
(....) "Ne takımı?"
"Biz de telefonzedeleriz, tıpkı senin gibi." (........)
"Nereden bildiğimizi merak ediyorsun değil mi?" (....)
Bizler de bu günlerde bir şekilde yakınlarımıza ait bir telefona zarar verdik. Kullanılamaz hale geldi. Çeşitli cezalar gördük. Yuri beyaz tişörtünü sıyırınca, karnında iki adet büyükçe mor iz göründü. "Babam yaptı. Sopayla. Sırtımda da rahat on tane vardır bu izlerden."
"Hepiniz mi?"
Çocuklar başlarıyla onaylayınca Mesut'un içine hoş bir duygu yayıldı. Benzer sorunu başkalarıyla paylaşmak, suçluluk duygusunu hafifletici etki yapıyordu.
Sadık Yemni, çocuk öyküsünde olmazsa olmazlardan yalın anlatıma, akıcılığa önem vermiş. Çocuk ruhunun derinliklerine inmeyi başarmış. Konuyu fazla dağıtmadan sözü yine yazara bırakayım:
"Biz düşlerimizde birbirimize bağlandık sanırım," dedi Suray. "Herkes kendi dilini konuşuyor, ama sorun olmuyor. Düş kurucu olduğun için senin mekanında toplandık."
Mesut yanlarından geçen camları açık kırmızı arabaya ve içinde oturmuş neşeli neşeli konuşan iki delikanlıya baktı. Ardından bakışlarını kafeteryaya çevirdi.
"Bunlarda mı?"
"Onlar telefon bozucu değiller sanırım," dedi Suray. "Bu düş aleminde gezinenler. Kimbilir onların da ne hikayeleri vardır."(....)
"Şimdi ne olacak peki?"
Çocuklar birbirlerine baktılar. "Her şey açık. Önümüzdeki saatlerde dayak yemeye, hakaret görmeye devam edicez. O halde burada buluşmamızın tek bir sebebi olabilir. Buna karşı çıkmak."
Abisinin kaslı ve uzun kollarını, öfkeli bakışlarını düşünen Mesut, "Nasıl yapıcaz bunu," diye sordu.
(.........)
Evet, ben bu kadarını anlatmakla yetiniyorum. Yalnız, şunu söyleyebilirim, Mesut artık dayak yemeyecek; düş dünyasında mı, yoksa gerçek yaşamında mı orası biraz karışık.
Tümünü okuduğum, "çocuk öyküleri seçkisi"nde, etkileyici bulduğum tek öykü bu oldu. Ahbap çavuş ilişkilerine dayalı kitap tanıtımlarında övgü dolu sözlerden geçilmiyor günümüzde. Bu nedenle şunu belirmeden geçemeyeceğim: Sadık Yemni ile hiç karşılaşmadım. Kendisini tanımam. Öğrendiğime göre yurt dışında yaşıyormuş. Ne yazık ki, bu öyküden başka hiçbir öyküsünü, kitabını da okumadım.
Çocukluk yıllarında, düşle gerçeğin birbirine karıştırılabildiğini, kendi çocuklarımda da gördüm. 7 yaşındaki kızım bakkal, ben müşteriydim. Ben alacaklarımın adlarını söylerken, kızım bunları veresiye defterine kaydediyordu. İşini öyle ciddiye almış, kendini öyle kaptırmıştı ki bakkallığa, onun bu ciddiyeti karşısında dayanamadım deli gibi boynuna sarılıverdim. Öfke dolu bir sesle bağırdı bana: "N'apıyorsunuz bayan!" İşin tuhafı, rolümü ben de ciddiye almış olmalıydım ki; aynen şöyle karşılık verdim: "O kadar tatlısınız ki hanımefendi, taciz etmeden duramadım sizi!" Oğlumla ilgili de böyle pek çok anım vardır.
Bütün bunlardan söz etmekteki amacım; sizlere, Çocuk Vakfı Yayınlarından çıkan, içinde benim de bir öykümün yer aldığı, çocuk öyküleri seçkisinden Sadık Yemni'nin "Düş Kurucu" adlı öyküsü üzerine düşündüklerimi anlatabilmek için zemin hazırlamaktı. Sadık Yemni, "çocuk hakları" üzerine hazırlanan bu seçkideki, "Düş Kurucu" da, gerçek dünya ile düş dünyası arasında gidip gelen çocuk gerçekliğini öyle güzel anlatmış ki, etkilenmemek elimde değildi.
En iyisi, Sadık Yemni'ye bırakmak sözü:
"......"
"Mesut dün ağabeyine ait çok pahalı bir telefonu dördüncü kattan yere düşürmüştü. Aşağıda şaklabanlıklar yapan bir arkadaşının filmini çekerken. Ağabeyi'nin dokunmasına bile izin vermediği apart, parçalara ayrılıvermişti. Mesut o zamandan bu yana üç kez dayak yemişti. Babası da, üç ay boyunca harçlık vermeyeceğini söylemişti. Ağabeyisinin öfkesi kolay dineceğe benzemiyordu. Dayak kürlerine devam edecekleri belliydi....."
Alıntıdan anlaşıldığı gibi, öykü şiddet gören çocuklar üzerine kurgulanmış. Mesut, öykünün başkişisi.
Mesut sokağın ancak caddeye açıldığı yere varınca durumu fark etti. Gündüz olduğu halde dışarısı yeterince kalabalık değildi. (.....)Köşede durup etrafına bakındı. Börekçi, tekel bayii, banka ve Nazlı adlı kafeterya kapalıydı. Evden çıkarken saate bakmamıştı, ama gölgesinin kısalığından öğle
saatlerinin olduğu belliydi (.....)
Sadık Yemni, sıkıntılar, korkular yaşayan bir çocuğun, kaçış yolu olarak düş dünyasına sığınışını, gerçek dünyadan düş dünyasına geçiş anını; sezdirmeden, büyükleri bile inandıracak şekilde kurgulamış.
Tam karşıya geçeceği sırada içinden gelen bir hisle durakladı. Soluna baktı. On, on iki yaşlarında dört çocuk, kaldırımın üstünde durmuş ona bakıyordu. Biri sarışın bir kızdı. Dördünün de üzerinde beyaz tişört, mor pantolon ve beyaz spor ayakkabılar vardı. Hiçbirini tanımıyordu, ama kalbinde sıcak bir duygu uyanmıştı. Onlara doğru yürüdü.
"Hey merhaba. Ne yapıyorsunuz burada?"(.........)
Mesut kendini tanıttı ve diğer çocukların elini sıktı. Walter, Yuri, Kayli.. Tek Türkçe adı olan kendisiydi. (......) Suray arkadaşlarına bir göz atarak, "Sen gelince takımımız tamamlandı" dedi.
Burada yine, ortak sorunlar yaşayan çocuklarla örgütlenen Mesut'un, düşgücünün nasıl da gerçeklerden beslendiğini, bu nedenle anlatımın fantastik öykülerin çoğunda rastlanan yapaylıktan uzak olduğunu görüyoruz.
(....) "Ne takımı?"
"Biz de telefonzedeleriz, tıpkı senin gibi." (........)
"Nereden bildiğimizi merak ediyorsun değil mi?" (....)
Bizler de bu günlerde bir şekilde yakınlarımıza ait bir telefona zarar verdik. Kullanılamaz hale geldi. Çeşitli cezalar gördük. Yuri beyaz tişörtünü sıyırınca, karnında iki adet büyükçe mor iz göründü. "Babam yaptı. Sopayla. Sırtımda da rahat on tane vardır bu izlerden."
"Hepiniz mi?"
Çocuklar başlarıyla onaylayınca Mesut'un içine hoş bir duygu yayıldı. Benzer sorunu başkalarıyla paylaşmak, suçluluk duygusunu hafifletici etki yapıyordu.
Sadık Yemni, çocuk öyküsünde olmazsa olmazlardan yalın anlatıma, akıcılığa önem vermiş. Çocuk ruhunun derinliklerine inmeyi başarmış. Konuyu fazla dağıtmadan sözü yine yazara bırakayım:
"Biz düşlerimizde birbirimize bağlandık sanırım," dedi Suray. "Herkes kendi dilini konuşuyor, ama sorun olmuyor. Düş kurucu olduğun için senin mekanında toplandık."
Mesut yanlarından geçen camları açık kırmızı arabaya ve içinde oturmuş neşeli neşeli konuşan iki delikanlıya baktı. Ardından bakışlarını kafeteryaya çevirdi.
"Bunlarda mı?"
"Onlar telefon bozucu değiller sanırım," dedi Suray. "Bu düş aleminde gezinenler. Kimbilir onların da ne hikayeleri vardır."(....)
"Şimdi ne olacak peki?"
Çocuklar birbirlerine baktılar. "Her şey açık. Önümüzdeki saatlerde dayak yemeye, hakaret görmeye devam edicez. O halde burada buluşmamızın tek bir sebebi olabilir. Buna karşı çıkmak."
Abisinin kaslı ve uzun kollarını, öfkeli bakışlarını düşünen Mesut, "Nasıl yapıcaz bunu," diye sordu.
(.........)
Evet, ben bu kadarını anlatmakla yetiniyorum. Yalnız, şunu söyleyebilirim, Mesut artık dayak yemeyecek; düş dünyasında mı, yoksa gerçek yaşamında mı orası biraz karışık.
Tümünü okuduğum, "çocuk öyküleri seçkisi"nde, etkileyici bulduğum tek öykü bu oldu. Ahbap çavuş ilişkilerine dayalı kitap tanıtımlarında övgü dolu sözlerden geçilmiyor günümüzde. Bu nedenle şunu belirmeden geçemeyeceğim: Sadık Yemni ile hiç karşılaşmadım. Kendisini tanımam. Öğrendiğime göre yurt dışında yaşıyormuş. Ne yazık ki, bu öyküden başka hiçbir öyküsünü, kitabını da okumadım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)